11 Eylül 2018 Salı

Sanatın toplumsal işlevi üzerine

“Onun sanatı daha çok toplumsal ve insan severlik boyutları taşıyordu; halkına hizmet etmek istiyordu ve seçtiği yol resim yapmaktı.”
- Bozorg Alevi, Gözleri

Frankfurt Okulu düşünürleri Marksizm’in insanlığa gereken çözümü sunma noktasında yetersiz kaldığını söyler. Marksist felsefe adına itiraf niteliği taşıyan bu revizyonist yoruma göre Marksizm sosyolojik gerçekliği ve kültürel farklılığı gerektiği ölçüde dikkate almamış, insanın manevi yönünü es geçmiş ve dolayısıyla yetersiz kalmıştır. Bu başarısızlık burjuvanın daha da güç kazanmasında etkili olmuştur. Frankfurt Okulu sosyal bilimler alanında çok fazla fikir üretmiştir fakat çalışmalarına yön veren temel kavramlar kültür, sanat ve estetik olmuştur diyebiliriz. Kültür ve sanat faaliyetlerinin toplumsal yapı üzerindeki etkisi ve/veya tam tersi yöndeki etkileşimi üzerinde duran ‘Okul’ temsilcilerinin çoğunluğu, dünyayı yaşanmaz hâle getiren burjuva sorunundan kurtulabilmek için sanatın yegane sığınak olduğu görüşündedir. Bu konuda daha fazla mesai harcayan Theodor W. Adorno (1903-1969) kapitalizm ve burjuvanın toplumunu yabancılaştıran işleyişi ve emperyalist yapısına karşı çare olarak sanatı önerir. Aydınlanma ve pozitivizmin getirisi olan modernizmin insanlığı sürüklediği felaketten kurtuluş sanat sayesinde olacaktır. Ortaya konulan görüşlerin teknik yönleri için Besim F. Dellaloğlu’nun Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum adlı eserine bakılabilir. Müellif, konuyu fazla detayına girmeden çerçeve bir metinle ele alıyor.

Çağdaş İran Edebiyatı’nın önde gelen isimlerinden Bozorg Alevi’nin (1904-1997) Gözleri isimli eserini okurken Frankfurt Okulu’nun sanat hakkındaki görüşleri hatırıma geldi. Romanda siyasi, ekonomik ve toplumsal olarak çalkantılı günler geçiren İran’da suyu tersine akıtmak için seçilen kişi ünlü bir ressamdır. Dolayısıyla sorunların çözümünde sanatın itici bir güç olarak belirlendiği görülüyor. Fabula Kitap etiketini taşıyan iki yüz elli sayfalık eser Mojgan Dolatabadi tarafından tercüme edilmiş. Hikâye, Şah Rıza Pehlevi’nin (1878-1944) İran’ı yönettiği dönemde (1930’lar) yaşanıyor. Bu bağlamda tarihsel gerçekliklerle örtüşen bir roman kurgulandığı görülüyor.

Şah Rıza Pehlevi’nin darbe yaparak iktidara geldiğini ve İran’ı ‘istibdat’ ile yönettiğini biliyoruz. Roman meseleye buradan dâhil oluyor. Şah, polis gücüyle baskı rejimi kurmuştur ve keyfi uygulamalarla iktidarını devam ettirmektedir. Konjonktüre uygun olarak (o dönem Türkiye Cumhuriyeti’nde de olduğu gibi) Batılılaşma, modernleşme ve çağdaşlaşma bağlamında yapılan inkılaplar ön plandadır. Yönetimin icraatlarının toplumun değerleriyle uyuşmaması açık bir direnme noktası oluşturur fakat bu uyumsuzluk önemsizdir. Devlet eliyle toplumun dizayn edilmesi yönündeki katı uygulamalar kararlı şekilde devam etmektedir. Diktatörlüğe karşı çıkan muhaliflerin ya hapse atıldığı ya da sürgüne gönderildiği ülkede korku ve endişe hâkimdir. Paranoya hâlinde yaşayan halk bitkin düşmüş, ümitsiz ve çaresiz bir suskunluğa gömülmüştür. Gazeteler sorunları görmezden gelerek şah yanlısı yayın yapmakta, aydın ve sanatçılar şaha övgüler dizmektedir.

Bu sosyo-politik durumda ünü İran sınırlarını aşmış muhalif bir ressama (Makan Hoca) toplum nezdindeki saygınlığı nedeniyle henüz dokunulamamıştır. Ayrıca Avrupa’da da tanınan bu sanat insanının Batı’da güçlü bağlantıları vardır. Şah yönetimi hem toplumdan tepki çekmemek hem de Batı’yla ters düşmemek adına meseleye temkinli yaklaşmaktadır. Makan Hoca ise şaha karşı faaliyetlerini büyük bir gizlilik içinde yürütmektedir. Bir süre sonra Makan Hoca’nın şah karşıtı faaliyetlerinin kanıtlarına ulaşan yönetim onu tutuklar. Hapisle cezalandırılacağına kesin gözüyle bakılan Makan Hoca beklenmeyen bir kararla sürgüne gönderilir ve bir kaç yıl sonra ölür. Ünlü ressamın ölümü ülkede geniş yankı bulur. Anmak için devlet tarafından konferanslar, sergiler düzenlenir ve hatta bu organizasyonlara katılmak milli bir seferberliğe dönüştürülür. İlginçtir ki, bu seferberlik daha sonra halktan gördüğü ilgi yüzünden muhaliflerin oyunu olarak değerlendirilerek yasaklanır.

Hayatında kadınlara yer vermemesiyle bilinen Makan Hoca’nın ölmeden önce yaptığı bir tablo insanların dikkatini çekmiştir. Gözleri dışında belli belirsiz bir kadının resmedildiği tabloda diğer kısımlar ne kadar belirsiz ve etkisiz ise gözler o kadar belirgin ve etkileyicidir. Kim olduğu bilinmeyen kadın hakkında çok fazla dedikodu üretilir. Makan Hoca’nın tablolarının sergilendiği okulda görevli olan bir yönetici tablodaki gözlerin tesiri altında kalarak kadının peşine düşer ve yıllar sonra olayın iç yüzünü öğrenir.

Genel olarak ‘ben anlatım’ tekniğini kullanan yazar, ülkenin sosyo-politik durumunu okulda görevlendirilen yöneticinin iç konuşmaları üzerinden yansıtıyor. Yer yer diyalogların bulunduğu metinde kadın karakterin hikâyesi kendi ağzından aktarılıyor. Bu yönüyle diyalog ve monologların iç içe geçtiği görülüyor. Eserde merak hissi baştan sona etkisini yitirmiyor fakat muhtemelen çeviriden kaynaklanan bazı kurgusal sorunlar ve küçük anlam karışıklıkları var.

Kitabın ana konusu aşk olsa da şah yönetimi altındaki İran toplumunun yaşadığı zorluklar sanat ve modernleşme ekseninde kurgulanmış. Özellikle sanata yüklenen misyon düşünüldüğünde Batı orijinli bir alt metin okura eşlik ediyor diyebiliriz. Gerici, despot, fakir, eğitimsiz Doğu’nun karşısında hümanist, çağdaş, zengin ve eğitimli Batı bulunuyor. Yazarın tip ve karakter seçimi ile akıştaki detaylar bu düşünceyi destekler nitelikte. Örneğin diktatörü devireceği düşünülen aydın gençler Avrupa’da örgütlenmektedir ya da İran’dan kaçmak gerektiğinde gedilecek hatta kamuoyu oluşturulacak yer Avrupa’dır. Eserdeki en belirgin karakter diyebileceğimiz Makan Hoca Avrupa’da eğitim almış, idealist ve vizyon sahibi bir sanatçıdır. Toplumunun iyiliğini her şeyin üzerinde tutan Makan Hoca davası için hayatını feda etmekten kaçınmayacak biridir. Romanın kadın karakteri zengin, hayatın gerçeklerinden habersiz, sıkıntı yaşamamış, kötü niyetli olmasa da sadece kendini düşünen biridir. Kadının annesinin geleneksel din anlayışına sahip olması onu dünyaya kapalı hâle getirmektedir. Bu açıdan donuk hâlde yaşanan din hurafelerle iç içedir. Kadının babası ise zenginliğini verdiği güçle yaşayan, din ile pek alakası olmayan bir tiptir. Bu bağlamda romanda kullanılan kişi, kavram ve hikâyenin akışında bol miktarda sembolizm kullanıldığı görülüyor.

Yazar, ülkenin siyasi durumu, toplumsal yapısı ve iktidar olma biçimi ustaca tarif ediyor. Toplum siyasi baskıyı görünce susmayı seçmektedir. Gazeteler spekülatif ve yanlı yayın yapmaktadır ve bürokrasi çıkar ilişkileri içindedir. İktidar ise acımasızlığını ve adaletsizliğini her fırsatta göstermektedir. Yönetim her meseleyi çıkarına dönüştürebilme cüretini zorbalığından almaktadır. Örneğin sürgüne gönderdiği Makan Hoca’nın cenazesini kullanmaktan geri durmamış, ‘resmi tören yaparak sanata gösterdiği önemi’ ortaya koymuştur. Oysa benzer şekilde bir çok muhalifin hayatını kaybetmesine sebep olan yine aynı devlettir.

Doğu toplumlarının sorunlarını ele alırken kullanılan dilin daha bir önem kazandığını düşünüyorum. Mevcut sorunlar ve çözüm önerileri belirtilirken Batı’nın epistemolojik üretiminden faydalanıldığında ister istemez oryantalist bakış harekete geçmiş oluyor. Oryantalizm en basit tabiriyle Batı’nın Doğu’yu görme biçim(ler)i ve epistemolojik gücünden ontolojik üstünlük devşirme yöntemidir. Bu yöntemin Batı lehine başarısı tartışılmaz lakin ilginç olan, Doğu içinde bu anlayışı içselleştirenlerin azımsanmayacak derecede fazla olması sanırım. Ortaya çıkan vakayı yine Batı literatürüyle açıklamak gerekirse ‘Stockholm Sendromu’ olarak tanımlamak mümkün. Benzerleri gibi Gözleri adlı eserde de bu anlayış fazlasıyla görülüyor. Yazar, mensubu olduğu topluma karşı diktatörün zalimane uygulamalarını ortaya koyarken ötekileştirdikleri üzerinde tahakküm kurmayı ilke edinmiş bir başka anlayışın etkisi altına girmekten kurtulamıyor.

Bozorg Alevi eserinde yozlaşmış toplumsal yapıya ve sınıfsal farklılıklara yer veriyor. Buna göre toplumun alt tabakaları zor şartlar altında yaşam mücadelesi verirken zengin kesim rahat bir hayat sürmektedir. Diğer yandan iktidar ‘makul vatandaş’ üretme peşindedir. Toplumun talepleri ve değerlerinin yok sayıldığı görülüyor fakat imkan bulan vatandaşın yönetimle işbirliği yapması toplumsal yozlaşmayı açığa çıkarıyor. Bu durumun sadece İran’a özgü olmayıp bölgedeki diğer toplumlarda da görülmesi bir tesadüf olmasa gerek. Bu açıdan eser İran özelinde geniş bir coğrafyanın analizini yapıyor diyebiliriz. Sadece bir aşk romanı olmayan Gözleri, İran toplumuna farklı açılardan bakmayı mümkün kılıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Mitoloji, antropoloji, edebiyat ve felsefe eşliğinde aşk

Amansız bir psikoloji meraklısı ve okuru gayet iyi bilir; insan ilişkilerindeki çıkmazlar daha fazla okuma ve araştırma yapmayı gerektirir. Bu da gün geçtikçe evde, işte, yolda daha fazla insan inceleme, konuşma ve bakma biçimlerini irdeleme gibi 'tuhaf tuhaf' huylar kazandırır. Zaman zaman çevremizdeki insanların dert anlatıları daha da yoğunlaşır, sizi haşa huzurdan terapist yerine koymaya başlar ki sonu felakettir. Durduk yerde üzerinize yeni yükler düşer, yaşam başlı başına koca bir yükken üstelik. Böyle bir durumda yapılacak tek şey okumayı telkin etmek olabilir bizim gibiler için. Zaten Jung da boşa konuşmaz: "Herkes kendi yükünü taşısın. Kendi yükünü başkasına yüklemek isteyen onun kölesi olur."

İnsan bir şarkı dinler çünkü bir başkasından yana umudu vardır. İnsan bir resim yapar çünkü bir başkasının onu görebileceğini düşünür. İnsan bir söz söyler çünkü bir başkası tarafından anlaşılmak ister. Ötekidir insanın varlığını anlamlı kılan. Bu durumda insan ilişkileri doğumdan itibaren sonsuz, sınırsız bir öneme sahiptir. Metin Münir, "Michelangelo'nun mutsuzluğu" başlıklı yazısında çok güzel özetlemişti aslında: "Herkesin bir mutlu olma kapasitesi var. Bu kapasite çocuklukta oluşur ve çocukluğun iyi mi yoksa kötü mü geçtiğine bağlıdır, bence. Çarpık bir çocukluk geçirmiş birisi; dâhi, zengin, güçlü, ünlü veya ne olursa olsun mutlu olamaz."

Alper Hasanoğlu, 'ikili ilişkilere farklı bir bakış' atıyor Aşkın Halleri'nde. Remzi Kitabevi'nin ilk kez 2010 yılında okuyuculara sunduğu kitap, Mayıs 2016'ta Doğan Kitap tarafından genişletilmiş baskısıyla yeniden raflarda yerini almıştı. Aşkın tarihi, psikolojisi, gerilimi, hayalleri ve hayal kırıklıkları, günlük yaşamdaki ve iş yerindeki durumu, cinselliği, sadakatsizliği, ailenin antropolojisi yalnız Türk toplumu üzerinden değil hem tarihöncesi dönemden hem de diğer kültürlerden bahisle tane tane anlatılıyor bu kitapta. Özellikle belirtmek istediğim şey ise şu: kitabın sonsözü aslında bir ilksöz. Çünkü insanın kendi uçurumuna bakabilmesi, yaşayacağı her şeyi etkiliyor. Kendi hikâyesine dürüst ve samimi biçimde bakabilen insan, diğer insanlarla olan ilişkilerinde daha gerçekçi  olabiliyor. Burada hayalperestliğe bir reddiye olduğu sanılmasın. Hayalperest olmak, terazide ölçünün kaçmasıyla ilgili bir şey bana kalırsa. İnsan eğer düşünceleriyle yaşadığı hayatı bir şekilde kesiştiremiyorsa, hayallerle daha yoğun temas kurup hayalsiz yaşayamama durumuna düşüyor. Tüm bunların yerine esaslı bir düşkırıklığını tercih ederim. Freud'un bir sözüdür: "Yaşamın amacı düşkırıklığıdır."

Aristofanes'e göre günümüz insanı bütün hayatı boyunca kendisini tamamlayacak insanın arayışı içindedir. Seksenli yaşlarını tırmanmakta olan din felsefecisi ve düşünür Jacob Needleman da insanın tamamlanmamış olarak doğduğunu ve hayattaki bütün savaşının da kendini tamamlamak üzere olduğunu söyler. Doğum yıllarını düşünecek olursak işin içinden çıkamayız lakin bu iki adam da günümüzün en büyük açmazını hatırlatıyor: varolmanın anlamı. Birçok insanın gün içinde yaşadığı ruh dalgalanmalarından tutun da sürekli yeni bir şeyler almaya, kısacası tüketmeye olan düşkünlüğü bu ölçüde değerlendirilebilir. Keza her fırsatta evinden kaçıp dışarıda gezerek iyileştiğini düşünmek de çok kısa bir rahatlamanın tezahürüdür. Kolayca anlaşılabileceği gibi "varolmak" tamamen insanın manevi boyutuyla alakalı. Diğer verdiğim örneklerse geçici olan, maddi olan 'şey'lerle alakalı. Bu şeyler maalesef ki günümüz insanını tahakkümü altına almıştır, onu derin bir uykuya yatırmıştır. Uyku insana iyi gelir, kendini iyi hissettirir. Ancak her uyku faydalı değildir ve birçok inanışın büyükleri tarafından fazla uykunun da tıpkı fazla yemek gibi 'hayvan nisbeti'ne delalet ettiği söylenegelir. Bir gerçek daha var ki günümüzde yaşamak zorunda kaldığımız hayatta insanlığa dair bir şeyler bulabilmek çok zor. Sanki illede hayvan(lar) gibi yaşamak zorundayız. Yani tek gayretimiz yemek yemek, biraz dolaşmak, uyumak olmalı. Artık kapitalizm, neoliberalizm ya da diğer başka kavramlar üzerinden konuşulamayacak bir noktadayız sanki. Yani her şeyin bittiği yerde. Heyecanın kalmadığı, gerçekçi üretimlerin yer almadığı bir dünyadayız. Gelip geçici bir hayatta gelip geçici işlerle uğraşan ve uzaktan bakıldığında ördek sürülerini hatırlatan bir hâle büründük. Burada oraya, oradan şuraya. Vak vak.

Aşkın Halleri'nde en önemli konulardan biri bağlanma. Yani çocukluktan başlayan, başlaması gereken ve ömür boyu kişinin hâl ve hareketlerini etkileyen mesele. Bağ meselesi çoğu zaman anne ve çocuk arasındaki ilişki üzerinden temellendirilir. Hasanoğlu, günümüzde yapılan birçok araştırmadan çıkan sonucu yeniden hatırlatıyor: "Uzun süre, babanın çocuğun gelişimindeki rolü dikkate alınmamıştır. Son yıllarda yapılan çalışmalarda, babaların iki yaşlarındaki çocuklarıyla kurdukları oyun ilişkisi, çocukların 10 yaşlarında olumsuz duygularıyla nasıl başa çıktıklarını, 16 yaşlarında bağlanmayla ilgili konularda nasıl bir algı geliştirdiklerini belirler. Eğer baba oyun sırasında yeteri kadar duyarlı değilse, çocuk ergenlikte ilişkilere karşı reddedici bir duruş sergileyebilir."

Bağlanma ve bozuklukları kitabın başından sonuna kadar farklı farklı konu başlıkları altında karşımıza çıkıyor. Bu da konunun ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor. Hasanoğlu, çocukluktan itibaren gelişen güvenli olmayan bağlanmanın ortaya çıkma sebepleri olarak şunları söylüyor: gerçek ayrılık deneyimleri (boşanma, sık yalnız bırakılma gibi), yoksunluklar (açlık, susuzluk kadar korunma ve şefkat), yardıma gereksinim duyulduğunda geri çevrilme (reddedilmenin sonucunda çaresizlik), kötü muamele (ciddiye almamak, cesaret kırmak, sert davranmak), dikkate almama (takdir etmemek, dinlememek), yüklenme (aşırı kontrol, fazla çalıştırma, sorumluluk vermeme), agresif engellenme (duygularını dışa vurmasını engelleme: erkekler ağlamaz!), anne babanın keyfî ve önceden kestirilemeyen davranışları (güvenli hissedememe, her başvurduğunda yardım ve teselli bulamama). Bu sebeplerin üç önemli de sonucu var: ömür boyunca sürebilecek kaybetme korkusu, insan ilişkilerinde karşısındaki herkese hak ettiğinden fazla ve neredeyse hayatî değer verme, kaybetmemek için her şeyi yapma. Her üç durumda da görülebileceği gibi çocuklukta sağlanamayan güvenli bağlantı, kişinin hayatını berbat edebilecek sonuçlara gebe. İş, aşk, akraba, eş, dost ne olursa olsun kişiye her an zorluk çıkarabilecek bir sıkıntı, çözülmesi gereken bir büyük problem. Çok insan var ki bu problemi çözmek için 'türlü türlü' terapiste servet döküyor, 'yeni dünya dinleri'ne merak sarıyor, haplara yahut uyuşturuculara saldırmak zorunda kalıyor. Bir süre sonra da yaşamına amansız bir melankolik olarak devam ediyor: "Melankolik birey çocukluğunda kişiliğine yönelik çok az takdir gördüğü, duyguları ve canlılığıyla ilgili çok az sevgi dolu bir aynalama deneyimlediği için, güçlü bir kendilik bilinci ve kendilik değeri geliştiremez. Bunun sonucunda da kendi değerinden durmaksızın kuşkuya düşer, sevilmeye layık olmadığını sorgular. Kendiyle ilgili ikircikliğinden kurtulabilmek için de başkaları için vazgeçilmez, yani onların işine yarar biri olmak için çırpınıp durur."

Aşk, dünyanın en çetrefilli meselesi. Zorluklarıyla, gizemiyle, yaşattıklarıyla, yani ve kısacası her şeyiyle. İki insan arasındaki bu 'olağanüstü duyguların' ilişkisi, bir ilişki olduğu için, yani iletişimin tüm sırlarını barındırdığı için aslında çocukluktan gelen tüm eksiklikleri ve tamlıkları da yanı başında taşıyor. Bu anlamda çocukluk bir kez daha değer kazanıyor. Birini 'ölümüne' sevmek ne kadar ürkütücüyse, ilgiye doyamamak da o kadar ürkütücü. Her ikisinin de çocukluktan başlayan bir 'öykü' olduğunu söylemeye gerek var mı? Büyüdükçe, yani aşkla tanışmaya başlayınca ise dilin önemi çıkıyor ortaya. Konuşmanın, dinlemenin ve dolayısıyla anlamanın, 'bir' olabilmenin: "İnsan ruhu doğrudan gözlenebilen bir nesne değildir. Ruh ancak bıraktığı etkilerle anlaşılabilir, dil aracılığıyla görünür kılar kendini. Dil aracılığıyla birey ruhsal süreçleri anlatabilir ve kavrayabilir. Ruh kendini Öteki'ne dil aracılığıyla gösterir ve tanıtır. Dil bireyin kendisine ait olan bir şey değildir, birey ile Öteki arasındaki o karşılaşmanın ürünüdür. Dil ilişkidir. Aşk, ruhun kendini en özgür hissettiği, kendini en rahat ifade ettiği, hatta gevezeleştiği ve dolayısıyla gelişme olanağı bulduğu yerdir. Ruha bu fırsatı vermeliyiz."

Alper Hasanoğlu, birkaç yıl önce ölen annesinin bir gün, bundan yirmi küsur yıl önce ölen babasıyla ilgili sözlerini aktarıyor. "Biliyor musun oğlum, bugün beni baban uyandırdı. Sesi o kadar gerçekti ki, başımı kaldırıp kapıya baktım.". Birbirine ait olma durumu aşkın en büyüleyici unsuru. Meseleye dışardan bakanlar ve "ben kendime yeterim!" diye(bile)nler için ne kadar da mistik! Oysa Goethe, 1776'da dostu Wieland'a, Charlotte von Stein'a olan aşkı üzerine şunları yazmıştır: "Bu kadının benim için anlamını, benim üzerimdeki gücünü ruh göçü tanımı dışında hiçbir şekilde açıklayamam. Evet, biz erkek ve kadın, bir'iz! Bize verebileceğim bir ad yok; geçmiş, gelecek, şimdi; her şey."

Sosyolojiden, antropolojiden, felsefeden, edebiyattan ve mitolojiden yararlanılarak aşkın her türlü hâlinin döküldüğü, her hâliyle güzel bir kitap. Aşk denen o sırlı kapıdan içeri giren her cesurun kalbine dokunacaktır muhakkak.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Eylül 2018 Perşembe

İslam epistemolojisini değişen zamana uyarlama girişimi

“Tarihin akışına müdahale etmek Müslümanların görev ve sorumluluğu içindedir.”
- İsmail Raci Faruki, Niçin İslam?

Bilim tarihi ‘dinin terakkiye mani’ olduğu düşüncesini tekzip ediyor diyorsak eğer ilk yedi asır sonrasında İslam dünyasının evrensel ölçülerde bilim insanı/düşünür/teorisyen çıkaramamasının mantıklı ve tutarlı bir karşılığı olması gerekir. Müslümanların bu denli geri kalmalarını açıklayacak anlamlı gerekçeler(i) olmalı! Son yüz elli yıldır bu konuyu irdelemeye çalışarak sorunların neler olabileceğine dair görüş bildiren insanların olduğunu biliyoruz. Bu kişilerin farklı mezhep, meşrep ve menhece (Sünni, Şii, Selefi, gelenekçi, muhafazakâr, sufi, modernist, reformist vb.) sahip olması farklı yöntem ve çözüm önerilerinin ortaya çıkmasına neden oluyor. Ses getiren hareket ya da önerileri yüzeysel analiz, katı yöntem ve/veya hamaset içerikli söylemler oluştururken genelde etkin olanların verdikleri ödün mesabesinde mevcut güç odaklarıyla uyumlu hâle gelerek sisteme eklemlenenler olduğunu görüyoruz.

İslami bilimler açısından ilmi yetkinliğe, evrensel düşünce ve hukuk bakımından felsefi derinliğe, birlikte yaşama kültürü bağlamında entelektüel içeriğe sahip düşünceler ve fıtratla örtüşen görüşler çok fazla ilgi çekmiyor. Üzerinde uzun süre çalışılması gereken bu tür öneriler meşakkatli aşamalardan geçmeyi gerektiriyor ve sonuç almak oldukça zor. İsmail Raci Faruki (1921-1986) böylesi bir hareketin (Bilginin İslamileştirilmesi) temsilcilerinden. Eserlerinde sağduyuyu elden bırakmayan Faruki, yeni bir İslami söylemin gerekli olduğunu ve bu söylemle birlikte tüm dünyayı dönüştürebilecek (çünkü İslam o potansiyele sahiptir) bir kültürün oluşabileceğini savunuyor. Faruki, Mahya Yayınları tarafından neşredilen "Niçin İslam?" adlı eserinde Müslümanların bu yeni söylem ve kültürü hayata ikame etmelerinin zorunluluğunu gerekçelendirmeye çalışıyor. Yasemin Savur tarafından tercüme edilen yüz on sayfalık kitap kısa kısa yedi bölümden oluşuyor. Açıkça söylemek gerekirse “Sunuş” kısmı eserin genel çerçevesini aşarak çok daha doyurucu hâle gelmiş. Müslümanların içinde olduğu edilgen/pasif durum Batı ile girdiği epistemolojik etkileşim üzerinden özgün şekilde özetlenmiş. Faruki bu bölümde Malik Bin Nebi’nin (1905-1973) “İslam coğrafyasının sömürülmesinde esas sorumluluk Müslümanlara aittir çünkü sömürülmeye izin vermişlerdir” tespitinin teorik açılımını yapıyor. Sonraki bölümlerde müellifin yer yer özgün analizleri görülüyorsa da pratikte uygulanacak çözüm açısından yetersiz kaldığını söylemek gerekiyor. Beni bu çıkarıma sevk eden en önemli şey, çalışmadaki teorik vurgular diyebilirim. Bu bağlamda tipik bir ‘İslam Nedir’ kitapçığıyla karşı karşıya olduğumuzu söylemek mümkün. İçerikte çerçeve bir din (İslam) anlatılmış olması Müslümanlardan ziyade gayrimüslimler için yazıldığı izlenimi veriyor. Zira İslam’a nispetle yazılanlar ortalama bir Müslümanın bilmesi gerekenleri kapsayan ‘teorik’ bilgiler. Fakat burada ‘dini anlayış biçimi ve yaşayış kültürü’ şeklinde özetlenebilecek kronik sorun göze çarpıyor. Bir türlü çözüme kavuşturulmayan bu sistematik sorun ‘yetkililer’ tarafından ya halının altına süpürülüyor ya da büyük bir özenle sorunun üzeri örtülüyor. Böylesi bir manzarada yazara hak vermek mecbur hâle geliyor: Müslümanlar, teorik yani ideal olanı pratiğe dönüştürme noktasında ne yeterli bilgi, anlayış ve kültüre sahip ne de gereken çabayı gösteriyor. Kısacası o kültürü elde etmek gibi bir derdimiz yok.

Eserde meselelerin teorik olarak ele alınışı dışında ayırt edici bir fark olarak yazarın şahsına münhasır yöntemi/üslubu olduğunu söyleyebiliriz. Bu özellik metni olabildiğince zenginleştirmiş. Özetlemek gerekirse, yazar çalışmasında yer verdiği konuları tarihsel bir zeminde Batı felsefesi ile Hıristiyan ve Yahudi teolojisiyle karşılaştırmalı olarak ele alıyor. Benzer çalışmalar karşı tarafı şeytanlaştıran bir nefret söylemi üzerinden ‘reaksiyonel’ bir üslupla oluşturulurken Faruki çalışmasında uzlaşmacı bir dil kullanıyor. Kitabın amacını “insanlığı anlamayı kolaylaştırmak” şeklinde özetleyen yazarın yer yer değindiği, ‘diğer toplumlarla Müslümanları yakınlaştırma’ düşüncesini hem Müslümanların hem de gayrimüslimlerin mevcut durumuna bakıldığında fazlaca iyi niyetli bulduğumu söylemeliyim. Diğer yandan Faruki’nin, İslam’ın özünde bulunan ‘adelet merkezli birlikte yaşama kültürü’nden mülhem böyle bir görüşe sahip olduğunu düşünüyorum. Yani, Faruki ‘sınırsız hoşgörü ve koşulsuz diyalog’ safsatası üzerinden değil İslami ilkeler üzerinden hareket ediyor.

Kitapta, İslam ve Müslüman, İslami Yaşamdan Kesitler, Müslümanların Bazı Kutlamaları, İslam’da Aile, Müslümanın Görevi, İslami Dünya Düzeni, İslam Kültürü ve Tarihi başlıkları altında namaz, oruç, zekat, hac ibadetlerinin anlam ve önemi belirtilmeye çalışılmış. Ayrıca, Kartezyen düşünceyle karşılaştırılan İslami anlayışın doğaya bakışı, İslam devleti, faiz ve değer ekonomisi, sufizmin kronik pasifliği, tarikat hizipleşmesi, hadis ve sünnet problemi, İsrailiyyat gibi konular çok fazla detaylandırılmadan ele alınıyor. Yazara göre İslami kültürün oluşmasında gerek ibadetler gerekse dinin doğru anlaşılması vazgeçilmez unsurlardır. Müslümanın kim’liği üzerinde duran yazar Müslümanların yaşadığı coğrafya, ortak noktaları ve farklılıklarını değerlendiriyor. İsmail Raci Faruki sadece Müslümanlar için değil tüm insanlık için önemli olan konuları detaylarına inmeden ele alıyor. Örneğin, ‘öteki dünya’ algısı, ödev ve sorumluluk, özgürlük-ahlak ilişkisi, aşırı kutsamacılık, evlilik müessesi, zenginlik, sadaka ve paylaşım, kadın-erkek ilişkileri, ahlak, evrensellik, dindarlık, dinde zorlama, devlet mekanizması, çoğulculuk, kültür ve sanat gibi konuları İslami açıdan ele alırken bir yandan da modern-seküler Batı düşüncesi ile Hıristiyan ve Yahudi teolojisi bağlamında çözümlemeye çalışıyor.

Düşünceleri üzerinden değerlendirildiğinde İsmail Raci Faruki’nin geleneksel İslami anlayışa göre ‘aykırı’ biri olduğu görülür fakat söylemlerini mutedil bir dil ve entelektüel bir içerikle yapıyor oluşu söz konusu aykırılığı nötralize ediyor diyebiliriz. Zira Faruki birçok ‘aykırı’ düşünür ve/veya aydın gibi sert, tehditkar, tahrik edici ya da ötekileştirici bir dil kullanmıyor. Kuşatıcı bir dil kullanmaya özen gösteren yazar, mevcut İslami anlayışın Batı tahakkümü karşısında etkisiz olduğunu belirterek refah ve huzurun tesis edilmesi için İslam kültürünü oluşturulmasının zorunluluğu üzerinde duruyor. İslam kültürünün oluşturulması için de Müslümanların içeriden muhafazakâr-mistik tutuculuğu terketmesi, dışarıya yönelik ise Batı’nın epistemolojik kuşatmasını kırması gerekir. Ancak bu şekilde alternatif söylem, siyaset ve kültür oluşturulabilir. Ona göre İslam’ın meydana getirmek istediği toplumsal, siyasi ve ekonomik yapı tüm dünya için sorun çözücü bir alternatif olacaktır. Bugünün Müslümanlarının, İsmail Raci Faruki’nin yaklaşık yarım asır önce işaret ettiği noktadan giderek uzaklaştığını görüyoruz. Hacimce küçük ama içerik açısından geniş bir düşünce dünyasına kapı aralayan Niçin İslam’ın bize söylediği en önemli şey, bu ‘gerçeği’; “İslam kültürü”ne olan uzaklığımızı yüzümüze vurması sanırım.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

5 Eylül 2018 Çarşamba

Dünyanın yeni ve gerçekçi bir siyasete olan ihtiyacı

2013 yılında Edinburgh'taki TED konuşmasında, gençliğinde tropiklerde altı yılını geçirdiğinden bahseder George Monbiot. Dünyanın en büyüleyici ikliminde araştırmacı gazeteci olarak görev alırken çok çılgınlık ve hatta aptallık yaptığını söyler. Tüm bunların sonunda ise kendini daha önce hiç olmadığı kadar canlı hissettiğini belirtir. Eve döndüğünde bulaşık makinesini doldurmanın artık iyice ilginç bir görev hâline döndüğünü, hayat amacına dair verdiği önemin giderek azaldığını fark eder. "Kendimi hayatımın duvarlarını tırmalarken buldum, adeta ötesindeki daha geniş bir alana çıkış yolunu bulmaya çalışır gibi" der ve şöyle esas konuya şöyle girer: "İnanıyorum ki ekolojik olarak sıkılmıştım."

Oxford Üniversitesi’nde zooloji eğitimi almış Monbiot, gazetecilik kariyeri boyunca gerek yazılarında gerek konuşmalarında yeniden yabanileşme üzerinde durdu. Dünyanın ekolojik dengesini bozan ve ismi ilerleme, kalkınma, modernleşme olan her teknolojik gelişmeye karşı çıktı. Dilimize "Yaban Yaşam: Karayı, Denizi ve İnsan Yaşamını Yeniden Yabanlaştırmak" adıyla çevrilen kitabı birçok uluslararası ödül almış, çevreciliğe dair yaptığı bu katkıların neticesinde UN Global 500 Ödülü'ne layık görülmüş, bu ödülü Nelson Mandela’nın elinden almıştır. Monbiot, zaman geçtikçe ekolojik yorumlarının insan hayatında sahici bir etki bırakabilmesinin yönetim biçimlerindeki hikâyeye dayandığını fark eder ve bu kez de yeni bir kitapla selamlar okuyucularını. "Bu Enkazı Kaldırmak: Kriz Çağında Yeni Bir Siyaset Önerisi", teknolojinin insan hayatını ezip geçtiği bir çağda her şeyin devletlerin elinde olmadığını, insana seslenmeyen bir siyasetin gelip geçiciliğini, insanın bir oy verme makinesi değil hikâyelerden beslenen bir ruh olduğunu anlatıyor. Ütopyalardan beslenmiyor, son derece gerçekçi ve umutlu. Çünkü hayal kuruyor, kurduruyor. Bu hayallerin hiçbiri imkânsıza, elverişli olmayana dayanmıyor. Monbiot şöyle diyor: "Umutsuzluk, hayalgücü tükendiğinde düştüğümüz bir durumdur. Şimdimizi ve yarınımızı betimleyecek hikâyelerden yoksun olduğumuzda umut da solup gider. Siyasi yetersizlik, özünde hayalgücünün yetersizliğidir."

Yaşadığımız yıkımlar, hiç inanılmamış ve yalanlarla, geçiştirmelerle dolu hikâyelerden kaynaklanıyor. Gelecek planlaması adı altında çok kısa bir zamanda başta doğayı, sonrasında insan yaşamını parçalayıp sıkıştıran, yok eden projeler halklara dayatılıyor. Ortada bir sunma da yok. Kimse kimseye bir şey sunmuyor. Evet ve hayır seçenekleri halk için hiçbir şey ifade etmiyor. İnsanlara sadece iki sonucu olan bir soru sormanın karşılığı ne demokrasi ne de siyaset. Monbiot'un kitabının hemen başına aldığı paragrafta Ben Okri, A Way of Being Free (Bir Özgürlük Tarzı) kitabında şöyle diyor: "Kendilerine, kendi gerçekleriyle yüz yüze getiren hikâyeler anlatırlarsa, tarihlerini gelecekteki filizler için özgürleştireceklerdir."

Günümüz siyasetinde ucu çağlar öncesinde dayanan bir hikâye tekerrür ediyor hâlâ. İnsanlığın menfaatlerine karşı mücadele eden güçlü ve hain bir kalabalık kargaşaya sebep olur. Bu kargaşa insanları tedirgin eder, yıldırır. Derken kahramanımız -bir kişi de olabilir bir grup insan da- çıkagelir ve bu kargaşayı kısa bir sürede kuvvetli bir savaşla ortadan kaldırır. Mutlak bir üstünlük kurar ve halkı kurtarır. Bunun karşılığında halktan mutlak bir sadakat bekler ki o kusursuz düzen yeniden tesis edilebilsin. İşte, sadece kahramanlara ve kötülere dayanan siyasetlerin asla esnek olamayacağını, geleek adına hiçbir şey ifade etmeyeceğini, sadece kalabalık ve çalışmak zorunda olduğu için dışarıdan son derece enerjik görülebilecek insanlığın biraz daha içeriden bakıldığında sessizliğin sesini yüklenip fazlasıyla depresif, öfkeli ve huzursuz olduğunu görmenin basitliğini anlatıyor Monbiot. Kötülüğü de iyiliği de anlatırken ikna ediyor. Çünkü sunduğu öneriler ve örnekler gerçekçi, projelendirilmesi mümkün ve ilham verici hikâyelere dayanıyor.

Kitabına yaşadığımız zamanların hikâyesini ortaya çıkararak başlıyor George Monbiot. Gelecek bölümlerde ise yeni bir hikâye, yani yeni bir siyaset üretebilmek için önce açmazları keşfetmeye davet ediyor. Seyircinin (halkın) tutsaklığını görmek, ardına bakmayı bilmek, yabancılaşmadaki huzursuzluğu incelemek, ait olmanın önemini fark etmek, iktisattan faydalanırken önce iktisadın çerçevesini belirlemek, nihayet siyaseti ortaya koymak ve o siyaseti tüm vasıflarıyla birlikte gerçekleştirmek için kendince bir yol haritası sunuyor. Kendisi, "daha iyi bir dünyaya giden patikayı aydınlatacak bir hikâye" diyor buna. Kitabın başından sonuna bakıldığında önce bu hikâyenin ana hatlarını, sonra bu hikâyeyi gerçek bir siyasete dönüştürecek politikaları ve stratejileri ortaya koyuyor. Deneyim, eylem ve olasılık dahilindeki uygulmalarla birlikte hikâyesini şu isme vardırıyor: aidiyet siyaseti.

Ait olmak, kitabın beşinci bölümü. Aynı zamanda Monbiot'un yeni siyaset patikasında vardığı yeri belirginleştiren bir güzergâh. Kimberley Brownlee'nin teşhis ettiği üç aidiyet biçimini var: karşılıklı ait olmak, bir şeye ait olmak ve bir şeyin parçası hissetmek. Monbiot bu üç teşhisi kendince yorumladıktan sonra şu noktaya varıyor: "Daha bebeklikten itibarem bu aidiyet biçimlerinin üçüne de güçlü bir gereksinim duyarız: bir aile ve toplum tarafından sahip olunmak, onların arasında karşılıklılık üzerine kurulu bir yere sahip olmak ve o yerde kendimizi rahat hissetmek. İşte ait olmaya yönelik bu ihtiyaçtır, etkili bir siyasetin ayırdına varıp işe koştuğu. Geçmişte dünyayı değiştirmeye soyunmuş olanlar, bunu derinden kavramışlardır."

Topluluk ruhunun canlanması, katılımcı kültür için olmazsa olmaz niteliğinde. Bir topluluğu yapılandırmanın soylu bir çağrı olduğunu söyleyen Monbiot, topluluk ruhunu canlandırmanın tek başına bir şey ifade etmediğini ve her derde deva olamayacağını da söylüyor. Sorunlarımızın bir kısmını çözebilir, bize güç kaynağı olabilir bu ruh. Ancak onu önemli kılan, katılımcı kültürden asla vazgeçilmemesidir. Bu harikulade sokaklar tasarlamak için de eğitim sistemine dair görülmemiş bir fikir sunarken de aynı öneme sahip. Biz ne kadar ciddi yorumlar ortaya koyarsak koyalım, devlet nezdinde er ya da geç 'engelden başka bir şey değil' konumunda olacağız. Ancak direnmezsek, yani katılımın olmadığı ruhsuz bir dijital kültür içinde boğulmaya devam edersek "bizi de planlarımızı da süpürüp atacak ve yerine otobanlar, ofis binaları, marinalar, golf sahaları ve kapalı siteler yapacaklardır." Monbiot'a göre. Tam da bu yorumun boyutunu düşünürken Facebook'ta sevgili arkadaşımız Haluk Doğan vesilesiyle karşıma düşen, rahmetli Durmuş Hocaoğlu'nun Siyâset ve Kirlilik makalesindeki şu paragrafla göz teması kurdum: "Toplumumuz hemen-hemen her şeyi Devlet'ten istemektedir, ve fakat her şeyi vermeye muhtedir olanın her şeyi almaya da muktedir olacağını aklına getirmemektedir."

Netice itibariyle George Monbiot'un aidiyet siyasetinde şu başlıklar hikâyeyi güçlü kılıyor: Ait olma özlemi, iyi paydaşlık, kamu yararı, sistemi sahiplenmek, halkın bilgeliği ve yuvaya, kendimize dönmek. Tüm bu başlıkların ortak özelliği bir bütünü oluşturabilmek, topluluk olabilmek. Bunun ilk adımı da bir hayal belirleyip oradan başlamak değil, hemen kapılarımızın önünden başlamak. Olmak istediğimiz yerden değil, olduğumuz yerden başlayabilmek. Peki, 'büyük buluşma'dan sonra ne olacak? Şöyle bitiriyor Monbiot: "Yalnızlık ve yabancılaşma çağını, rekabet ve aşırı bireycilik takıntımızı, imge ve şöhret tapıncımızı ve iktidarla zenginliği ardımızda bıraktığımızda, karşımızda bizi beklemekte olan bir kişi bulacağız. Gerçek karakteri baskılanmış olan, hayal ettiğimizden iyi biri bu. İçimizde yaşayan, tüm bu süre boyunca orada duran biri."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

4 Eylül 2018 Salı

Resmi tarihin dışından İzmir suikastını okumak

İzmir suikastı, yakın dönem Türk tarihinin en çetrefilli konularından biridir. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’ya yönelik; içerisinde eski bakanlar, milletvekilleri, valiler gibi üst düzey kişilerin de bulunduğu isimler tarafından planlanmış ancak gerçekleştirilmeden fark edilip önlenmiştir. Sorumluları veya sorumlu olabilecekler istiklal mahkemelerinde yargılanmış ve sonunda birçok isim idam edilmiştir. Resmi tarihe göre bu durum böyledir. Fakat bir de Kemal Tahir’in Kurt Kanunu romanı vardır. Resmi tarihle birçok yönden paralel olsa da olayın özellikle suikast önlendikten sonraki durumunu daha farklı yönden aksettirir Kemal Tahir. Zaten tepki görmesinin sebebi de budur. Devlet Ana’yı yazdığı zaman, bir kesim tarafından ‘Osmanlıcı’ ilan edilen ve suçlanan Kemal Tahir, bu romanı yayımladığında ise yine aynı kesim tarafından Mustafa Kemal düşmanı olarak görülür. Zaten bu kesimlerdir Tahir’i suskunlukla pasifize etmeye çalışanlar.

Daha önce Bilgi Yayınevi ve Tekin Yayınları’ndan baskısı yapılan Kurt Kanunu son olarak İthaki Yayınları’nca neşredilmiştir ve halen bu yayınevinden satışı yapılmaktadır. 1969 yılında ilk baskısı yapılır kitabın. Üç ana bölümden oluşan kitabın bölümlerinin isimleri şöyledir: Kanlı Tuzak, Sürek Avı, İnsanlık. 1992’de sinemaya ve 2012’de de televizyona uyarlanmış bir romandır Kurt Kanunu.

Kanlı Tuzak isimli birinci bölümde suikast için Gülcemal isimli vapurla İstanbul’dan İzmir’e gönderilen namlı suikastçı Ziya Hurşit ve iki adamı (Gürcü Yusuf ve Laz İsmail) hakkındaki güvensizlikler bölümün bir kısmını oluşturur. Suikastın, yani tuzağın İstanbul kısmı baz alınır bu bölümde. Kitap genelinde ilahi bakış açısı kullanılır ve bu bölümde üzerinde durulan en önemli isim, ilk olarak, ünlü fedai, İttihatçı, eski mutasarrıf ve vali Abdülkerim Bey’dir. Bölümün diğer ana karakteri, İttihatçıların ‘Küçük Efendi’si’ Kara Kemal Bey’dir. (Çünkü büyük efendi Talat Bey’dir). Bir kısım tarihçilere göre suikastın asıl planlayıcılarındandır Kara Kemal Bey. Fakat Kurt Kanunu’na göre ise Abdülkerim’in suikast için tetikçileri ikna etmek için habersizce adını bu işe bulaştırdığı kişidir. Kara Kemal Bey’i Yorgun Savaşçı romanındaki Halil Kut Paşa’ya benzer bir rolde görmek mümkündür. Onun gibi sakin, akıllı, olayları iyi muhakeme edebilen, suikasta karşı, kısaca kafası çalışan biridir. Abdülkerim’le zıt karakterleri oluştururlar. Suikastçılara karşı ortaya çıkan güvensizlikten sonra saklandıkları yerlerde İttihatçıların iktidarda oldukları zamanlarda yapılan hataları sık sık Abdülkerim’e söyler Kemal Bey. Bu özelliğidir aslında onu Halil Kut paşa’ya yaklaştıran. Bir özeleştiri, iç muhasebe, akıllıca bakış ve vatan sevdası. Kimilerine göre sevilmeseler de. Abdülkerim’e yönelttiği şu sözler, onun suikasta karşı olduğunun da kanıtıdır Kurt Kanunu’nda:

Vazgeçemediniz gitti şu tabanca oyunlarından… Muhalefette düşürmediniz elinizden. İktidarda hiç bırakmadınız. Anlatamadım merhuma… Tabancayla devlet idare edilemeyeceğini… Anlatamadım dedimse…

İlk bölümün bana göre gereksiz olan ya da gereksiz uzatılan tek kısmı, Abdülkerim’in suikast için İzmir’e gönderdiği Ziya Hurşit’in kapatması Naciye’yle olan ilişkisi. Bölüm olarak diğer olaylarla ilgisi zayıf da olsa var, bu açıdan eleştirilmesi doğru değil fakat bu ilişkinin yazım olarak (genellikle cinsel açıdan) uzun tutulması ve gereksiz ögelere yer verilmesi eleştirdiğim kısım. Buna betimlemelerin gücü de diyebiliriz; fakat ben gereksiz uzatılmış diyorum. Bu anlatım tarzı Tahir’in alışıldık tarzıdır. Fakat bu, kanaatimce, hassaten Namuscular kitabında başarılı görünüyordu, Kurt Kanunu’nda değil.

İlk bölümün mekân tasvirleri de okur için zorlayıcı bir yapıda değil. Boğmayan bir mekân ve kişi tasviri yer alıyor kitap genelinde. Özellikle Kara Kemal Bey’i her haliyle gözümüzün önüne getirebiliyoruz. Özellikle kişilik özellikleriyle. İlk bölüm ve diğer bölümler için söyleyebiliriz ki diyaloglar da oldukça başarılı. Konuşma cümlelerinden kimin konuştuğu hemen fark ediliyor. Bunu Kemal Tahir için diyor olmak komik gelebilir çünkü yazar zaten diyaloglarıyla kendi tarzını ortaya koyuyor her kitabında. Yine de Tahir’i ilk kez okuyacaklar için söylenmeli diye düşünüyorum.

İkinci bölümde mekân olarak Şefik Bey’in karısı Semra Hanım’ın evi, sonrasında da çiftliğini görüyoruz. Romanın iki kahramanı Kemal Bey ile Abdülkerim bu yerleri saklanmak için kullanıyor. Bu bölümün adı ‘Sürek Avı’. Bir av başlıyor gerçekten. Cumhuriyet yönetimine muhalifleri ve İttihatçıları tasfiye avı. Önce Kara Kemal Bey sonra da Abdülkerim üzerinden anlatıyor yazar bu bölümü. Bir av peşine düşen muktedirler yüzünden iki başkahramanı daha da sıkıntılı hallerde görüyoruz bu bölümde. Zaten ikinci bölümün önemli özelliklerinden biri, karakterlerin iç monologlarla içlerinde bulunan sıkışmışlığı ortaya çıkarmaları:

Birden, sofadaki saat vurdu. Soluğunu keserek bekledi. Arkası gelmeyince, ‘Bir,’ dedi. Yorgunluktan sırtı ağrıyordu. N’arıyordu bu gazetelerde? Gayet iyi biliyordu ki, gazeteler ancak olanı olduktan sonra yazar… Çaresizlik içinde debelendiğini anlayarak utandı. Gazeteyi yavaşça yere bırakıp çevresine biraz şaşkın baktı. Ne işi vardı bu yabancı evde? Bunca deneylerine, bunca gücüne rağmen, demek bu kadar çürük müydü yaşayışı için sağladığı güven? En küçük bir esintiyle darmadağın mı oluverecekti hemencecik?

Kitabın hem yayımlandığı dönemde hem de hâlâ niçin tepki çektiğini anlayabileceğimiz birçok pasaj mevcut bu bölümde. Bunu Berna Moran’ın Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı kitabında mezkûr kitap hakkında yaptığı yorumla birlikte ele alabiliriz. Moran, Kurt Kanunu için kısacası roman, Cumhuriyetin ilk yıllarında halkçılar ile muhalefet arasındaki iktidar kavgasını, halkçıların teröre kayışını sergiler ve bu tarihsel gelişimin (Kemal Tahir'e göre) nedenlerini açıklar. Yazar, İzmir suikastını diktatörlüğe sapan halkçıları okuyucunun gözünde suçlamak için kullanır diyor. Bunu neye göre dediğini şu pasajla birlikte anlayabiliriz. Tahir, suikasttan Cumhuriyet idaresinin bu plandan haberdar olduğunu ve bunu tüm muhalifleri, tekkeleri ve istemediği kişi ve kurumları ortadan kaldırmaya yönelik olarak kullandığını belirtir:

‘Bizi temizlemeye mi karar verdiler peki? Şimdi, bizim hepimizi…’”

‘Cavit’in tutuklanmasına kadar, ‘Olmaz öyle şey,’ diyordum. Tutuklanınca…’

‘Orasını bilmem. Bildiğim, bugünkü ortamda, demokrasi sökmeyecekti. Bunu anladılar. Şeyh Sait İsyanı bahane oldu. Takrir-i Sükûn Kanunu çıktı. İstiklal Mahkemeleri kuruldu. İsyan mıntıkasındaki mahkemeyi hadi zorunlu sayalım, Ankara’daki neden gerekli olsun? Terakkiperver Parti’yi kapattılar. Geçenlerde Ankara İstiklal Mahkemesine Yargıtaysız adam asma hakkı tanıdılar. Birtakım haksız kazanç dedikoduları alıp yürümüştü. Partileri kapatılan muhalif mebuslar Meclis açılınca üstlerine çullanacaktı. Bunu Meclis açılmadan önlemek gerekti. İstanbul gazetecilerini neden Elaziz İstiklal Mahkemesi’ne gönderdiler de, Ankara İstiklal Mahkemesine vermediler. Çünkü o zaman Ankara Mahkemesi’nin adam asmak yetkisi yoktu. Maksat da gazetecileri yıldırmaktı. Çok önceden bilindiği, dikkatle izlenildiği anlaşılan bu suikast teşebbüsü de ekmeklerine yağ sürdü.

Konyaktan içti, hiç telaşsız sigara yaktı. ‘Bir taşla iki değil üç kuş verecekler gibime gelir. Muhalif mebusların gürültüsünü, ordudaki nüfuzunu, İttihatçılığın kökünü hep birden kazıyacaklar.

Bu bölüm Kara Kemal Bey ve Abdülkerim üzerinden ilerlese de yan roller hikâyeyi genişletiyor. Bölümle ilgili olumsuz şunu diyebilirim: Kitaplarda rastlantıları pek sevmem. Hikâyeye zarar verdiklerini düşünürüm. Burada da Abdülkerim, saklandıkları yerde jandarma tarafından basılacaklarını Hayriye adındaki bir kadından tesadüfen öğrenir. Hayriye’nin bunu jandarmadan, onunsa, bir vakit Abdülkerim ile konuşan Şaban adlı toptancıdan öğrenmesi çok göze batmasa da, Şaban’ın iki kaçağı Abdülkerim ile yaptığı konuşmadan tahmin etmesi biraz zorlama olmuş. Kaçak olduklarının anlaşılmasının ipuçları daha net verilseydi bölümün bu kısmı daha gerçekçi olacaktı. Üçüncü bölümde ana mekân olarak Emin Bey’in evini görebiliriz. Emin Bey eski İttihatçıdır fakat İttihatçılığı ‘tarafsız kalmak adına’ bırakmıştır. Kardeşi Perihan’la yaşayan Emin Bey’in evine gazeteci yeğeni Murat da sık sık gelir. Bu bölümün yan karakterlerindendir Murat. (Kemal Tahir bazı kitaplarında ‘gazeteci Murat’ rolünde kendine yer vermiştir aslında).

Kara Kemal Bey’le çocukluk arkadaşıdır Emin Bey. Kara Kemal Bey’in, Perihan sayesinde Emin Bey’in evine sığınmasıyla tekrar yollar kesişir. Fakat bunun fark edilmesi ve Emin Bey’in ‘kaçakları saklamak suçuyla’ İstiklal Mahkemesi’nde yargılanması bu bölümün asli olaylarındandır. Bu bölüm daha çok fikirler üzerinden ilerler. Uzun konuşmalar vardır özellikle Kemal Bey tarafından. Politikayla ilgili tiratlar atar Kara Kemal Bey bu bölümde. Başlarda da dediğim gibi, İttihatçılığı da eleştirir, kendisini de, Cumhuriyet idaresini de. İttihatçılığın komitacılığa evrilmesi ise canını en çok sıkan konudur.

Bizim ömrümüz, bütün suçlarımızı muhaliflerimize yüklemekle geçmiştir… Büyük politika sandık bunu… Yatkınmışı, alıştık. Daha beteri, en suçlularımıza, en utanmazlarımıza uyarak, doğru söyleyenlere, hiçbir suçu olmayanlara diş biledik yıllarca… Giderek muhaliflerimizle aramızdaki ilintileri hırsızlarımız, alçaklarımız, manyaklarımız belirleyip denetler hale geldi. Bu heriflerin ne kadar rezil, ne kadar işe yaramaz olduklarını… Ne demek işe yaramaz! Tersine, kancıklıklarını… Aptallıklarını… Çalıp çırptıklarını bile bile, muhaliflerimizi en alçak iftiralarla karalamalarını beğeniyorduk, sırtlarını sıvazlayarak kışkırtıyorduk, mükâfat olarak da çalmalarına, namussuzluklarına göz yumuyorduk. İstiklal Mahkemelerinin çoğunlukla bizim ikinci takım döküntülerinden kurulması rastlantı değildir.” (Ayrıca bu bölümde Kemal Tahir’in ekonomik açıdan görüşlerini de Kara Kemal Bey’in bakış açısından kitaba aktardığına şahitlik eder okurlar.)

Üçüncü bölümün esas kahramanı Emin Bey’dir. İç konuşma ve çelişkilerini uzun uzun bizlere aktarır yazar. Sorumlu, vicdanlı bir adamın iç muhasebesini bu kadar gerçekçi yazmak kolay değildir fakat Tahir bunu başarmıştır. Diğer bölümlerde karşılaştığım birkaç aksaklığı yukarıda belirtmiştim. Bu bölüm ise kitabın en temiz bölümüdür. Çok aksiyon yoktur ama fikir vardır. Kemal Tahir’in düşüncelerini de en net bu bölümde görürüz.

Adı baştan belli olmayınca romanın yazılması zorlaşır der Kemal Tahir. Romanın adı temellerinden biridir diye ekler. Bu bana, İsmet Özel’in önce şiir isimlerini bulmasını, sonra şiirlerini oluşturmasını hatırlattı. Kemal Tahir’in de kitap ve kitaptaki bölüm isimlerinin rastlantısal değil, bilerek ölçerek belirlediğini her kitabından görebiliriz. Kurt Kanunu isminin nereden geldiğini de Kara Kemal Bey’in sözlerinden anlarız bu bölümde. Bir savaşa girilmiş ve kaybedilmiştir. Kurtlukta da düşeni yemek kanundur.

Kurt Kanunu’nda yazar ortaya bir argüman sunuyor ve bunu sonuna kadar savunuyor. Roman hakkında yapılan çoğu eleştirinin ideolojik gözlüklerle yapıldığı kanaatindeyim. İyi değil, çok iyi bir romandır Kurt Kanunu. Karakterlerin inandırıcılığından hikâyenin ele alınmasına, anlatımın tutarlılığından yazı tarzına kadar… Birkaç küçük eleştirimin olması, bu kitabın ‘çok iyi olmadığı’ manasına gelmiyor. Çünkü hikâyenin bütününe etki etmiyor o olumsuzluklar.

Yakın tarihimizin en önemli olaylarından olan İzmir suikastını, resmi tarihin dışına çıkarak bir de Kemal Tahir’den okumak herkese iyi gelecektir.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

27 Ağustos 2018 Pazartesi

Hikâyeye göç zamanı

Hikâye için şiirleşememiş roman tanımını yapabiliriz. Şiir, sözün rafine edilmiş hali ise hikâye de işlenmiş ve fazlalıkları azaltılmış bir edebi tür olarak değerlendirilebilir.

Türk edebiyatı birçok güzel hikâyeciye sahip. Bu türün hakkını veren dün birçok yazarımız vardı, bugün de onlardan aldığı bayrağı hakkıyla taşıyan birçok yazarımız var. İnanıyorum ki daha nice usta kalem yetişecek bu coğrafyadan. Hikâye kitaplarının kitapçı raflarındaki görüntüsü benim bu konudaki umudumu canlı tutmaya yetiyor.

Hayatın benim için zor süreçlerinden geçerken özellikle hikâye okumalarına ağırlık veririm. Normalde de hikâye kitapları okumayı çok severim ancak sıkıntılı dönemlerim için hikâye okumayı bir tür terapi olarak görürüm. Hikâyeye göç zamanımın geldiğine kanaat getiririm o vakitlerde. Göç Zamanı, lisedeyken Köse Kadı romanıyla tanıdığım Bahaeddin Özkişi’ye ait bir eser. Ötüken Neşriyat usta yazarın daha önce yayımlanmamış hikâyelerini de bir araya getirerek harika bir işe imza atmış. Yazarın; Bir Çınar Vardı, Göç Zamanı ve daha önce yayımlanmamış Papağan Dedi ki adlı eserleri tek kitapta toplanmış.

Köse Kadı ve devamı olan Uçtaki Adam romanlarındaki Bahaeddin Özkişi’den farklı bir görüntüsü var yazarın, hikâyelerinde. Belki de ben öyle görmek istediğim için böyle düşünüyorum. Mezkûr iki roman, tarihi karakterleri ve olayları hâvî eserler. Göç Zamanı ise farklı konuları ve farklı içerikleri olan hikâyelerden oluşuyor.

"Hakikatten uzakta, aşktan bihaber, ‘Men ta senin yanında dahi hasretem sana’ mısraının manasını düşünecek vakit bulamadan, geldiler ve gittiler."

"Hepimiz Gibi" başlıklı hikâyede geçen bu bölüm günümüzün aşktan uzak ilişkilerinin fotoğrafını yansıtan bir mahiyette görünüyor. Erkek söylemesi gereken şeyleri söylüyor, kadın vermesi gereken tepkileri veriyor ve her şey beklenildiği gibi gerçekleşiyor. Merak unsuru yok, aşkın yakıcı etkisi yok, ismi âşık sıfatıyla anılacak bir kahraman yok…

Kitabın “Bir Çınar Vardı” adlı ilk bölümünde geçen bu hikâye bir minimal öykü karakteri taşıyor. Eserin hem bu bölümünde hem de diğer bölümlerinde minimal öykü olarak nitelendirilebilecek çok sayıda öykü yer alıyor.

Bir erkek ne zaman büyür? Olgun bir erkek hangi özellikleri taşır? Hiç düşündünüz mü?

"O da diğerleri gibiydi.
Arkadaşlarından küfür etmesini, babasından işe gitmesini öğrendi.

İcabında açıkgöz, icabında namuslu oldu. Âşık olduğunu zannetti, üzüldü. Güldüğünü zannetti, tuzlu suyu gözyaşı zannetti, yıldızlara bak ne güzel, dedi ve esnedi.

O duyduğuna, gördüğüne, bildiğine emindi. Fakat ne gördü, ne duydu, ne bildi."

Olgun Adam” adlı kısa öyküden alınan yukarıdaki satırlarda yaşanmış sayılan ancak hiçbir anı farkına varılarak ve hissedilerek geçirilemeyen ömürler üzerine bir yorum yapılmış gibidir. Şimdi, bu hikâyeden yola çıkarak yaşımız kaç olursa olsun kendi hayatımızın muhasebesini yapma vaktimiz gelmiş demektir.

Günümüzde aşkın ve sevginin ifade ediliş biçimindeki sığ görüntüler üzerine zaman zaman düşünürüm. Çiftlerin birbirlerine hitap ederken kullandıkları zevksiz hitaplar, birlikteyken sergilenen çocuksu davranışlar, telefon konuşmalarına ve mesajlara yansıyan hangi dilden türediği belirsiz kelimeler beni hep rahatsız eder.

Eskiden de böyle miydi yoksa her şey çok fazla göz önünde olduğu için mi bu kadar basitleşti anlamaya çalışıyorum. Okuduğum kitaplar, dinlediğim hatıralar geçmişle bugün arasındaki seviye farkının oldukça fazla olduğunu gösteriyor. Eskiden çok daha estetik, çok daha sade ve bir o kadar da etkileyici bir üslubun var olduğu kendini hemen hissettiriyor.

Bütün bunları, eserin ikinci bölümünde yer alan “Vermek ve Ötesi” adlı hikâyede geçen bir sahnenin etkisi hâlâ devam eden büyüsüyle yazdım.

"...Şişeyi, abdestliğin kenarına itinayla koydu. Tenekeden çıkardığı ekmekten irice bir dilim kesti, büyük bir mendile bağladı, sonra suyu ve ekmeği evin en fazla güneş tutan yerine astı. Avludan gelen seslere kulak verdi bir müddet... uzun süre konuşmadan çalıştılar.
...
Neden sonra Hatçe şöyle bir doğruldu, belinin ağrısını gidermek istercesine geriye kaykıldı. Çoktan sormak istediği bir soru dudaklarındaydı; yendi çekingenliğini, canlı bir hamleyle "A yenge," dedi, "hep soran diyon, de baken, ekmeyinen suyunu ne deye küneşe asıyon?" İrkildi Zöhre, " ne var ne soryon?" dedi sert. Sonra yumuşadı, kahırla çizgilenmiş yüzü, ince bir gülüşle aydınlandı. "A deli, Ali Ağan küneşin annında ıscak su içeken, guru ekmek yirken.. Ne bilem a'zım varmıyo sook suya, teze ekmeğe."

Zöhre Kadın ve Hatçe arasında geçen diyalog anlatmak istediklerimi halk ağzıyla ne de güzel ifade etmiş oldu eksiksiz ve fazlasız.

Eserin son bölümünde daha çok yazarın sosyal meselelere dair mesajlar içeren hikâyeleri yer alıyor. Müthiş bir gözlemin sonucu yazıldığını belli eden eserlerde göze çarpan en önemli unsurlar ise mizah ve ironi.

Bu bölümün en dikkat çekici hikâyelerinden biri olan “Almanya Notları”, Türk ve Alman toplumlarının sağlık konusuna bakış açılarını kıyaslayan güzel ve komik bir örnektir.

Almanya sınırında üzeri aranan kahramanımız eşyaları arasında yer alan peynir ve sucukla ilgili olarak şüphe uyandırır. Çünkü bahsedilen besinler Alman standartlarını tutmayan ve sağlıksız olarak görülen ürünlerdir. Kahramanımız her ne kadar bunların kendisine ait olduğunu ve yiyecek olarak götürdüğünü söylese de Alman yetkilileri ikna etmeyi başaramaz. Sonuç olarak kahramanımız o yiyecekler bitene kadar hapis/gözaltı cezası alır. Bu süreçte herhangi bir işle meşgul olamadığı için de hayli kilo alır.

Göç Zamanı, okuduktan sonra yüzümde tebessüm bırakan güzel kitaplar arasında yer alıyor benim için. İnsan ve topluma dair düşünmeyi ertelemememiz gereken birçok konuyu barındırıyor bünyesinde edebiyat kıvamında.

Emrah Oflaz
emrah.oflaz@mynet.com

Grotesk bir romanda gerçeğin izdüşümü

Eskiden tutarsızlıkları ve/veya absürtlükleri gördükçe hayatın bir düzen içinde ara ara ortaya çıkan cinnet hâli olduğunu düşünürdüm. Bu düşünceyi terk edeli epey oldu. Artık insan için hayat her şeyden çok ‘reality show’. Kültür emperyalizmi, tüketim çılgınlığı, gösteri toplumu, haz çağı gibi sosyo-kültürel, sosyo-politik ya da sosyo-ekonomik kavramsallaştırmalar insanlığın geldiği noktayı tam anlamıyla yansıtmakta yetersiz kalıyor. Zira günümüz insanı fantastik bir akışın içinde ‘kendinden geçmiş hâlde’ geziniyor. Hayat, coşkunluk veren ‘carpe diem’in çok ötesinde, sarhoşluk veren ‘just do it’ mantığıyla yaşanıyor. Katil, maktul veya kahraman ya da ünlü olmak yahut gözden düşmek görecelilik kadar rastgeleliğe bağlı. İnsan bir anda kimine göre rezil iken kimine göre takdir edilesi bir konumda olabiliyor ve bunun rasyonal bir mantığı yok. Yaşam arka arkaya görülen rüyaların toplamı gibi bir şey. Gerçek ile gerçeküstü aynı anda ve birlikte meydana geliyor.

Horacio Castellanos Moya’nın Jaguar Kitap tarafından yayınlanan Yılanlarla Dans adlı eseri hayatın söz konusu gerçek-gerçeküstü diyalektiğinin göstergesi gibi. Yüz kırk dört sayfalık bu kısa romanın çevirisi İlker Özünlü’ye ait. Yılanlarla Dans’taki aykırılık ya da sıradışılık gerçeklerle ilişkilendirilerek veriliyor. Kitabı okurken fantastik bir rüyaya eşlik ediyor, bitirdiğinizde ise gerçeküstü öğelerle dolu bir rüyadan uyanmış gibi oluyorsunuz. Fakat öte yandan uyandığınız hayatın çok farklı olmadığını biliyorsunuz.

İki anlatım tipi/açısı kullanan yazar bazı bölümleri başkarakterin ağzından ‘ben anlatıcı’ tekniğiyle aktarırken bazı bölümleri ‘o anlatıcı’ (ya da yazar anlatıcı) tekniğiyle bir gözlemci olarak aktarıyor. ‘Ben anlatıcı’ tekniğinin kullanıldığı bölümler olaylardan ziyade psikolojik bir iç gerilimi yansıtıyor diyebiliriz. ‘O anlatıcı’ tekniğinin kullanıldığı bölümlerde ise olayların arka planı daha net görülebiliyor lakin hikâyedeki gizem perdesi kitap bittiğinde bile tam olarak aralanmıyor. Bu bağlamda farklı teknik ve bakış açılarının kullanılması metne ayrı bir zenginlik katmış.

Yılanlarla Dans’ı farklı açılardan okumak mümkün. Örneğin Latin Amerika halklarına dair siyasi, toplumsal ve ekonomik veriler içeriyor olması metni salt roman olmaktan çıkarıyor. Romanın başkarakteri sosyoloji mezunu işsiz bir genç olan Don Eduardo evli ablasının yanında kalmaktadır. Günlerini gazete okuyarak ve televizyon izleyerek geçirmektedir. Bir gün yaşadığı evin olduğu sokağa eski bir araba park edilir. Arabada hırpani kılıklı, yaşlı görünen bakımsız bir adam yaşamaktadır. Don Eduardo bu huysuz ihtiyarla iletişime geçmeye çalışır ve zor da olsa başarır. Birlikte bir süre zaman geçirdikten sonra onu öldürür ve yaşadığı sokağa dönerek eski arabanın yanına gelir. İlk baştaki amacı yaşlı adamın arabanın içinde ne gizlediğini öğrenmektir. Arabanın içine girmesiyle olaylar fantastik bir şekilde gelişmeye başlar. Bulduğu mektuplardan adamın kim olduğunu ve sokaklarda yaşamaya başlamasının nedenini öğrenir. Bir süre sonra arabada gizlenmiş dört ‘dişi’ yılanı farkeder ve onlarla konuşmaya başlar. Her birine bir isim verdiği bu yılanlarla duygusal bir iletişim kurar. Yaşlı adama dair tüm detayları öğrendikten sonra onu sokaklarda yaşamaya mecbur eden kişilere karşılık vermek ister. Artık amacı onun yerine geçmektir.

Olayın ‘ben anlatıcı’ kısmı böyle gelişirken ‘o anlatıcı’ kısmında bambaşka bir görüntü vardır. Şehirde adeta terör olayları baş göstermiştir. Arka arkaya ölümlü vakalar, patlamalar, yangınlar çıkmaktadır. Olayların ortak noktası saldırıların yılanlı olması ve ölümlerin büyük kısmının yılan saldırısından (zehrinden) kaynaklanmasıdır. Vakayı çözmesi için görevlendirilen emniyet müdürü yardımcısı meseleyi ilk başta fazla önemsemez fakat kısa sürede bu kadar ölümlü olayın meydana gelmesi şehir açısından güvenlik sorunu olmaya başlar. Olaylar medyanın spekülatif yayınlarının tesiriyle iktidar tarafından planlı olarak örgütlü bir yapının saldırısı şeklinde değerlendirilir ve devlet başkanının hayatının tehlikede olduğu şeklinde yorumlanır. Alınan tedbirler ve yürürlüğe sokulan uygulamalar devlet aygıtının günümüzde fazlaca tanık olduğumuz aşırı korumacı refleksiyle birebir örtüşüyor. Bu anlamda yazar modern devlet anlayışının üstenci görüntüsünü gözler önüne seriyor.

Eserde işlenen konu aşkın bir anlam dünyasına sahip. Metinde yazarın içinden çıktığı bölgedeki sınıfsal farklılıklar, medyanın spekülasyona dayalı işleyişi ve bürokrasinin hantal yapısının izleğini sürmek mümkün. Bunun da ötesinde bölgenin alkol ve uyuşturucu gerçeğiyle de karşılaşıyorsunuz. Net olarak belirtilmese de romanın başkarakterinin davranış bozukluğu gösterdiği veya şizofren ya da paranoyak olduğuna dair göndermeler bulunuyor. Başkahramanın yılanlarla kurduğu (fantastik ve aşırı olarak nitelendirilebilecek) cinsel içerikli aykırı ilişki bu sorunları gün yüzüne çıkarıyor. Sosyo-ekonomik açıdan psikolojisi alt üst olmuş eğitimli, işsiz bir gencin alkol ve uyuşturucu kullandığında yaşadıkları sürreal bir anlatımla gözler önüne seriliyor. Yalın bir gerçekliğe dönüşmüş sahteliklere karşı bir manifesto niteliği taşıyan Yılanlarla Dans, grotesk ve Latin Amerika edebiyatına ilgi duyanların yanında yeraltı edebiyatı severlerin de ilgisini çekecek bir kitap.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp