11 Eylül 2018 Salı

Sanatın toplumsal işlevi üzerine

“Onun sanatı daha çok toplumsal ve insan severlik boyutları taşıyordu; halkına hizmet etmek istiyordu ve seçtiği yol resim yapmaktı.”
- Bozorg Alevi, Gözleri

Frankfurt Okulu düşünürleri Marksizm’in insanlığa gereken çözümü sunma noktasında yetersiz kaldığını söyler. Marksist felsefe adına itiraf niteliği taşıyan bu revizyonist yoruma göre Marksizm sosyolojik gerçekliği ve kültürel farklılığı gerektiği ölçüde dikkate almamış, insanın manevi yönünü es geçmiş ve dolayısıyla yetersiz kalmıştır. Bu başarısızlık burjuvanın daha da güç kazanmasında etkili olmuştur. Frankfurt Okulu sosyal bilimler alanında çok fazla fikir üretmiştir fakat çalışmalarına yön veren temel kavramlar kültür, sanat ve estetik olmuştur diyebiliriz. Kültür ve sanat faaliyetlerinin toplumsal yapı üzerindeki etkisi ve/veya tam tersi yöndeki etkileşimi üzerinde duran ‘Okul’ temsilcilerinin çoğunluğu, dünyayı yaşanmaz hâle getiren burjuva sorunundan kurtulabilmek için sanatın yegane sığınak olduğu görüşündedir. Bu konuda daha fazla mesai harcayan Theodor W. Adorno (1903-1969) kapitalizm ve burjuvanın toplumunu yabancılaştıran işleyişi ve emperyalist yapısına karşı çare olarak sanatı önerir. Aydınlanma ve pozitivizmin getirisi olan modernizmin insanlığı sürüklediği felaketten kurtuluş sanat sayesinde olacaktır. Ortaya konulan görüşlerin teknik yönleri için Besim F. Dellaloğlu’nun Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum adlı eserine bakılabilir. Müellif, konuyu fazla detayına girmeden çerçeve bir metinle ele alıyor.

Çağdaş İran Edebiyatı’nın önde gelen isimlerinden Bozorg Alevi’nin (1904-1997) Gözleri isimli eserini okurken Frankfurt Okulu’nun sanat hakkındaki görüşleri hatırıma geldi. Romanda siyasi, ekonomik ve toplumsal olarak çalkantılı günler geçiren İran’da suyu tersine akıtmak için seçilen kişi ünlü bir ressamdır. Dolayısıyla sorunların çözümünde sanatın itici bir güç olarak belirlendiği görülüyor. Fabula Kitap etiketini taşıyan iki yüz elli sayfalık eser Mojgan Dolatabadi tarafından tercüme edilmiş. Hikâye, Şah Rıza Pehlevi’nin (1878-1944) İran’ı yönettiği dönemde (1930’lar) yaşanıyor. Bu bağlamda tarihsel gerçekliklerle örtüşen bir roman kurgulandığı görülüyor.

Şah Rıza Pehlevi’nin darbe yaparak iktidara geldiğini ve İran’ı ‘istibdat’ ile yönettiğini biliyoruz. Roman meseleye buradan dâhil oluyor. Şah, polis gücüyle baskı rejimi kurmuştur ve keyfi uygulamalarla iktidarını devam ettirmektedir. Konjonktüre uygun olarak (o dönem Türkiye Cumhuriyeti’nde de olduğu gibi) Batılılaşma, modernleşme ve çağdaşlaşma bağlamında yapılan inkılaplar ön plandadır. Yönetimin icraatlarının toplumun değerleriyle uyuşmaması açık bir direnme noktası oluşturur fakat bu uyumsuzluk önemsizdir. Devlet eliyle toplumun dizayn edilmesi yönündeki katı uygulamalar kararlı şekilde devam etmektedir. Diktatörlüğe karşı çıkan muhaliflerin ya hapse atıldığı ya da sürgüne gönderildiği ülkede korku ve endişe hâkimdir. Paranoya hâlinde yaşayan halk bitkin düşmüş, ümitsiz ve çaresiz bir suskunluğa gömülmüştür. Gazeteler sorunları görmezden gelerek şah yanlısı yayın yapmakta, aydın ve sanatçılar şaha övgüler dizmektedir.

Bu sosyo-politik durumda ünü İran sınırlarını aşmış muhalif bir ressama (Makan Hoca) toplum nezdindeki saygınlığı nedeniyle henüz dokunulamamıştır. Ayrıca Avrupa’da da tanınan bu sanat insanının Batı’da güçlü bağlantıları vardır. Şah yönetimi hem toplumdan tepki çekmemek hem de Batı’yla ters düşmemek adına meseleye temkinli yaklaşmaktadır. Makan Hoca ise şaha karşı faaliyetlerini büyük bir gizlilik içinde yürütmektedir. Bir süre sonra Makan Hoca’nın şah karşıtı faaliyetlerinin kanıtlarına ulaşan yönetim onu tutuklar. Hapisle cezalandırılacağına kesin gözüyle bakılan Makan Hoca beklenmeyen bir kararla sürgüne gönderilir ve bir kaç yıl sonra ölür. Ünlü ressamın ölümü ülkede geniş yankı bulur. Anmak için devlet tarafından konferanslar, sergiler düzenlenir ve hatta bu organizasyonlara katılmak milli bir seferberliğe dönüştürülür. İlginçtir ki, bu seferberlik daha sonra halktan gördüğü ilgi yüzünden muhaliflerin oyunu olarak değerlendirilerek yasaklanır.

Hayatında kadınlara yer vermemesiyle bilinen Makan Hoca’nın ölmeden önce yaptığı bir tablo insanların dikkatini çekmiştir. Gözleri dışında belli belirsiz bir kadının resmedildiği tabloda diğer kısımlar ne kadar belirsiz ve etkisiz ise gözler o kadar belirgin ve etkileyicidir. Kim olduğu bilinmeyen kadın hakkında çok fazla dedikodu üretilir. Makan Hoca’nın tablolarının sergilendiği okulda görevli olan bir yönetici tablodaki gözlerin tesiri altında kalarak kadının peşine düşer ve yıllar sonra olayın iç yüzünü öğrenir.

Genel olarak ‘ben anlatım’ tekniğini kullanan yazar, ülkenin sosyo-politik durumunu okulda görevlendirilen yöneticinin iç konuşmaları üzerinden yansıtıyor. Yer yer diyalogların bulunduğu metinde kadın karakterin hikâyesi kendi ağzından aktarılıyor. Bu yönüyle diyalog ve monologların iç içe geçtiği görülüyor. Eserde merak hissi baştan sona etkisini yitirmiyor fakat muhtemelen çeviriden kaynaklanan bazı kurgusal sorunlar ve küçük anlam karışıklıkları var.

Kitabın ana konusu aşk olsa da şah yönetimi altındaki İran toplumunun yaşadığı zorluklar sanat ve modernleşme ekseninde kurgulanmış. Özellikle sanata yüklenen misyon düşünüldüğünde Batı orijinli bir alt metin okura eşlik ediyor diyebiliriz. Gerici, despot, fakir, eğitimsiz Doğu’nun karşısında hümanist, çağdaş, zengin ve eğitimli Batı bulunuyor. Yazarın tip ve karakter seçimi ile akıştaki detaylar bu düşünceyi destekler nitelikte. Örneğin diktatörü devireceği düşünülen aydın gençler Avrupa’da örgütlenmektedir ya da İran’dan kaçmak gerektiğinde gedilecek hatta kamuoyu oluşturulacak yer Avrupa’dır. Eserdeki en belirgin karakter diyebileceğimiz Makan Hoca Avrupa’da eğitim almış, idealist ve vizyon sahibi bir sanatçıdır. Toplumunun iyiliğini her şeyin üzerinde tutan Makan Hoca davası için hayatını feda etmekten kaçınmayacak biridir. Romanın kadın karakteri zengin, hayatın gerçeklerinden habersiz, sıkıntı yaşamamış, kötü niyetli olmasa da sadece kendini düşünen biridir. Kadının annesinin geleneksel din anlayışına sahip olması onu dünyaya kapalı hâle getirmektedir. Bu açıdan donuk hâlde yaşanan din hurafelerle iç içedir. Kadının babası ise zenginliğini verdiği güçle yaşayan, din ile pek alakası olmayan bir tiptir. Bu bağlamda romanda kullanılan kişi, kavram ve hikâyenin akışında bol miktarda sembolizm kullanıldığı görülüyor.

Yazar, ülkenin siyasi durumu, toplumsal yapısı ve iktidar olma biçimi ustaca tarif ediyor. Toplum siyasi baskıyı görünce susmayı seçmektedir. Gazeteler spekülatif ve yanlı yayın yapmaktadır ve bürokrasi çıkar ilişkileri içindedir. İktidar ise acımasızlığını ve adaletsizliğini her fırsatta göstermektedir. Yönetim her meseleyi çıkarına dönüştürebilme cüretini zorbalığından almaktadır. Örneğin sürgüne gönderdiği Makan Hoca’nın cenazesini kullanmaktan geri durmamış, ‘resmi tören yaparak sanata gösterdiği önemi’ ortaya koymuştur. Oysa benzer şekilde bir çok muhalifin hayatını kaybetmesine sebep olan yine aynı devlettir.

Doğu toplumlarının sorunlarını ele alırken kullanılan dilin daha bir önem kazandığını düşünüyorum. Mevcut sorunlar ve çözüm önerileri belirtilirken Batı’nın epistemolojik üretiminden faydalanıldığında ister istemez oryantalist bakış harekete geçmiş oluyor. Oryantalizm en basit tabiriyle Batı’nın Doğu’yu görme biçim(ler)i ve epistemolojik gücünden ontolojik üstünlük devşirme yöntemidir. Bu yöntemin Batı lehine başarısı tartışılmaz lakin ilginç olan, Doğu içinde bu anlayışı içselleştirenlerin azımsanmayacak derecede fazla olması sanırım. Ortaya çıkan vakayı yine Batı literatürüyle açıklamak gerekirse ‘Stockholm Sendromu’ olarak tanımlamak mümkün. Benzerleri gibi Gözleri adlı eserde de bu anlayış fazlasıyla görülüyor. Yazar, mensubu olduğu topluma karşı diktatörün zalimane uygulamalarını ortaya koyarken ötekileştirdikleri üzerinde tahakküm kurmayı ilke edinmiş bir başka anlayışın etkisi altına girmekten kurtulamıyor.

Bozorg Alevi eserinde yozlaşmış toplumsal yapıya ve sınıfsal farklılıklara yer veriyor. Buna göre toplumun alt tabakaları zor şartlar altında yaşam mücadelesi verirken zengin kesim rahat bir hayat sürmektedir. Diğer yandan iktidar ‘makul vatandaş’ üretme peşindedir. Toplumun talepleri ve değerlerinin yok sayıldığı görülüyor fakat imkan bulan vatandaşın yönetimle işbirliği yapması toplumsal yozlaşmayı açığa çıkarıyor. Bu durumun sadece İran’a özgü olmayıp bölgedeki diğer toplumlarda da görülmesi bir tesadüf olmasa gerek. Bu açıdan eser İran özelinde geniş bir coğrafyanın analizini yapıyor diyebiliriz. Sadece bir aşk romanı olmayan Gözleri, İran toplumuna farklı açılardan bakmayı mümkün kılıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder