Hasan Ali Toptaş ile ilk tanışmam Gölgesizler romanıyla oldu. Yalnız bu tanışma iyi mi oldu kötü mü oldu tam emin değilim. Çünkü Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler romanını okurken kitaptan başımı kaldırdığım zaman “acaba gerçek dünyaya mı döndüm?” dercesine Inception filminde yer alan totemlerden birine ihtiyaç duymadım değil.
Hepimizin bazen “ben bunu daha önce yaşamıştım”, dediği anlar veya “ben sizi bir yerden tanıyorum”, dediği kişiler olmuştur. Hasan Ali Toptaş’ın zamanı ve karakterleri de bu anlardan veya bu kişilerden meydana geliyor. Tek farklı yönü ise karakterlerin bu “dejavu” durumundan haberlerinin olmaması. Eserde kahramanların bir varoluş sancısı çektiğini her bölümde, sayfada, kelimede hissediyoruz. O antik çağlardan beri gelen “acaba bu dünya başka bir dünyanın yansıması mı?” sorusuna da cevap bulmaya çalışıyoruz. Hatta bu öyle bir duruma dönüyor ki kitabı okurken eser içinde canlı, cansız her şeyin varlığını sorgulamaya başlıyoruz.
Aynı zamanda kitabı okurken aklıma hemen Yaşar Kemal’in Tek Kanatlı Bir Kuş adlı romanı geldi. Tek Kanatlı Bir Kuş adlı roman oldukça canlı anlatımlar aktarır okuyucuya. İki romanda da yer alan o fantastik, o masalsı anlatım okuyucuyu içine çekmektedir. Tek Kanatlı Bir Kuş romanında halkının neden terk ettiği bilinmeyen bir kasaba vardır. Buraya yeni atanan bir posta müdürü, karısı ve yurtdışına göç edip tekrar izine gelen karakterler yer alır eserde. Onlar kasabaya uzak bir noktaya kadar gidebilmiş yalnız oradan ötesine geçememişlerdir. Çünkü hiçbir otobüs şoförü kasabanın içine girmeyi bırakın yakınından dahi geçmeyi kabul etmezler. Gölgesizler’i okurken aklıma bu kitabın gelmesi de şöyle oldu: Acaba, dedim posta müdürünün giremediği kasaba, Gölgesizler’de bulunan köy müdür? Yalnızca Gölgesizler adlı romandaki kahramanlar mı çıkıp girebilmektedir köye?
Gölgesizler adlı romanda çocukların bir an başlarını kaldırıp çınarın üstünde, ardında uzun bir duman bırakarak giden uçak; köye girmek için bekleyen posta müdürü ve yanında bulunanların gördüğü uçakla aynı mıdır? Bu uçak her iki kitapta da bir özgürlük, kaçış timsali olarak mı yer almaktadır? Tek Kanatlı Bir Kuş romanında kasabanın üstüne yıkılıp gelen dağ, dağlarda dolaşıp çaresizce tekrar köye “bir dağ gibi yıkılıp gelen” bekçi midir? Tek Kanatlı Bir Kuş’ta o bekçiden mi korkarlar bir dağa benzeterek? Bir felaket habercisidir heybetiyle bu dağlar. Gölgesizler adlı romanda varlık sancısıyla boğuşan köylüler sanki birdenbire boşaltmıştır köyü de sonra kimsenin girmeye cesaret edemeyeceği bir kasabaya dönmüştür orası. Posta müdürü ve yanındakiler bu yüzden girememektedirler oraya. Köy bir kasabaya dönüşmüştür zaman içinde ve kasaba da durdukça korku üretmektedir. Bu korku köyün meydanında başlamıştır ilk olarak büsbütün. Zaten köyün temaşa alanı, kalbi de orasıdır. O köylülerin nedenini, nereden geldiğini anlayamadıkları pis kokuyla anlamışlardır artık orada yaşanılmayacağını da terk edip gitmişlerdir köyü. Köy bu ağırlığı atınca üstünden büyümeye başlamıştır ve bir kasaba olmuştur. Korku da bir set gibi çekilmiştir köy meydanından çıkıp, yayılarak kasabanın sınırlarına. Dikenli teller nasıl çekilirse sınıra, korku da öyle korumaktadır kasabayı dışarıdan.
İki romanın da kesiştikleri nokta bu korku gibi görülür. Yaşar Kemal de Hasan Ali Toptaş da Anadolu’nun o ıssızlığını göstermişlerdir kitaplarında. Hatta bu duruma sadece edebiyat alanından bakmayalım, Nuri Bilge Ceylan da aynı şekilde işlemektedir filmlerinde bir bakıma Anadolu’yu. Anadolu’dur, beşiktir birçok medeniyete, efsaneye, hikâyeye. Anadolu’dan böyle iki fantastik romanın çıkması da tesadüf değildir bu yüzden.
Tugay Özdemir
twitter.com/TugayOzdmr
16 Temmuz 2018 Pazartesi
13 Temmuz 2018 Cuma
Tanrısız insanlık!
Sineklerin Tanrısı’nı ilk okuduğumda modernizm eleştirisinin yanı sıra (dinsel-mitolojik göndermeler nedeniyle) Hıristiyan teolojisi bağlamında çözümlemeye gayret etmiştim. Dini değinilerle birlikte metaforlarla bezeli metin büyük oranda Batı medeniyeti eleştirisi içeriyordu. Sineklerin Tanrısı üzerine temel kanı, insanın çocuk da olsa ne kadar zalimleşebileceğini gösterdiği üzerinedir. Bu durum insanın doğuştan sahip olduğu ‘ilkelliğin’ bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Batı felsefesi ve Hıristiyan teolojisi açısından düşünüldüğünde insanda var olan ilkel dürtüler ve ilk günah teorisi arasında ilginç bir örtüşme bulunuyor. Konuyu dağıtmadan yazıya dönecek olursak, Sineklerin Tanrısı için en önemli değerlendirme Batı’nın medeniyet anlayışının niteliğine yönelik katı eleştiri içerdiğidir. Medeniyet -ya da ilerleme- diye tanımlanan şeyin gerçek yüzü hiç de öyle anlatıldığı gibi değildir. Bu süreç insanlığa acı, ıstırap ve kötülük getirmiştir. Yazarın konuyu ele alışını anlamak açısından kitabın yayınlandığı dönemin II. Dünya Savaşı sonrası (1954) olmasının önemli bir detay olduğunu düşünüyorum. Zira kurguda Nazi Almanya’sı ve Avrupa’nın diğer toplumlarında yaşananların etkisini görmek mümkün. Savaş bilindiği üzere dünyaya bakışı tümüyle değiştirmiş, modernist anlayışı günah keçisi ilan etmiştir.
Sineklerin Tanrısı’nda savaş nedeniyle yaşadıkları yerden uzaklaştırılmak istenen bir grup çocuğun kaza sonucu ıssız bir adada mahsur kalmasından sonraki süreçte birbirlerine karşı acımasızca davranışları ele alınıyor. Medeniyete dair hiçbir şeyin olmadığı adaya dağınık halde düşen çocuklar bir araya gelerek birlikte yaşamaya başlıyor. Yazar bu yolla modern insanın medeniyet üreterek ilkel hayattan gelişmiş (toplumsal) hayata geçiş serüvenine göndermede bulunuyor. İlk başta iş bölümü yapan çocuklar yönetim, yiyecek, güvenlik gibi konularda kararlar alıyor fakat alınan kararları uygulama aşamasında çekişme ve mücadeleler ortaya çıkıyor. Farklı yaş ve karakterlere sahip çocuklar toplumun farklı katmanlarını simgeliyor diyebiliriz. Yönetim konusunda etkin olmak isteyen kişi ve/veya gruplar karşı tarafa üstünlük sağlamak için her yola başvuruyor. Sonuç itibariyle savaştan kaçırılmak ya da kurtarılmak istenen ‘masum’ çocuklar ‘canavarlaşarak’ başlattıkları bir savaşın içinde buluyor kendini. Bu haliyle yetişkin insanları aratmayan bir görüntü çıkıyor ortaya. Günümüz dünyasını anlamak açısından önemli bir metin olduğunu düşündüğüm Sineklerin Tanrısı’nı sadece insan psikolojisi bağlamında değil sosyal psikoloji açısından da dikkate almakta fayda var.
Kurgu ve üslupları çok örtüşmese de Jaguar Yayınları’ndan çıkan Tanrısız Gençlik de benzer bir konuyu ele alıyor. Macar asıllı Ödön von Horváth (1901-1939) imzalı yüz doksan iki sayfalık eser Oktay Değirmenci tarafından Türkçeye çevrilmiş. Arada önemli farklar bulunuyor elbette. Örneğin Tanrısız Gençlik II. Dünya Savaşı öncesinde (1937) kaleme alınmış. Savaşın henüz yaşanmamış olması Sineklerin Tanrısı’ndaki hırçınlığın ortaya çıkarmadığı şeklinde değerlendirilebilir fakat metnin sakinliğini yaşananlardan ziyade yazarın karakterine bağlı olduğunu düşünüyorum. Yazarın bu özelliği bir başka farklılığı; akıcı, nahif ve kırılgan üslubu ortaya çıkarıyor. Metnin bu özelliği Tanrısız Gençlik’i çok daha doğal kılıyor.
Kitabı zaman ve mekân üzerinden değerlendirdiğimizde II. Dünya Savaşı öncesi Almanya ve çevresindeki toplumların ele alındığını görüyoruz. Metin her ne kadar tarihsel bir kesiti ele alsa da psikolojik ve sosyolojik yönleriyle zaman ve mekânı aşıyor. Yazarın ele aldığı konuyu kabaca modernizmin etkisiyle sekülerleşen dünya anlayışı ve insani -ya da hümanist- değerlerden uzaklaşan yaşam biçimi şeklinde özetleyebiliriz. Eserin yazıldığı dönemin siyasi anlayışı ve toplumsal karşılıkları açıkça görülebiliyor. Yazar konuyu bir öğretmen ve öğrencileri üzerinden işliyor. Öğrencilerin belirli kazanımları elde etmesi için okul hayatı dışında kamplara götürüldüğü bir eğitim sistemi oluşturulmuştur. Kız ve erkeklerin ayrı olarak götürüldüğü bu etkinlikler öğretmenlerin gözetiminde gerçekleşmektedir. Romanın başkarakteri olan öğretmen okulundaki bir grup öğrenciyle kampa gider ve kamp sırasında kaybolan bir çocuk ölü olarak bulunur. Kamptaki bir başka çocuk cinayeti işlediğini söyleyerek suçu üstlenir. Mahkemeye çıkarılan çocuğun bazı konularda takındığı tutum öğretmeni şüphelendirir. Görünüşe göre cinayetin sebebi katil zanlısının günlüğünün okunmasıdır fakat günlüğü öğretmen okumuştur ve bunu kimse bilmemektedir. Cinayetin kendisi yüzünden olduğu düşüncesi öğretmenin içten içe suçluluk duymasına neden olur ve olayı aydınlatmak ister. Kitabın başından beri öğretmenin yaptığı karakter analizlerinin burada işe yaradığını görüyoruz. Bu yanıyla eser psikanalitik açıdan da değerlendirilebilir.
Metnin genel çerçevesi ırkçılık, emperyalizm, sömürgecilik, evrensellik, hümanizm ve din kavramları etrafında oluşturulmuş. Henüz II. Dünya Savaşı başlamamış olsa da Nazizm’in etkilerini (özellikle propaganda ile fanatizm ilişkisinin meydana getirdiği anlayışı) baskın şekilde görebiliyoruz. Dini ve ahlaki değinilerin yanı sıra felsefi ve psikolojik değerlendirmeler eseri zenginleştiriyor. Yazar bu kavramları idealize etmek yerine siyasi ve toplumsal yozlaşmayı anlatmak için kullanıyor. Kitabın bu özelliği gerçeklikle kurgu arasındaki makası daraltarak metni doğallaştırıyor. Okuma listesine ekleyenler için uyarmadan geçmeyelim; edebi açıdan oldukça keyifli olan metin boyunca uğrayacağınız metafor yağmuru için gerekli önlemleri almadan yola çıkmayın.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Sineklerin Tanrısı’nda savaş nedeniyle yaşadıkları yerden uzaklaştırılmak istenen bir grup çocuğun kaza sonucu ıssız bir adada mahsur kalmasından sonraki süreçte birbirlerine karşı acımasızca davranışları ele alınıyor. Medeniyete dair hiçbir şeyin olmadığı adaya dağınık halde düşen çocuklar bir araya gelerek birlikte yaşamaya başlıyor. Yazar bu yolla modern insanın medeniyet üreterek ilkel hayattan gelişmiş (toplumsal) hayata geçiş serüvenine göndermede bulunuyor. İlk başta iş bölümü yapan çocuklar yönetim, yiyecek, güvenlik gibi konularda kararlar alıyor fakat alınan kararları uygulama aşamasında çekişme ve mücadeleler ortaya çıkıyor. Farklı yaş ve karakterlere sahip çocuklar toplumun farklı katmanlarını simgeliyor diyebiliriz. Yönetim konusunda etkin olmak isteyen kişi ve/veya gruplar karşı tarafa üstünlük sağlamak için her yola başvuruyor. Sonuç itibariyle savaştan kaçırılmak ya da kurtarılmak istenen ‘masum’ çocuklar ‘canavarlaşarak’ başlattıkları bir savaşın içinde buluyor kendini. Bu haliyle yetişkin insanları aratmayan bir görüntü çıkıyor ortaya. Günümüz dünyasını anlamak açısından önemli bir metin olduğunu düşündüğüm Sineklerin Tanrısı’nı sadece insan psikolojisi bağlamında değil sosyal psikoloji açısından da dikkate almakta fayda var.
Kurgu ve üslupları çok örtüşmese de Jaguar Yayınları’ndan çıkan Tanrısız Gençlik de benzer bir konuyu ele alıyor. Macar asıllı Ödön von Horváth (1901-1939) imzalı yüz doksan iki sayfalık eser Oktay Değirmenci tarafından Türkçeye çevrilmiş. Arada önemli farklar bulunuyor elbette. Örneğin Tanrısız Gençlik II. Dünya Savaşı öncesinde (1937) kaleme alınmış. Savaşın henüz yaşanmamış olması Sineklerin Tanrısı’ndaki hırçınlığın ortaya çıkarmadığı şeklinde değerlendirilebilir fakat metnin sakinliğini yaşananlardan ziyade yazarın karakterine bağlı olduğunu düşünüyorum. Yazarın bu özelliği bir başka farklılığı; akıcı, nahif ve kırılgan üslubu ortaya çıkarıyor. Metnin bu özelliği Tanrısız Gençlik’i çok daha doğal kılıyor.
Kitabı zaman ve mekân üzerinden değerlendirdiğimizde II. Dünya Savaşı öncesi Almanya ve çevresindeki toplumların ele alındığını görüyoruz. Metin her ne kadar tarihsel bir kesiti ele alsa da psikolojik ve sosyolojik yönleriyle zaman ve mekânı aşıyor. Yazarın ele aldığı konuyu kabaca modernizmin etkisiyle sekülerleşen dünya anlayışı ve insani -ya da hümanist- değerlerden uzaklaşan yaşam biçimi şeklinde özetleyebiliriz. Eserin yazıldığı dönemin siyasi anlayışı ve toplumsal karşılıkları açıkça görülebiliyor. Yazar konuyu bir öğretmen ve öğrencileri üzerinden işliyor. Öğrencilerin belirli kazanımları elde etmesi için okul hayatı dışında kamplara götürüldüğü bir eğitim sistemi oluşturulmuştur. Kız ve erkeklerin ayrı olarak götürüldüğü bu etkinlikler öğretmenlerin gözetiminde gerçekleşmektedir. Romanın başkarakteri olan öğretmen okulundaki bir grup öğrenciyle kampa gider ve kamp sırasında kaybolan bir çocuk ölü olarak bulunur. Kamptaki bir başka çocuk cinayeti işlediğini söyleyerek suçu üstlenir. Mahkemeye çıkarılan çocuğun bazı konularda takındığı tutum öğretmeni şüphelendirir. Görünüşe göre cinayetin sebebi katil zanlısının günlüğünün okunmasıdır fakat günlüğü öğretmen okumuştur ve bunu kimse bilmemektedir. Cinayetin kendisi yüzünden olduğu düşüncesi öğretmenin içten içe suçluluk duymasına neden olur ve olayı aydınlatmak ister. Kitabın başından beri öğretmenin yaptığı karakter analizlerinin burada işe yaradığını görüyoruz. Bu yanıyla eser psikanalitik açıdan da değerlendirilebilir.
Metnin genel çerçevesi ırkçılık, emperyalizm, sömürgecilik, evrensellik, hümanizm ve din kavramları etrafında oluşturulmuş. Henüz II. Dünya Savaşı başlamamış olsa da Nazizm’in etkilerini (özellikle propaganda ile fanatizm ilişkisinin meydana getirdiği anlayışı) baskın şekilde görebiliyoruz. Dini ve ahlaki değinilerin yanı sıra felsefi ve psikolojik değerlendirmeler eseri zenginleştiriyor. Yazar bu kavramları idealize etmek yerine siyasi ve toplumsal yozlaşmayı anlatmak için kullanıyor. Kitabın bu özelliği gerçeklikle kurgu arasındaki makası daraltarak metni doğallaştırıyor. Okuma listesine ekleyenler için uyarmadan geçmeyelim; edebi açıdan oldukça keyifli olan metin boyunca uğrayacağınız metafor yağmuru için gerekli önlemleri almadan yola çıkmayın.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
12 Temmuz 2018 Perşembe
Vampir üzerine bir kitap arıyorsanız bu o kitap!
Vampirlerle ilgili hatırladığım ilk şey büyük kanallardan birinde, ana haber bülteninde çıkan “vampir özel programı”ydı. Sunucu köhne bir yerde vampirlerle ilgili onlarca korkutucu şeyi ballandıra ballandıra anlatıyordu. O küçük yaşımda ilgiyle izlemiş, sonra da tüm gece uyuyamamıştım. Muhayyel vampir tiplemelerimin kanımı emeceğini, açık pencereden birden üstüme atlamak suretiyle beni öldüreceklerini düşünerek sabahı zor etmiştim. O programın etkisini bir daha hiçbir kitap ya da filmde bulamayacağımı düşünüyordum. Oysa Türk Kültüründe Vampirler: Oburlar, Yalmavuzlar ve Diğerleri çocukluğumun korkulu rüyasını gençliğimde bana katbekat yaşattı. Hem de akademik bir dil ve kanıtlarla…
Kitabın büyüsü hala üzerimdeyken önce yazarlara değinmek istiyorum.
Mehmet Berk Yaltırık’ı Kayıp Rıhtım’ın müdavimleri iyi bilir; gerek Öykü Seçkisi’ndeki hikâyeleri gerekse de dosyalarıyla yazarlarımız arasında olup kendisi aynı zamanda ödüllü bir yazar ve araştırmacıdır. Seçkin Sarpkaya’nın ismine de Türklerin Şeytani Masalları kitabından aşinayız. Kendisinin Gates of Eternity adlı metal grubunun solisti olmasına ve internette küçük bir arama sonucunda çıkacak ilgi çekici makalelerine hafif bir kıskançlıkla hayran kaldığımı söylemeliyim. Bu iki yetenekli ve üretken yazarın bir araya gelmesini coşkuyla karşılıyor ve hemencecik kitaba geliyoruz.
Önsöz okumaktan çekinen, hatta sıkıcı bulan biriyseniz bu kitap fikrinizi tamamen değiştirecek. “İnsanoğlunun tarihi, aynı zamanda canavarların tarihidir,” cümlesiyle başlayan ve günümüz insanının eskiye dair inançlarını hala nasıl devam ettirdiğiyle devam eden yazı öyle keyifli ki önsöz böyleyse kitap nasıldır kim bilir dedirtiyor. Anlayacağınız Doğu Yücel’in cümlelerinin de kitaptan geri kalır yanı yok.
Kitap iki ana bölümden oluşuyor. Bunlardan ilki akademik kariyerini Türk Dili ve Edebiyatı alanında sürdüren Seçkin Sarpkaya’nın makalesi. Bu bölüm Sarpkaya’nın çalışmanın genel çerçevesini açıklamasıyla başlıyor ve ardından vampirin tanımıyla devam ediyor. Hiç vampir deyip geçmeyin, hele de aman kan emip sarımsakla kaçan yaratıklar hiç demeyin. Yerli ve yabancı kaynaklardan derlenmiş onlarca bilgi ışığında vampirler tamamen farklı bir yüze bürünüyor. Ölen şamanların bazen vampir olarak uyanacağını, vampirlerin farklı türlerinin olduğunu, hatta güllerin de vampirlerin korktuğu nesneler arasında olduğunu biliyor muydunuz? Ayrıca benim çok şaşırdığım bir bilgi olarak vampir kelimesinin etimolojik olarak Türk diline ait olduğu bilgisine vakıf mıydınız? Peki bazı Türk boylarında vampirlerin bulutları yutarak kuraklığa yol açtığına inanıldığı hiç aklınıza gelir miydi? Aslında bu incelememi daha fazla sürpriz bozanla süslemek istesem de kendimi durduruyorum, hoş durdurmasam da zaten eseri edinecekler hayret nidalarıyla kitabı okuyacaklar.
Sarpkaya’nın çizdiği vampir profili bizim bildiklerimizden çok farklı; bu yaratığı kendi halk masallarımızdaki canavarlarla özdeşleştirmiş ve detaylıca anlatmış. Okudukça vampir kültlerine mi hayran kalacaksınız yoksa Sarpkaya’nın detaycılığına ve özenine mi, varın buna siz karar verin. Lafı daha uzatmadan ikinci bölüme geçelim.
Bu bölümün ilk sayfalarında Evliya Çelebi’nin seyahatnamelerinden ve Şemseddin Sami’nin Kamus-i Turki eserinden vampirlerle ilgili alıntılar bizi karşılıyor. Osmanlı Tarihi’nde yazılmış, vampirlerle ilgili onlarca metinle çalışma devam ediyor. Bazı satırlar öyle hayret verici ki; mesela Bram Stoker’ın Drakula (1897) adlı romanını yazarken ünlü Türkolog Arminius Vambery’den edindiği bilgilerden yararlandığından ya da Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin vampir fetvalarından benim haberim yoktu. Ayrıca Yaltırık’ın sosyal medya aracılığıyla yaptığı derlemeler de hem yapılış yöntemi açısından hem gelen derlemeler itibariyle oldukça ilgi çekici. Yaltırık özellikle Balkan ve Osmanlı çevresinden o kadar fazla yazılı belge sunmuş ki kitaba inanmak istemiyorsunuz. Tüm tarih ve kültürlerde vampirlerin ne kadar yer kapladığına tekrar ve tekrar şaşırıyorsunuz. Yazar çalışmasının sonunda Türk Edebiyatı’ndaki vampirlere odaklanıp makalesini sonlandırıyor. Size de elde kalem, satın alınacak kitaplar listesi oluşturmak kalıyor.
Her iki bölüm için de bir genelleme yapmak gerekirse evet eser genel itibariyle Türk kültüründeki vampirleri inceliyor ama bambaşka coğrafyalardaki vampir ve canavar inanışlarını, yazılı belgeleri içinde topluyor. Yani elinizdeki kitap vampirler hakkında ilk kaynağınız olmaya aday.
Ömer Ünal’ın editörlüğünü yaptığı ve Haydar Barış Aybakır’ın yayına hazırladığı eserde küçük hatalar dahi görmedim. Ayrıca yayınevinin diğer kitaplarına göz attığımda da Türk Mitolojisi hakkında çeşitli kaynaklara ev sahipliğini yaptığını gördüm.
Hilal Arslan’ın tasarladığı kapaktaki fontların çeşitliliğini çok beğendim. Keza Güven Erkin Erkal’ın arka kapak yazısıyla çok uyumlu bir arka kapak da var. Fakat ön kapaktaki figürü o kadar benimseyemedim, yine de eğer cadı ve vampir mitlerinin karşılaştırıldığı bir anlatımı varsa (kitapta bu mesele üzerine çok duruluyor) ön kapak da çok başarılı oluyor o zaman. Geriye tek bir sorun kalıyor, o da yayınevinin kocaman kullanılan logosu… Sanki biraz daha minimal kalsa bu kadar göz yormazdı.
Eser içerik olarak çok etkili ve konsantre. Otuz beşinci sayfalarda çok uzun zaman okuduğumu düşünüp sayfa numarasına bakmıştım ve daha başlarda olduğumu fark etmiştim. Bunun kesinlikle akıcı olmamasıyla alakası yok; yazarların, alışageldiğimiz akademik metinlerin bir türlü bitmeyen giriş yazılarından ve dolaylı anlatım yollarından uzak durmalarıyla ilgili. Böyle olunca saf bilgi kalıyor ve mitleri öğrenmekten keyif alıyorsunuz. Yukarıda da değindiğim gibi eğer vampir üzerine bir kitap arıyorsanız bu o kitap!
Uygar Özdemir
* Bu yazı daha evvel Kayıp Rıhtım'da yayınlanmıştır.
Kitabın büyüsü hala üzerimdeyken önce yazarlara değinmek istiyorum.
Mehmet Berk Yaltırık’ı Kayıp Rıhtım’ın müdavimleri iyi bilir; gerek Öykü Seçkisi’ndeki hikâyeleri gerekse de dosyalarıyla yazarlarımız arasında olup kendisi aynı zamanda ödüllü bir yazar ve araştırmacıdır. Seçkin Sarpkaya’nın ismine de Türklerin Şeytani Masalları kitabından aşinayız. Kendisinin Gates of Eternity adlı metal grubunun solisti olmasına ve internette küçük bir arama sonucunda çıkacak ilgi çekici makalelerine hafif bir kıskançlıkla hayran kaldığımı söylemeliyim. Bu iki yetenekli ve üretken yazarın bir araya gelmesini coşkuyla karşılıyor ve hemencecik kitaba geliyoruz.
Önsöz okumaktan çekinen, hatta sıkıcı bulan biriyseniz bu kitap fikrinizi tamamen değiştirecek. “İnsanoğlunun tarihi, aynı zamanda canavarların tarihidir,” cümlesiyle başlayan ve günümüz insanının eskiye dair inançlarını hala nasıl devam ettirdiğiyle devam eden yazı öyle keyifli ki önsöz böyleyse kitap nasıldır kim bilir dedirtiyor. Anlayacağınız Doğu Yücel’in cümlelerinin de kitaptan geri kalır yanı yok.
Kitap iki ana bölümden oluşuyor. Bunlardan ilki akademik kariyerini Türk Dili ve Edebiyatı alanında sürdüren Seçkin Sarpkaya’nın makalesi. Bu bölüm Sarpkaya’nın çalışmanın genel çerçevesini açıklamasıyla başlıyor ve ardından vampirin tanımıyla devam ediyor. Hiç vampir deyip geçmeyin, hele de aman kan emip sarımsakla kaçan yaratıklar hiç demeyin. Yerli ve yabancı kaynaklardan derlenmiş onlarca bilgi ışığında vampirler tamamen farklı bir yüze bürünüyor. Ölen şamanların bazen vampir olarak uyanacağını, vampirlerin farklı türlerinin olduğunu, hatta güllerin de vampirlerin korktuğu nesneler arasında olduğunu biliyor muydunuz? Ayrıca benim çok şaşırdığım bir bilgi olarak vampir kelimesinin etimolojik olarak Türk diline ait olduğu bilgisine vakıf mıydınız? Peki bazı Türk boylarında vampirlerin bulutları yutarak kuraklığa yol açtığına inanıldığı hiç aklınıza gelir miydi? Aslında bu incelememi daha fazla sürpriz bozanla süslemek istesem de kendimi durduruyorum, hoş durdurmasam da zaten eseri edinecekler hayret nidalarıyla kitabı okuyacaklar.
Sarpkaya’nın çizdiği vampir profili bizim bildiklerimizden çok farklı; bu yaratığı kendi halk masallarımızdaki canavarlarla özdeşleştirmiş ve detaylıca anlatmış. Okudukça vampir kültlerine mi hayran kalacaksınız yoksa Sarpkaya’nın detaycılığına ve özenine mi, varın buna siz karar verin. Lafı daha uzatmadan ikinci bölüme geçelim.
Bu bölümün ilk sayfalarında Evliya Çelebi’nin seyahatnamelerinden ve Şemseddin Sami’nin Kamus-i Turki eserinden vampirlerle ilgili alıntılar bizi karşılıyor. Osmanlı Tarihi’nde yazılmış, vampirlerle ilgili onlarca metinle çalışma devam ediyor. Bazı satırlar öyle hayret verici ki; mesela Bram Stoker’ın Drakula (1897) adlı romanını yazarken ünlü Türkolog Arminius Vambery’den edindiği bilgilerden yararlandığından ya da Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin vampir fetvalarından benim haberim yoktu. Ayrıca Yaltırık’ın sosyal medya aracılığıyla yaptığı derlemeler de hem yapılış yöntemi açısından hem gelen derlemeler itibariyle oldukça ilgi çekici. Yaltırık özellikle Balkan ve Osmanlı çevresinden o kadar fazla yazılı belge sunmuş ki kitaba inanmak istemiyorsunuz. Tüm tarih ve kültürlerde vampirlerin ne kadar yer kapladığına tekrar ve tekrar şaşırıyorsunuz. Yazar çalışmasının sonunda Türk Edebiyatı’ndaki vampirlere odaklanıp makalesini sonlandırıyor. Size de elde kalem, satın alınacak kitaplar listesi oluşturmak kalıyor.
Her iki bölüm için de bir genelleme yapmak gerekirse evet eser genel itibariyle Türk kültüründeki vampirleri inceliyor ama bambaşka coğrafyalardaki vampir ve canavar inanışlarını, yazılı belgeleri içinde topluyor. Yani elinizdeki kitap vampirler hakkında ilk kaynağınız olmaya aday.
Ömer Ünal’ın editörlüğünü yaptığı ve Haydar Barış Aybakır’ın yayına hazırladığı eserde küçük hatalar dahi görmedim. Ayrıca yayınevinin diğer kitaplarına göz attığımda da Türk Mitolojisi hakkında çeşitli kaynaklara ev sahipliğini yaptığını gördüm.
Hilal Arslan’ın tasarladığı kapaktaki fontların çeşitliliğini çok beğendim. Keza Güven Erkin Erkal’ın arka kapak yazısıyla çok uyumlu bir arka kapak da var. Fakat ön kapaktaki figürü o kadar benimseyemedim, yine de eğer cadı ve vampir mitlerinin karşılaştırıldığı bir anlatımı varsa (kitapta bu mesele üzerine çok duruluyor) ön kapak da çok başarılı oluyor o zaman. Geriye tek bir sorun kalıyor, o da yayınevinin kocaman kullanılan logosu… Sanki biraz daha minimal kalsa bu kadar göz yormazdı.
Eser içerik olarak çok etkili ve konsantre. Otuz beşinci sayfalarda çok uzun zaman okuduğumu düşünüp sayfa numarasına bakmıştım ve daha başlarda olduğumu fark etmiştim. Bunun kesinlikle akıcı olmamasıyla alakası yok; yazarların, alışageldiğimiz akademik metinlerin bir türlü bitmeyen giriş yazılarından ve dolaylı anlatım yollarından uzak durmalarıyla ilgili. Böyle olunca saf bilgi kalıyor ve mitleri öğrenmekten keyif alıyorsunuz. Yukarıda da değindiğim gibi eğer vampir üzerine bir kitap arıyorsanız bu o kitap!
Uygar Özdemir
* Bu yazı daha evvel Kayıp Rıhtım'da yayınlanmıştır.
9 Temmuz 2018 Pazartesi
Eksik olanı keşfetmekle başlar her şey
"İnsan, insan olma ihtiyacından vazgeçemiyor."
- Ayfer Tunç, Eksik Olan
Eksik ve eksiklik ilk okunuşta olumsuz hissettirse de aslında anlamı yüce olan kelimeleri, hâlleri ifade ediyor. Sanki tamamlanabilir, tamamlanma imkânı olan, bir mücadeleyi gerektiren bir hissi var gibi. İçinde hem uzaklığı hem yakınlığı yaşayan, yaşatan bir durum eksiklik. Hemen Bülent Somay'ın Bir Şeyler Eksik kitabından bir cümle geliyor zihnime: "Hepimiz aynı umutsuzluğun kurbanlarıyız, aramızdaki akrabalık da buradan geliyor."
Medyascope'un kendine has programlarından biri Eksik Olan. Temmuz 2018 itibariyle 83. bölümünü geride bıraktı. Alp Kozanoğlu ve Ömer Çeşit insanı ilgilendiren birçok derinliğe dalıyor programlar boyunca. Sinemadan spora, felsefeden edebiyata hayata anlam katan birçok alanda, özel meseleler ele alınıyor Eksik Olan'da. Bazı programların, söyleşilerin kesinlikle, bu şekilde kitaplaşması gerekiyor diye düşünüyorum. Nitekim Karakarga Yayınları da Haziran 2018'de kitaplaştırdı Eksik Olan'ı, titiz ve güzel bir baskıyla okuyucuya sundu. 240 sayfalık kitap su gibi akarken hem misafirlerini hem de okuyucularını gayet güzel ağırlıyor. Şampiyonlar ligi ölüm grubu gibi demem boşuna değil aslında, söyleşen isimler şöyle: Agâh Aydın, Mine Söğüt, Sinan Canan, Nebil Özgentürk, Levent Gültekin, Muzaffer Akyol, Hakan Günday, Ahmet Mümtaz Taylan, Nasuh Mahruki, Cem Say, Alper Canıgüz, Buket Uzuner, Ayfer Tunç... Bu isimlerin yanı sıra Kozanoğlu'nun ve Çeşit'in kendilerince yazdıkları, söyledikleri de kitaba bambaşka bir nefes veriyor.
"Evet, bir şeyler eksik ama korkma sevgili okur, bir şeyler hep eksik olacak zaten. Biz, hepimiz, bu eksileri hep doldurmayla çalışacağız. Hayatın tadı da burada değil mi zaten?" cümleleriyle topu göğsünde yumuşatan kitabın ilk misafiri psikiyatrist/psikoterapist Agâh Aydın. Eksik parçamızı teşhis ediyor kendince Aydın. Bunu yaparken sözünü hiç sakınmıyor. Özellikle kendine yetmek, kendinle kalmak, kendin olmak gibi birbirinden çok farklı anlamlara sahip hâlleri değerlendirişi okunmaya ve not edilmeye değer: "Kendine yetebilmek, günlük manasında kullanılınca kulağa hoş geliyor tabii. Kendine yetmek akıl hastalığıdır. 'Her şey benim, dışarıdaki nesneleri de benim için kullanıyorum' demektir. Bütün dünya benim bir parçam. Bu ancak kâra dayalı ekonomik sistemlerin bize dayattığı bir aldatmaca. Ne demek kendine yetebilmek? Filan marka otomobili, filan muhitteki evi alabilince ben kendime yetecek miyim?"
Yazının gücü üzerine yapılan söyleşide konuk Mine Söğüt. Farkındalık üzerinde duruyor Söğüt. İnsanın her şeyin farkında olduğunu, çünkü dillendirdiğini ve her şeye bir ad koyduğunu, tüm bunlara rağmen bir yandan şuursuzluğun diğer yandan farkında oluş biçimlerinin ne kadar tehlikeli olduğunu söylüyor. Bir olay yaşanıyor ve tepkileri hemen sosyal medyadan görebiliyoruz. Şuur okunamıyor, görünemiyor. Kelimelerin her birine ideolojiler saplanıyor hemen, sanki konuşan insan değil de kalıplar, putlar. Taşlaşmış insanlar arasında yazmanın gücünü yorumlarken Söğüt farklı bir yere de dokunuyor. "Yazmazsam hiçbir şey olmaz, hiçbir şey kaybetmem hatta kazanabilirim" diyor. Sebebini de şöyle açıklıyor: "Tabii ki kazanabilirim çünkü yaşamaya çok kıymet veririm. Hayatın kaydedilmese bile ruhumuza ve aklımıza kaydettiği şeylerle birlikte çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. İçe değil, dışa dönük bir insanıım. Yazmaksa içe dönük bir eylem."
Bu içe dönük mevzusu biraz daha açmak için birkaç sayfa atlayıp Hakan Günday'ın söyleştiği bölüme geçiyorum. "Bence yalnız kalmanızı ve işinize odaklanmanızı sağlayan kapılar dıştan değil içten kapanıyor. Bu da demektir ki, eğer siz zihninizi ya da algılarınızı içten kapatabiliyorsanız, kırk bin kişinin tezahürat yaptığı bir stadyumda da yazabilirsiniz ama eğer zihninizi içten kapatamıyorsanız çölün sessizliğinde ilk kelimenizi yazamazsınız." diyor Günday. Hayatta her şeyi anlama çabasının bir hastalık olduğunu belirtirken, kendi yazım sürecinin de anlamadığı konular üzerinde şekillendiğini çarpıcı biçimde ifade ediyor: "Ne zaman ki anladım yazmak düşünmenin en iyi yolu, o zaman dedim ki ben neyi anlamıyorsam onu yazacağım. Anlamadığım şeyler belli, dehşete düştüklerim. İşleyen düzeneğin işleyen yerleri beni hiç ilgilendirmedi. Ne beni rahatsız ettiyse ben onları yazmaya çalıştım."
Ahmet Mümtaz Taylan, vicdan meselesini yüklenmiş söyleşisinde. İstemiş ki bu yükü alabilen herkes üzerine alsın. Çünkü vicdan 'sürekli bir duyu' ona göre. Acıyı hem kâğıda hem de ekrana işlerken bu acıdan ne kadar kaçılırsa kaçılsın onun ortaya çıkacağını anlatmış Taylan. "Askerler yargılanırken kafanızı çevirebilirsiniz, mütedeyyinler yargılanırken kafanızı çevirebilirisiniz, gazeteciler yargılanırken kafanızı çevirebilirsiniz, her şeye kafanızı çevirebilirsiniz ama o kafa artık bir daha bir yere dönmez" diyor.
Bilgisayar bilimleri profesörü Cem Say, yapay zekânın insan hayatını ne yönde etkileyeceğini irdelemiş söyleşisi boyunca. Yapay zekâyla birlikte bilgisayar programlarının ve dolayısıyla alışveriş sitelerinden sosyal mecralara kadar bizi yönlendiren ve hatta müdahale eden bir duruma evrildiğini vurgulamış. Çok çarpıcı bir örnek var bu konuda. Stanford Üniversitesi'nde geliştirilen psikometre testleriyle insan karakterleri tayin edilebiliyor ve sonuçlar çeşitli reklamlarla ve uygulamalarla kurumların, siyasi partilerin, alışveriş sitelerinin işleyişine sunulabiliyor: "Facebook'ta aktif olan insanlar hem bu testleri yaparlar hem de beğendiklerş, güldükleri, kızdıkları bilgisini açık ederlerse bu iki veriyi birleştirmek mümkün hale gelir. Böylece "şu tip insanlar şu tip şeyleri seviyorlar, şu tip ürünler alıyorlar, şu partiye oy verme ihtimalleri var ama o partinin şu politikasına da biraz gıcıklar" gibi tespitler yapılabilir hale geliyor. Bunu da en son Amerikan başkanı Donald Trump'ın kullandığı söyleniyor. Donald Trump, normalde Hillary Clinton'a oy verecek ama biraz ikircikli olan insanları Facebook verilerinden tespit edip onlara özel, sadece onların görebileceği Facebook reklamları kullanarak oylarını almaya çalıştı."
Oğullar ve Rencide Ruhlar gibi harikulade romanlara imza atmış Alper Canıgüz, "Uzun vadede hepimiz öleceğiz" derken, insanların yaşamlarına anlam katma oyununu hep beraber oynadıklarına dair bir gerçeği hatırlatıyor söyleşisinde. Yaşamın ne kadar sahici olduğunun yanı sıra, masumiyetin ve tecrübenin yaratıcılığı besleyen iki kaynak olduğunu, bu ikisinden biri arttıkça diğerinin azaldığını söylüyor. İnsana dokunan her şey, yazılabilir bir şey Canıgüz'e göre, burada iki önemli nokta var: yazarın ilgisini çeken olgulara dair ilişkilerle bunları bir araya getirebilen bir kurgu. Dolayısıyla iyi bir romanı paradigmalar oluşturuyor: "Mesela, Alper Kamu fikri aslında bir paradigmadır. İntihara Meyilli Çocuk Dedektif. O karakterin nelere takıldığı, hayatta karşılaştığı kişiler, oradaki olaylar bir araya geldiği zaman romanı kurgulayabiliyorsunuz."
Kurguya gelmişken, Eksik Olan'ın en beğendiğim söyleşisinin sahibine geçiyorum: Ayfer Tunç. Yazmaya başlamasına sebep olan ilk olayla başlıyor Tunç. Sonrasında neden yazdığını paylaşır insan, bunu anlatıyor. Burada okuyucuyu ilginç bir hikâye bekliyor. "Ben her insanın hikâyesinin bir parmak izi kadar biricik ve anlatmaya değer olduğuna inanıyorum" diyor Tunç. Bu anlamda haz çağının ruhu ve bedeni farklı yorgunluklara götürdüğünü söylüyor. İnsanın zihinsel hazzı hiçbir şekilde son bulmuyor. Bedensel hazlar elbette vakti gelince tükeniyor, beden ölümlü zaten. Bir çağrı gibi okunabilir şu cümlesi: "Kendinizi en iyi hissettiğiniz an, ya bir sanat eserinden haz duyduğunuz ya da bir sanat eseri ürettiğiniz andır."
Alp Kozanoğlu ve Ömer Çeşit, kitabın söyleşiler bittikten sonraki kısmına "arda kalanlar" ismini koymuş. Burada "Büyük Engizisyoncu", "Estetiğin Ruhu", "Var Olmak Üzerine", "Hakkâri'de Bir Mevsim, Anayurt Oteli'nde Bir Gün", "Godot'yu Beklerken Geçen Hayatlarımız", "Doktor Jivago ve Homo Sovieticus" başlıklı, lezzetli kısa denemeler mevcut. Bu denemeler arasından Çeşit'in yazdığı Var Olmak Üzerine'de şu cümlelerin yanına bir yıldız koymuştum: "Esasen notaların arasında uyumsuzluktan başka bir şey yok. Biz veririz anlamı, anlamsızlığa. Şiirler okuruz bazen. Bazen şiirleri söyleriz yalnızca. Kitapların sayfaları gibi biriktirdiğimizi zannederiz sevgimizi de. Koleksiyonunu yaptığımız kendimizden başkası değildir aslında."
Çok kıymetli bir kitap olarak hafızalarda kalacak -ve böylece bir şeyleri öyle veya böyle tamamlayacak- Eksik Olan'la ilgili yazımı, bir zaman evvel söylediklerimi tekrar ederek bitirmek istedim: İnsan eksiktir ve bu eksiklik müthiş bir imkândır. Eksiklik yolda tamamlanır. Kendi kıymetini bilmek için daima yolda olmalıdır insan. Çünkü sadece yolda 'ol'unur, yalnız yoldayken 'olma'ya çalışılır. Y/ol mucizedir, insan gibi.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Ayfer Tunç, Eksik Olan
Eksik ve eksiklik ilk okunuşta olumsuz hissettirse de aslında anlamı yüce olan kelimeleri, hâlleri ifade ediyor. Sanki tamamlanabilir, tamamlanma imkânı olan, bir mücadeleyi gerektiren bir hissi var gibi. İçinde hem uzaklığı hem yakınlığı yaşayan, yaşatan bir durum eksiklik. Hemen Bülent Somay'ın Bir Şeyler Eksik kitabından bir cümle geliyor zihnime: "Hepimiz aynı umutsuzluğun kurbanlarıyız, aramızdaki akrabalık da buradan geliyor."
Medyascope'un kendine has programlarından biri Eksik Olan. Temmuz 2018 itibariyle 83. bölümünü geride bıraktı. Alp Kozanoğlu ve Ömer Çeşit insanı ilgilendiren birçok derinliğe dalıyor programlar boyunca. Sinemadan spora, felsefeden edebiyata hayata anlam katan birçok alanda, özel meseleler ele alınıyor Eksik Olan'da. Bazı programların, söyleşilerin kesinlikle, bu şekilde kitaplaşması gerekiyor diye düşünüyorum. Nitekim Karakarga Yayınları da Haziran 2018'de kitaplaştırdı Eksik Olan'ı, titiz ve güzel bir baskıyla okuyucuya sundu. 240 sayfalık kitap su gibi akarken hem misafirlerini hem de okuyucularını gayet güzel ağırlıyor. Şampiyonlar ligi ölüm grubu gibi demem boşuna değil aslında, söyleşen isimler şöyle: Agâh Aydın, Mine Söğüt, Sinan Canan, Nebil Özgentürk, Levent Gültekin, Muzaffer Akyol, Hakan Günday, Ahmet Mümtaz Taylan, Nasuh Mahruki, Cem Say, Alper Canıgüz, Buket Uzuner, Ayfer Tunç... Bu isimlerin yanı sıra Kozanoğlu'nun ve Çeşit'in kendilerince yazdıkları, söyledikleri de kitaba bambaşka bir nefes veriyor.
"Evet, bir şeyler eksik ama korkma sevgili okur, bir şeyler hep eksik olacak zaten. Biz, hepimiz, bu eksileri hep doldurmayla çalışacağız. Hayatın tadı da burada değil mi zaten?" cümleleriyle topu göğsünde yumuşatan kitabın ilk misafiri psikiyatrist/psikoterapist Agâh Aydın. Eksik parçamızı teşhis ediyor kendince Aydın. Bunu yaparken sözünü hiç sakınmıyor. Özellikle kendine yetmek, kendinle kalmak, kendin olmak gibi birbirinden çok farklı anlamlara sahip hâlleri değerlendirişi okunmaya ve not edilmeye değer: "Kendine yetebilmek, günlük manasında kullanılınca kulağa hoş geliyor tabii. Kendine yetmek akıl hastalığıdır. 'Her şey benim, dışarıdaki nesneleri de benim için kullanıyorum' demektir. Bütün dünya benim bir parçam. Bu ancak kâra dayalı ekonomik sistemlerin bize dayattığı bir aldatmaca. Ne demek kendine yetebilmek? Filan marka otomobili, filan muhitteki evi alabilince ben kendime yetecek miyim?"
Yazının gücü üzerine yapılan söyleşide konuk Mine Söğüt. Farkındalık üzerinde duruyor Söğüt. İnsanın her şeyin farkında olduğunu, çünkü dillendirdiğini ve her şeye bir ad koyduğunu, tüm bunlara rağmen bir yandan şuursuzluğun diğer yandan farkında oluş biçimlerinin ne kadar tehlikeli olduğunu söylüyor. Bir olay yaşanıyor ve tepkileri hemen sosyal medyadan görebiliyoruz. Şuur okunamıyor, görünemiyor. Kelimelerin her birine ideolojiler saplanıyor hemen, sanki konuşan insan değil de kalıplar, putlar. Taşlaşmış insanlar arasında yazmanın gücünü yorumlarken Söğüt farklı bir yere de dokunuyor. "Yazmazsam hiçbir şey olmaz, hiçbir şey kaybetmem hatta kazanabilirim" diyor. Sebebini de şöyle açıklıyor: "Tabii ki kazanabilirim çünkü yaşamaya çok kıymet veririm. Hayatın kaydedilmese bile ruhumuza ve aklımıza kaydettiği şeylerle birlikte çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. İçe değil, dışa dönük bir insanıım. Yazmaksa içe dönük bir eylem."
Bu içe dönük mevzusu biraz daha açmak için birkaç sayfa atlayıp Hakan Günday'ın söyleştiği bölüme geçiyorum. "Bence yalnız kalmanızı ve işinize odaklanmanızı sağlayan kapılar dıştan değil içten kapanıyor. Bu da demektir ki, eğer siz zihninizi ya da algılarınızı içten kapatabiliyorsanız, kırk bin kişinin tezahürat yaptığı bir stadyumda da yazabilirsiniz ama eğer zihninizi içten kapatamıyorsanız çölün sessizliğinde ilk kelimenizi yazamazsınız." diyor Günday. Hayatta her şeyi anlama çabasının bir hastalık olduğunu belirtirken, kendi yazım sürecinin de anlamadığı konular üzerinde şekillendiğini çarpıcı biçimde ifade ediyor: "Ne zaman ki anladım yazmak düşünmenin en iyi yolu, o zaman dedim ki ben neyi anlamıyorsam onu yazacağım. Anlamadığım şeyler belli, dehşete düştüklerim. İşleyen düzeneğin işleyen yerleri beni hiç ilgilendirmedi. Ne beni rahatsız ettiyse ben onları yazmaya çalıştım."
Ahmet Mümtaz Taylan, vicdan meselesini yüklenmiş söyleşisinde. İstemiş ki bu yükü alabilen herkes üzerine alsın. Çünkü vicdan 'sürekli bir duyu' ona göre. Acıyı hem kâğıda hem de ekrana işlerken bu acıdan ne kadar kaçılırsa kaçılsın onun ortaya çıkacağını anlatmış Taylan. "Askerler yargılanırken kafanızı çevirebilirsiniz, mütedeyyinler yargılanırken kafanızı çevirebilirisiniz, gazeteciler yargılanırken kafanızı çevirebilirsiniz, her şeye kafanızı çevirebilirsiniz ama o kafa artık bir daha bir yere dönmez" diyor.
Bilgisayar bilimleri profesörü Cem Say, yapay zekânın insan hayatını ne yönde etkileyeceğini irdelemiş söyleşisi boyunca. Yapay zekâyla birlikte bilgisayar programlarının ve dolayısıyla alışveriş sitelerinden sosyal mecralara kadar bizi yönlendiren ve hatta müdahale eden bir duruma evrildiğini vurgulamış. Çok çarpıcı bir örnek var bu konuda. Stanford Üniversitesi'nde geliştirilen psikometre testleriyle insan karakterleri tayin edilebiliyor ve sonuçlar çeşitli reklamlarla ve uygulamalarla kurumların, siyasi partilerin, alışveriş sitelerinin işleyişine sunulabiliyor: "Facebook'ta aktif olan insanlar hem bu testleri yaparlar hem de beğendiklerş, güldükleri, kızdıkları bilgisini açık ederlerse bu iki veriyi birleştirmek mümkün hale gelir. Böylece "şu tip insanlar şu tip şeyleri seviyorlar, şu tip ürünler alıyorlar, şu partiye oy verme ihtimalleri var ama o partinin şu politikasına da biraz gıcıklar" gibi tespitler yapılabilir hale geliyor. Bunu da en son Amerikan başkanı Donald Trump'ın kullandığı söyleniyor. Donald Trump, normalde Hillary Clinton'a oy verecek ama biraz ikircikli olan insanları Facebook verilerinden tespit edip onlara özel, sadece onların görebileceği Facebook reklamları kullanarak oylarını almaya çalıştı."
Oğullar ve Rencide Ruhlar gibi harikulade romanlara imza atmış Alper Canıgüz, "Uzun vadede hepimiz öleceğiz" derken, insanların yaşamlarına anlam katma oyununu hep beraber oynadıklarına dair bir gerçeği hatırlatıyor söyleşisinde. Yaşamın ne kadar sahici olduğunun yanı sıra, masumiyetin ve tecrübenin yaratıcılığı besleyen iki kaynak olduğunu, bu ikisinden biri arttıkça diğerinin azaldığını söylüyor. İnsana dokunan her şey, yazılabilir bir şey Canıgüz'e göre, burada iki önemli nokta var: yazarın ilgisini çeken olgulara dair ilişkilerle bunları bir araya getirebilen bir kurgu. Dolayısıyla iyi bir romanı paradigmalar oluşturuyor: "Mesela, Alper Kamu fikri aslında bir paradigmadır. İntihara Meyilli Çocuk Dedektif. O karakterin nelere takıldığı, hayatta karşılaştığı kişiler, oradaki olaylar bir araya geldiği zaman romanı kurgulayabiliyorsunuz."
Kurguya gelmişken, Eksik Olan'ın en beğendiğim söyleşisinin sahibine geçiyorum: Ayfer Tunç. Yazmaya başlamasına sebep olan ilk olayla başlıyor Tunç. Sonrasında neden yazdığını paylaşır insan, bunu anlatıyor. Burada okuyucuyu ilginç bir hikâye bekliyor. "Ben her insanın hikâyesinin bir parmak izi kadar biricik ve anlatmaya değer olduğuna inanıyorum" diyor Tunç. Bu anlamda haz çağının ruhu ve bedeni farklı yorgunluklara götürdüğünü söylüyor. İnsanın zihinsel hazzı hiçbir şekilde son bulmuyor. Bedensel hazlar elbette vakti gelince tükeniyor, beden ölümlü zaten. Bir çağrı gibi okunabilir şu cümlesi: "Kendinizi en iyi hissettiğiniz an, ya bir sanat eserinden haz duyduğunuz ya da bir sanat eseri ürettiğiniz andır."
Alp Kozanoğlu ve Ömer Çeşit, kitabın söyleşiler bittikten sonraki kısmına "arda kalanlar" ismini koymuş. Burada "Büyük Engizisyoncu", "Estetiğin Ruhu", "Var Olmak Üzerine", "Hakkâri'de Bir Mevsim, Anayurt Oteli'nde Bir Gün", "Godot'yu Beklerken Geçen Hayatlarımız", "Doktor Jivago ve Homo Sovieticus" başlıklı, lezzetli kısa denemeler mevcut. Bu denemeler arasından Çeşit'in yazdığı Var Olmak Üzerine'de şu cümlelerin yanına bir yıldız koymuştum: "Esasen notaların arasında uyumsuzluktan başka bir şey yok. Biz veririz anlamı, anlamsızlığa. Şiirler okuruz bazen. Bazen şiirleri söyleriz yalnızca. Kitapların sayfaları gibi biriktirdiğimizi zannederiz sevgimizi de. Koleksiyonunu yaptığımız kendimizden başkası değildir aslında."
Çok kıymetli bir kitap olarak hafızalarda kalacak -ve böylece bir şeyleri öyle veya böyle tamamlayacak- Eksik Olan'la ilgili yazımı, bir zaman evvel söylediklerimi tekrar ederek bitirmek istedim: İnsan eksiktir ve bu eksiklik müthiş bir imkândır. Eksiklik yolda tamamlanır. Kendi kıymetini bilmek için daima yolda olmalıdır insan. Çünkü sadece yolda 'ol'unur, yalnız yoldayken 'olma'ya çalışılır. Y/ol mucizedir, insan gibi.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
5 Temmuz 2018 Perşembe
Bir hayatı söze tercüme denemesi
“Her halde ve şartta dünyaya birkaç resim düşmüş benden işte. Kimi solgun, kimi gayet de koyu” diyor Tekin Şener, Ötekiler Günü’nde yer alan “Halimden Memnun Değilim Fakat Mevcudiyetimden Memnunun” adlı yazısında. Karakum Yayınevi aracılığıyla Mart 2018’de kitapçıların raflarına kavuşan Ötekiler Günü adlı deneme Tekin Şener’den dünyaya düşmüş koyu bir resim. Okuru da yazarın mevcudiyetinden oldukça memnun edecek bir tanışma vesikası.
"Dil Bahçesinde Cümle Tarhları" yan adıyla da yayınlanan Ötekiler Günü beş bölümden oluşan bir deneme. Halen Sivas’ta çıkmakta olan Hayat Ağacı dergisinin yayın yönetmenliğini üstlenen yazar, hem bu dergide hem de Türk Edebiyatı, Sühan, AZ Edebiyat, Mostar, Yerli Düşünce gibi dergilerde çıkmış yazılarını bir araya getirmiş Ötekiler Günü’nde.
Kitabın ilk iki bölümü olan "İlk Karşılaşmalar Ülkesi" ve "Vaktin Ayak İzleri" başlıkları altında zaman mefhumu üzerinde duruyor Şener. “Biz zamana tasarruf ettiğimizi düşünürken zaman bizi sarf ediyor” ifadesiyle dile getirdiği acımasız zamanın; sadece bedenleri değil, ruhlarımızı, duygularımızı, değerlerimizi, sosyalliğimizi de sarf ettiğini anlıyoruz kitabı okudukça. Bu yüzden meseleyi önce çocuklardan hareketle ele alıyor Şener. Onları bilhassa dijital dünyadan kurtarmanın zaman karşısında insan olan yanlarımızın sarf olmasını engelleme yolunda önemli bir adım olacağını sezdiriyor. Çocuklar kadar kentin çocukluk dönemi sayılabilecek sokakları da kurtarılması gereken önemli bir alan olarak görüyor Şener. Zaman karşısında sosyalliğimizi yitirmemenin koşulunun sosyalleşmenin başladığı yer olan sokağı yitirmemek olduğunu ileri sürüyor. Sadece tespitle kalmayıp modern zamanın dayattığı yaşam tarzından kurtulabilmenin küçük formüllerini dipnotlar halinde sunuyor okura.
İnsanîliğimizi yıpratan dijital çağ şeylerinden belki bir tanesi yazarın gazabından nasibini almıyor. O da: fotoğraf makinesi. Bu dijital alet "Namütenahi bütünden koparılıp alınan tek bir ânı, yeniden zamanda tedavüle sokmasıyla" sempatisini koruyor yazarın gözünde. Bunun yanında maziyle bağ kurmamızı sağlayan her şey değerli onun için. Eskiden ilhamla ortaya konmuş bir mimari yapı, eski kap kacak, mücevher, işlemeli düz kumaş parçaları… Hatta yürüyüşte bile maziyle bağ kurma vasfı görüyor.
"Hayal Melal" başlığı altındaki üçüncü bölümde insanın derunî yönüne eğiliyor Şener. Biraz yağmur kimseyi incitmez misali; acıların, kalp kırıklıklarının, gurur incinmelerinin insanı tamamlayan yanına vurgu yapıyor. Ancak kırılma için kalbî duyguların, hayallerin, gururun aktif tutulmasının da zaruri olduğuna değiniyor.Bunları bir muharebenin içine sokmadan galip gelmek mümkün değil sonucuna ulaştırıyor okuru. Aynı bölümde yer alan "Kara Yazı" başlıklı yazı Cenab Şahabettin’in Elhan-ı Şita’sını hatırlatıyor bize. Nasıl ki şair derûnundaki ıstırapları doğrudan değil;karın tabiat üstünde yarattığı değişimle, baharın etkisinin silinip gitmesiyle ve karın ağlamasıyla ifade ediyorsa Şener de “Kar içimize yağar” ifadesiyle bu yağış şekliyle insan ruhu arasındaki münasebeti ortaya koyuyor. Sonraki başlıklarda insan gönlünün en etkili ilacı olan maneviyat gücü yerini alıyor içerikte. Dünyevi telaşın içinde maddi arzulara kendini kaptıran yaşayan ölülere dönmek yerine arafta kalmanın ve orada kaçınılmaz sonun bilincinde bir hayat sürmenin insanı huzura sevk edeceğini sezdiriyor. "Hayat Bir Nokta İdi" yazısıyla da mistik bir bakışla hayatın gönüldeki ‘tek’ nokta ile çoğaltılabileceğinin tecrübesini paylaşıyor okurla.
Tekin Şener "Teori Değil Tefekkür" başlıklı dördüncü bölümde insanın sosyal yönü üzerinde duruyor. Bu bölümde en dikkat çeken yazı ‘Merkez Ayağımı Bastığım Yerdir’ de birey iradesini hiçe sayan, sahici bir topluma ulaşma yolunda engel teşkil eden ve ülkemizi ciddi bir istikrarsızlığa sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıya bırakan cemaat yapılanmalarına karşı 2009 yılında yazdığı bir yazıyla yaptığı uyarıyı vurguluyor. Aczinin farkında olmayan ya da aczine rağmen ihtirasına tâbi olan insanların aralarında kurdukları ilişki ağı olan "Aceze İttifakı"nda da insanın sosyal zaaflarına temas ediyor.İttifakın kuruluş gerekçesi hedefine ulaşmak için canhıraş çalışanları yolun başında durdurmak ve kendilerinin ilerisine geçmesini önlemektir. Ne yazık ki bu ittifak, iş hayatında takındıkları resmiyet ve tabasbus meziyetleriyle liyakat karşısındaki gücünü halen devam ettiriyor. Şener’in bu eseriyle yüklendiği misyon da yine bu bölümde satır aralarında karşımıza çıkıyor. “Hayatı söze tercüme ederek ona düzenlilikler, anlamlar kazandırırız. Hayatın söze tercümesi, onun sosyal boyuta taşınması demektir. Tekil zihinlerin kurduğu düzen tasavvurları, anlam şemaları söz kanalıyla buluşur; dünyaya dair kuşatıcı sosyal kabuller ve doğrular böylece oluşur. Toplum hayatının üzerinde geliştiği zemin, söz kanallarıyla örülüdür.”
Kitaba adını veren "Ötekiler Günü" adlı yazı en sonda çıkıyor karşımıza. Günün icabı olan renklere bürünmek için kişiliklerini çeşitlendirmeyi normal sayan ışıltılı sahne meraklılarına bir sitem ölçüsünde ilerliyor satırlar. Günün adamı olarak nitelendirebileceğimiz bu kesimi ötekiler olarak yorumluyor Şener ve bir senaryonun oyuncuları olarak gördüğü bu kesimin sergilediği gösteriye arka sıradan bilet bulup ıslıklama hakkını satın alacak kadar da tepkisiz kalmayacağını vurguluyor.
Tekin Şener’in Ötekiler Günü dil bahçesinde açtırılmış, farklı renklere sahip cezbedici bir çiçek. Hayatın sosyal, kültürel, siyasal, duygusal alanlarına köklü bir birikimden açılmış pencere. Yılların yayıncılık birikimi, yazınla içli dışlı oluş kuvvetle hissediliyor eserde. Cümleleri rahatlıkla eğip bükmesi, buna rağmen birbiri ardınca yadırganmayacak akışla bir araya getirmesi, kimi yerlerde okuyucuyu düşünsel anlamda yoracak örtük göndermeler, deneme türüne yakışır bir üslup yazarlık alanındaki yetkinliğinde şüpheye yer bırakmıyor.
Nedim Uzsoy
"Dil Bahçesinde Cümle Tarhları" yan adıyla da yayınlanan Ötekiler Günü beş bölümden oluşan bir deneme. Halen Sivas’ta çıkmakta olan Hayat Ağacı dergisinin yayın yönetmenliğini üstlenen yazar, hem bu dergide hem de Türk Edebiyatı, Sühan, AZ Edebiyat, Mostar, Yerli Düşünce gibi dergilerde çıkmış yazılarını bir araya getirmiş Ötekiler Günü’nde.
Kitabın ilk iki bölümü olan "İlk Karşılaşmalar Ülkesi" ve "Vaktin Ayak İzleri" başlıkları altında zaman mefhumu üzerinde duruyor Şener. “Biz zamana tasarruf ettiğimizi düşünürken zaman bizi sarf ediyor” ifadesiyle dile getirdiği acımasız zamanın; sadece bedenleri değil, ruhlarımızı, duygularımızı, değerlerimizi, sosyalliğimizi de sarf ettiğini anlıyoruz kitabı okudukça. Bu yüzden meseleyi önce çocuklardan hareketle ele alıyor Şener. Onları bilhassa dijital dünyadan kurtarmanın zaman karşısında insan olan yanlarımızın sarf olmasını engelleme yolunda önemli bir adım olacağını sezdiriyor. Çocuklar kadar kentin çocukluk dönemi sayılabilecek sokakları da kurtarılması gereken önemli bir alan olarak görüyor Şener. Zaman karşısında sosyalliğimizi yitirmemenin koşulunun sosyalleşmenin başladığı yer olan sokağı yitirmemek olduğunu ileri sürüyor. Sadece tespitle kalmayıp modern zamanın dayattığı yaşam tarzından kurtulabilmenin küçük formüllerini dipnotlar halinde sunuyor okura.
İnsanîliğimizi yıpratan dijital çağ şeylerinden belki bir tanesi yazarın gazabından nasibini almıyor. O da: fotoğraf makinesi. Bu dijital alet "Namütenahi bütünden koparılıp alınan tek bir ânı, yeniden zamanda tedavüle sokmasıyla" sempatisini koruyor yazarın gözünde. Bunun yanında maziyle bağ kurmamızı sağlayan her şey değerli onun için. Eskiden ilhamla ortaya konmuş bir mimari yapı, eski kap kacak, mücevher, işlemeli düz kumaş parçaları… Hatta yürüyüşte bile maziyle bağ kurma vasfı görüyor.
"Hayal Melal" başlığı altındaki üçüncü bölümde insanın derunî yönüne eğiliyor Şener. Biraz yağmur kimseyi incitmez misali; acıların, kalp kırıklıklarının, gurur incinmelerinin insanı tamamlayan yanına vurgu yapıyor. Ancak kırılma için kalbî duyguların, hayallerin, gururun aktif tutulmasının da zaruri olduğuna değiniyor.Bunları bir muharebenin içine sokmadan galip gelmek mümkün değil sonucuna ulaştırıyor okuru. Aynı bölümde yer alan "Kara Yazı" başlıklı yazı Cenab Şahabettin’in Elhan-ı Şita’sını hatırlatıyor bize. Nasıl ki şair derûnundaki ıstırapları doğrudan değil;karın tabiat üstünde yarattığı değişimle, baharın etkisinin silinip gitmesiyle ve karın ağlamasıyla ifade ediyorsa Şener de “Kar içimize yağar” ifadesiyle bu yağış şekliyle insan ruhu arasındaki münasebeti ortaya koyuyor. Sonraki başlıklarda insan gönlünün en etkili ilacı olan maneviyat gücü yerini alıyor içerikte. Dünyevi telaşın içinde maddi arzulara kendini kaptıran yaşayan ölülere dönmek yerine arafta kalmanın ve orada kaçınılmaz sonun bilincinde bir hayat sürmenin insanı huzura sevk edeceğini sezdiriyor. "Hayat Bir Nokta İdi" yazısıyla da mistik bir bakışla hayatın gönüldeki ‘tek’ nokta ile çoğaltılabileceğinin tecrübesini paylaşıyor okurla.
Tekin Şener "Teori Değil Tefekkür" başlıklı dördüncü bölümde insanın sosyal yönü üzerinde duruyor. Bu bölümde en dikkat çeken yazı ‘Merkez Ayağımı Bastığım Yerdir’ de birey iradesini hiçe sayan, sahici bir topluma ulaşma yolunda engel teşkil eden ve ülkemizi ciddi bir istikrarsızlığa sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıya bırakan cemaat yapılanmalarına karşı 2009 yılında yazdığı bir yazıyla yaptığı uyarıyı vurguluyor. Aczinin farkında olmayan ya da aczine rağmen ihtirasına tâbi olan insanların aralarında kurdukları ilişki ağı olan "Aceze İttifakı"nda da insanın sosyal zaaflarına temas ediyor.İttifakın kuruluş gerekçesi hedefine ulaşmak için canhıraş çalışanları yolun başında durdurmak ve kendilerinin ilerisine geçmesini önlemektir. Ne yazık ki bu ittifak, iş hayatında takındıkları resmiyet ve tabasbus meziyetleriyle liyakat karşısındaki gücünü halen devam ettiriyor. Şener’in bu eseriyle yüklendiği misyon da yine bu bölümde satır aralarında karşımıza çıkıyor. “Hayatı söze tercüme ederek ona düzenlilikler, anlamlar kazandırırız. Hayatın söze tercümesi, onun sosyal boyuta taşınması demektir. Tekil zihinlerin kurduğu düzen tasavvurları, anlam şemaları söz kanalıyla buluşur; dünyaya dair kuşatıcı sosyal kabuller ve doğrular böylece oluşur. Toplum hayatının üzerinde geliştiği zemin, söz kanallarıyla örülüdür.”
Kitaba adını veren "Ötekiler Günü" adlı yazı en sonda çıkıyor karşımıza. Günün icabı olan renklere bürünmek için kişiliklerini çeşitlendirmeyi normal sayan ışıltılı sahne meraklılarına bir sitem ölçüsünde ilerliyor satırlar. Günün adamı olarak nitelendirebileceğimiz bu kesimi ötekiler olarak yorumluyor Şener ve bir senaryonun oyuncuları olarak gördüğü bu kesimin sergilediği gösteriye arka sıradan bilet bulup ıslıklama hakkını satın alacak kadar da tepkisiz kalmayacağını vurguluyor.
Tekin Şener’in Ötekiler Günü dil bahçesinde açtırılmış, farklı renklere sahip cezbedici bir çiçek. Hayatın sosyal, kültürel, siyasal, duygusal alanlarına köklü bir birikimden açılmış pencere. Yılların yayıncılık birikimi, yazınla içli dışlı oluş kuvvetle hissediliyor eserde. Cümleleri rahatlıkla eğip bükmesi, buna rağmen birbiri ardınca yadırganmayacak akışla bir araya getirmesi, kimi yerlerde okuyucuyu düşünsel anlamda yoracak örtük göndermeler, deneme türüne yakışır bir üslup yazarlık alanındaki yetkinliğinde şüpheye yer bırakmıyor.
Nedim Uzsoy
4 Temmuz 2018 Çarşamba
Düşüncede devamlılık sorunu
“Peygamberler ve filozoflar arasındaki temel fark nedir biliyor musunuz? Peygamberler kendinden önceki peygamberleri tasdik eder ve tebliğlerini devam ettirir. Oysa filozoflar kendinden önceki filozofları reddederek veya eleştirerek ortaya yeni fikirler koyma yoluyla var olurlar.”. Bir konferansta bu cümleleri aktaran ilahiyatçı savını haklı çıkarmak için düz mantık kurmuştu ve daha önemlisi sapla samanı karıştırdığının farkında değildi. Amacının ilahi olanı yüceltmek (ve zımnen insani olanı yermek) olduğu su götürmez bir gerçekti fakat bu sözleriyle ilahi olan vahiy ile insanî olan felsefeyi birbirine eşitlemekle kalmıyor peygamberliği de filozofluğa indirgiyordu. İlahi kaynaklı iki şeyin birbirini eleştirmesi ve/veya tekzip etmesi düşünülemez. Oysa insani bir alan olan felsefe birbiriyle mücadele eden fikirlerin çatışma sahasıdır ve bu gerilim düşüncenin gelişiminin en önemli motor gücüdür. Benim burada dikkat çekmek istediğim nokta ise biraz daha farklı. Peygamberlerin birbirini tasdik etmesi dinsel karşılığının dışında önceki düşüncenin ardılı tarafından takip edilmesi anlamına da gelir. Düşüncenin gelişmesini sağlayan bu özelliği, düşüncede devamlılığın organik bir bileşeni olan İslami düşünce sahasında değil de birbirini kıyasıya eleştiren felsefe alanında görüyoruz. Bu yönüyle düşüncede devamlılık Batı felsefesinin en belirgin özelliklerinden biri hâline gelmiştir. Batılı herhangi bir düşünürün hayatına baktığımızda kendinden önceki düşünürleri/düşünceleri ister reddetsin ister kabul etsin devamlılığı sağlayıcı bir düşünce ya da bilimsel kültür anlayışıyla hareket ettiğini görürüz. İslam’a baktığımızda ise dinin sabiteleri (ilkeleri) vardır ve mantıksal olarak bu sabitelerin (ilkelerin) bağlayıcılığı sayesinde (dini) düşüncede devamlılık zorunlu hâle gelir. Oysa Müslüman toplumların tarihine baktığımızda sabitelere rağmen düşünce üretiminde devamlılığın olmadığını, aksine dindeki sabitelerin düşüncenin de sabitlenmesinde kullanıldığını görüyoruz.
Düşüncede devamlılık İslam dininin içkin bir özelliği iken Müslümanlar tüm gayretlerini farklı düşüneni ayrıştırmak ve düşünceyi donuklaştırmak için kullanmıştır. Farklı dönemlerde ortaya çıkan özgün ve nitelikli çalışmalar büyük fedakârlıklar gerektiren bireysel çabaların neticesinde elde edilmiştir. Bu çabanın en bilindik örneklerinden birisi geçtiğimiz günlerde ebediyete intikal eden Fuad Sezgin (1925-2018) diyebiliriz. Fuad Sezgin’in vefatı düşüncede donuklaşmaya meyyal yapımızı tekrar ortaya koydu. Hocanın hayatı magazinelleştirilerek servis edildi ve her olayda olduğu gibi cenazesi bir hesaplaşma alanına dönüştü. İnsanımız yine hiç tereddüt etmeden iddia ve savunma makamına oturdu. Küçümseyenlerin müzmin aşağılık kompleksinin yanında aşırı yüceltenlerin kaymış şirazelerine tanık olduk. Konuya yirmi yedi dil bildiğinden girip, günde on yedi saat çalıştığından dem vurup, darbeciler tarafından yurt dışına gitmeye mecbur bırakılmasından çıktık ve her şeyi unuttuk. Elbette oryantalist oluşuyla da yetinmedik ve çalışmalarını İslam bilimi romantizmi sosuyla sunduğunu iddia ettik. Fuad Sezgin’in çalışmaları üzerinden kuru kuruya övünenlere fetişist tarih kutsayıcıları sayesinde alışkındık. İlginç bir model olarak “hocanın şahsi kütüphanesi” yaygarası koparanlara da şahit olduk. Hocanın bilimsel anlayışının ve çalışma disiplinin mi yoksa Alman makamlarının sınır dışına çıkışına izin vermediği kitaplığının mı daha önemli olduğuna karar veremedik. Yarım kalan çalışmalarının akıbeti nostaljik bir anlatıya dönüştü. Çalışma masasındaki kitaplar ve bitmemiş yazıları… Elde kalan en dişe dokunur şey Fuad Sezgin’e yıllar sonra yapılan iade-i itibardı sanırım. O da siyasi malzeme oldu.
İslam düşünce tarihine baktığımızda onlarca Fuad Sezgin’le karşılaşırız. Kendi çabasıyla bir şeyler başarmış ve fakat vefatlarının ardından çalışmaları akamete uğramış, düşünceleri atıl kalmış onlarca bilim insanı. Elimize bir Batı felsefe tarihi kitabı aldığımızda felsefe ve/veya bilim insanlarının tespih taneleri gibi birbiri ardına dizildiğini görürüz. Aynı dizgede buluşmaları için aynı düşünceye sahip olmaları da gerekmez. Bayrağı alan yoluna devam eder. Bu görüntü ilerlemenin oluşması için gerekli olan düşünsel düzeyi ve gelişmiş bilimsel anlayışı işaret eder. Bizde oluşan anlayış ise unutturmaya meyyal bir ötekileştirme şeklinde oluşmuştur. Düşünceye engel vurmak için illa tekfir mekanizmasının çalıştırılmasına veya sapkın, mülhit ya da mürtet ilan edilmesine gerek yoktur. Sorumluluk almaktan kaçan anlayışın ürettiği kültür kendi içinde düşünceye bir mesafe koymayı başarmıştır. Dolayısıyla sorumluluk alan, düşünen, çile çeken, fedakârlıkta bulunan her bir ilim insanımızın açtığı fikri yol vefatlarıyla tıkanmış, hatalarından arındırılarak geliştirmeye yönelik bir ekol ortaya çıkmamıştır. Hâliyle devamlılık arz eden bir düşünce anlayışı oluşmamış, varsa bile hayata etki etmeyecek derecede cılız ve verimsiz kalmıştır.
Fuad Sezgin, düşüncede devamlılığın ne kadar önemli olduğunu Buhari’nin Kaynakları adlı eserinde bizlere tekrar gösteriyor. Otto Yayınları etiketini taşıyan dört yüz sayfalık eser doktora tezi olarak ilk defa 1956 yılında yayınlanmış. İçeriği bugün bile tam olarak anlaşılamamış ya da sindirilememişken yazıldığı dönem düşünüldüğünde Fuad Sezgin’in ufkuna hayran olmamak elde değil. Zaten sonraki yıllarda yaptığı işler kendisinin bu özelliğini kanıtlıyor. Dört bölümden oluşan kitabın “Hadislerin İlk Yazılı Kaynakları” başlığını taşıyan ilk bölümünde hadislerin ilk defa toplanışı, tasnif edilişi ve yazılışı ele alınıyor. Dönemin ilmi atmosferini de ortaya koyan Fuad Sezgin bu ‘tedvin’ çalışmalarını Buhari’nin (810-870) kaynaklarını oluşturması bağlamında değerlendiriyor. “Buhari’nin Kur’an Tefsiri ve Kaynakları” adlı ikinci bölüm var olan tefsir çalışmalarının Buhari’nin hadis çalışmalarına yaptığı katkısı filolojik yönüyle irdeleniyor. Hadislerin filolojik yönden araştırılması yöntemini ilk defa uygulamanın zorluğu üzerinde duran Sezgin, başarılı olunması halinde ilk dönem muhaddisler ve filologlar arasındaki ilişkinin de ortaya konabileceğini belirtiyor. “El-Cami’u’ş-Şahih’in Rivayetleri” başlıklı üçüncü bölümde Buhari’nin çalışmalarında yer alan rivayetlerin durumu analiz ediliyor ve rivayetler arasındaki uyumsuzlukların nedenleri üzerinde duruluyor. Kitabın neredeyse yarısını oluşturan “Lahikalar” isimli dördüncü bölümün ilk kısmında Buhari’nin aktardığı rivayetlerin kaynakları şematik olarak sunuluyor. Ayrıca Lahikalar bölümünün ikinci kısmında Buhari’nin hadis çalışmasıyla İmam Malik’in (711-795) hadis çalışması arasındaki müşterek yerler, üçüncü ve dördüncü kısımda ise Buhari’nin çalışmasında yer verdiği iki tefsirden (Arapça) alıntılar yer alıyor.
Tarihsel açıdan ele alındığında, hadislerin yazılı hâle getirilmeden önce şifahi olarak aktarılması ve yazılı hâle getirildikten sonra da eserlerin içeriğinin anlam bakımından sıhhati ve tutarlılığı yerine salt aktarılış şekline (ravi zincirine) yönelik sıhhat arayışı birçok sorunu da beraberinde getirdiği görülür. Basit bir tertip ve sözlü yöntemle aktarılan rivayetlerin Hicri ikinci asırdan itibaren yazılı hâle getirildiği gerçeği halının altına süpürülen sorunların üzerinde durulmayan sebeplerinden birisidir. Oysa sağlıklı bir netice almak için eserin yazıldığı dönem ve içerikteki etkileşimler yazarın durumu da göz önüne alınarak değerlendirilmelidir. Yani eldeki (sözlü/yazılı) malzemeler arasında konjonktürel bir bağ kurulmalıdır. Fuad Sezgin tam olarak bunu yapmaya çalışıyor fakat bunu yaparken bir noktanın altını çiziyor. Hadis konusuna vakıf olanların bildiği üzere, Buhari’nin yöntemi İslam beldelerini dolaşarak rivayetleri şifahi olarak topladığı ve tasnif ettiği yönündedir. Fuad Sezgin bu durumu göz ardı etmemekle birlikte Buhari’nin faydalandığı metinlerin de olduğunu ve bunun yüksek sesle söylenmediğini belirtiyor. Buhari’nin farklı metinlerden yaptığı alıntıların o dönem için yazılı kaynakların olduğunun kanıtı olduğunu söyleyen Fuad Sezgin, çalışmasının bu meseleyi tam ve son şeklini vermekten ziyade meselenin ortaya çıkış şeklini arayan bir deneme olarak tanımlıyor. Alanın oldukça bakir olduğunu belirten yazar, çalışmanın yeni bulgularla geliştirilmesi gerektiğini vurguluyor. Çalışmada kullanılan döneme ait kayıtlı verilerin eldeki malzemeyle (rivayetlerle) karşılaştırmalı okunması yöntemi ilahiyat alanında önemli bir açılım sunuyor diyebiliriz.
Eserinde Buhari’nin hadis yöntemini masaya yatıran Fuad Sezgin, onun kullandığı kaynakları/metinleri filolojik açıdan ve karşılaştırmalı olarak değerlendirerek ortaya çıkan metnin hangi ortamda nasıl meydana geldiğini belirlemeye çalışıyor. Kitabın kaynakçasında baktığımızda yararlanılan isimlerin büyük çoğunluğunun İslam âlimi olması yazara karşı oryantalist yakıştırmasının bir ezber ürünü olduğunu gösteriyor. Fuad Sezgin bu çalışmasıyla Müslümanların esaslı bir sorununun üzerine eğilerek Buhari özelinde diğer muhaddislerin de benzer bir yöntemle ele alınabileceğini gösteriyor. Eserin akademik bir çalışma olmasının neden olduğu aşırı detaylı yapısı, uzun dipnotlar ve tekrarlar okuma açısından yorucu olabiliyor. Ayrıca ilahiyat alanında çalışanların dışında konuya ilgi duymayan ve literatüre yabancı olanların çok fazla verim alamayacağını söylemek gerekiyor. Fakat bu handikaplar eserin önemini kesinlikle ortadan kaldırmıyor. Zira kitapta ele alınan konular İslami düşünceyi sadece akademik ya da felsefi anlamda ilgilendirmiyor, Müslümanların din algısını ve günlük yaşamını şekillendiren (sosyo-kültürel) anlayışın kodlarına dair açıklayıcı bir sorgulama içeriyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Düşüncede devamlılık İslam dininin içkin bir özelliği iken Müslümanlar tüm gayretlerini farklı düşüneni ayrıştırmak ve düşünceyi donuklaştırmak için kullanmıştır. Farklı dönemlerde ortaya çıkan özgün ve nitelikli çalışmalar büyük fedakârlıklar gerektiren bireysel çabaların neticesinde elde edilmiştir. Bu çabanın en bilindik örneklerinden birisi geçtiğimiz günlerde ebediyete intikal eden Fuad Sezgin (1925-2018) diyebiliriz. Fuad Sezgin’in vefatı düşüncede donuklaşmaya meyyal yapımızı tekrar ortaya koydu. Hocanın hayatı magazinelleştirilerek servis edildi ve her olayda olduğu gibi cenazesi bir hesaplaşma alanına dönüştü. İnsanımız yine hiç tereddüt etmeden iddia ve savunma makamına oturdu. Küçümseyenlerin müzmin aşağılık kompleksinin yanında aşırı yüceltenlerin kaymış şirazelerine tanık olduk. Konuya yirmi yedi dil bildiğinden girip, günde on yedi saat çalıştığından dem vurup, darbeciler tarafından yurt dışına gitmeye mecbur bırakılmasından çıktık ve her şeyi unuttuk. Elbette oryantalist oluşuyla da yetinmedik ve çalışmalarını İslam bilimi romantizmi sosuyla sunduğunu iddia ettik. Fuad Sezgin’in çalışmaları üzerinden kuru kuruya övünenlere fetişist tarih kutsayıcıları sayesinde alışkındık. İlginç bir model olarak “hocanın şahsi kütüphanesi” yaygarası koparanlara da şahit olduk. Hocanın bilimsel anlayışının ve çalışma disiplinin mi yoksa Alman makamlarının sınır dışına çıkışına izin vermediği kitaplığının mı daha önemli olduğuna karar veremedik. Yarım kalan çalışmalarının akıbeti nostaljik bir anlatıya dönüştü. Çalışma masasındaki kitaplar ve bitmemiş yazıları… Elde kalan en dişe dokunur şey Fuad Sezgin’e yıllar sonra yapılan iade-i itibardı sanırım. O da siyasi malzeme oldu.
İslam düşünce tarihine baktığımızda onlarca Fuad Sezgin’le karşılaşırız. Kendi çabasıyla bir şeyler başarmış ve fakat vefatlarının ardından çalışmaları akamete uğramış, düşünceleri atıl kalmış onlarca bilim insanı. Elimize bir Batı felsefe tarihi kitabı aldığımızda felsefe ve/veya bilim insanlarının tespih taneleri gibi birbiri ardına dizildiğini görürüz. Aynı dizgede buluşmaları için aynı düşünceye sahip olmaları da gerekmez. Bayrağı alan yoluna devam eder. Bu görüntü ilerlemenin oluşması için gerekli olan düşünsel düzeyi ve gelişmiş bilimsel anlayışı işaret eder. Bizde oluşan anlayış ise unutturmaya meyyal bir ötekileştirme şeklinde oluşmuştur. Düşünceye engel vurmak için illa tekfir mekanizmasının çalıştırılmasına veya sapkın, mülhit ya da mürtet ilan edilmesine gerek yoktur. Sorumluluk almaktan kaçan anlayışın ürettiği kültür kendi içinde düşünceye bir mesafe koymayı başarmıştır. Dolayısıyla sorumluluk alan, düşünen, çile çeken, fedakârlıkta bulunan her bir ilim insanımızın açtığı fikri yol vefatlarıyla tıkanmış, hatalarından arındırılarak geliştirmeye yönelik bir ekol ortaya çıkmamıştır. Hâliyle devamlılık arz eden bir düşünce anlayışı oluşmamış, varsa bile hayata etki etmeyecek derecede cılız ve verimsiz kalmıştır.
Fuad Sezgin, düşüncede devamlılığın ne kadar önemli olduğunu Buhari’nin Kaynakları adlı eserinde bizlere tekrar gösteriyor. Otto Yayınları etiketini taşıyan dört yüz sayfalık eser doktora tezi olarak ilk defa 1956 yılında yayınlanmış. İçeriği bugün bile tam olarak anlaşılamamış ya da sindirilememişken yazıldığı dönem düşünüldüğünde Fuad Sezgin’in ufkuna hayran olmamak elde değil. Zaten sonraki yıllarda yaptığı işler kendisinin bu özelliğini kanıtlıyor. Dört bölümden oluşan kitabın “Hadislerin İlk Yazılı Kaynakları” başlığını taşıyan ilk bölümünde hadislerin ilk defa toplanışı, tasnif edilişi ve yazılışı ele alınıyor. Dönemin ilmi atmosferini de ortaya koyan Fuad Sezgin bu ‘tedvin’ çalışmalarını Buhari’nin (810-870) kaynaklarını oluşturması bağlamında değerlendiriyor. “Buhari’nin Kur’an Tefsiri ve Kaynakları” adlı ikinci bölüm var olan tefsir çalışmalarının Buhari’nin hadis çalışmalarına yaptığı katkısı filolojik yönüyle irdeleniyor. Hadislerin filolojik yönden araştırılması yöntemini ilk defa uygulamanın zorluğu üzerinde duran Sezgin, başarılı olunması halinde ilk dönem muhaddisler ve filologlar arasındaki ilişkinin de ortaya konabileceğini belirtiyor. “El-Cami’u’ş-Şahih’in Rivayetleri” başlıklı üçüncü bölümde Buhari’nin çalışmalarında yer alan rivayetlerin durumu analiz ediliyor ve rivayetler arasındaki uyumsuzlukların nedenleri üzerinde duruluyor. Kitabın neredeyse yarısını oluşturan “Lahikalar” isimli dördüncü bölümün ilk kısmında Buhari’nin aktardığı rivayetlerin kaynakları şematik olarak sunuluyor. Ayrıca Lahikalar bölümünün ikinci kısmında Buhari’nin hadis çalışmasıyla İmam Malik’in (711-795) hadis çalışması arasındaki müşterek yerler, üçüncü ve dördüncü kısımda ise Buhari’nin çalışmasında yer verdiği iki tefsirden (Arapça) alıntılar yer alıyor.
Tarihsel açıdan ele alındığında, hadislerin yazılı hâle getirilmeden önce şifahi olarak aktarılması ve yazılı hâle getirildikten sonra da eserlerin içeriğinin anlam bakımından sıhhati ve tutarlılığı yerine salt aktarılış şekline (ravi zincirine) yönelik sıhhat arayışı birçok sorunu da beraberinde getirdiği görülür. Basit bir tertip ve sözlü yöntemle aktarılan rivayetlerin Hicri ikinci asırdan itibaren yazılı hâle getirildiği gerçeği halının altına süpürülen sorunların üzerinde durulmayan sebeplerinden birisidir. Oysa sağlıklı bir netice almak için eserin yazıldığı dönem ve içerikteki etkileşimler yazarın durumu da göz önüne alınarak değerlendirilmelidir. Yani eldeki (sözlü/yazılı) malzemeler arasında konjonktürel bir bağ kurulmalıdır. Fuad Sezgin tam olarak bunu yapmaya çalışıyor fakat bunu yaparken bir noktanın altını çiziyor. Hadis konusuna vakıf olanların bildiği üzere, Buhari’nin yöntemi İslam beldelerini dolaşarak rivayetleri şifahi olarak topladığı ve tasnif ettiği yönündedir. Fuad Sezgin bu durumu göz ardı etmemekle birlikte Buhari’nin faydalandığı metinlerin de olduğunu ve bunun yüksek sesle söylenmediğini belirtiyor. Buhari’nin farklı metinlerden yaptığı alıntıların o dönem için yazılı kaynakların olduğunun kanıtı olduğunu söyleyen Fuad Sezgin, çalışmasının bu meseleyi tam ve son şeklini vermekten ziyade meselenin ortaya çıkış şeklini arayan bir deneme olarak tanımlıyor. Alanın oldukça bakir olduğunu belirten yazar, çalışmanın yeni bulgularla geliştirilmesi gerektiğini vurguluyor. Çalışmada kullanılan döneme ait kayıtlı verilerin eldeki malzemeyle (rivayetlerle) karşılaştırmalı okunması yöntemi ilahiyat alanında önemli bir açılım sunuyor diyebiliriz.
Eserinde Buhari’nin hadis yöntemini masaya yatıran Fuad Sezgin, onun kullandığı kaynakları/metinleri filolojik açıdan ve karşılaştırmalı olarak değerlendirerek ortaya çıkan metnin hangi ortamda nasıl meydana geldiğini belirlemeye çalışıyor. Kitabın kaynakçasında baktığımızda yararlanılan isimlerin büyük çoğunluğunun İslam âlimi olması yazara karşı oryantalist yakıştırmasının bir ezber ürünü olduğunu gösteriyor. Fuad Sezgin bu çalışmasıyla Müslümanların esaslı bir sorununun üzerine eğilerek Buhari özelinde diğer muhaddislerin de benzer bir yöntemle ele alınabileceğini gösteriyor. Eserin akademik bir çalışma olmasının neden olduğu aşırı detaylı yapısı, uzun dipnotlar ve tekrarlar okuma açısından yorucu olabiliyor. Ayrıca ilahiyat alanında çalışanların dışında konuya ilgi duymayan ve literatüre yabancı olanların çok fazla verim alamayacağını söylemek gerekiyor. Fakat bu handikaplar eserin önemini kesinlikle ortadan kaldırmıyor. Zira kitapta ele alınan konular İslami düşünceyi sadece akademik ya da felsefi anlamda ilgilendirmiyor, Müslümanların din algısını ve günlük yaşamını şekillendiren (sosyo-kültürel) anlayışın kodlarına dair açıklayıcı bir sorgulama içeriyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
13. yüzyılın sonlarında Anadolu ve Ortadoğu
"Yüce Tanrı uğruna yollara düşerek mucizelerine şahitlik edeceğim."
- Ricoldus De Monte Crucis
Bir kitap bizi 13. yüzyılın sonlarıyla 14. yüzyılın başlarına davet ediyorsa, üstelik bir seyahatname özelliği taşıyorsa heyecanlanmamak pek mümkün değildir. 1243 yılında Floransa’da doğan Ricoldus De Monte Crucis, bu davetin sahibi. 1267’de dönemin en popüler tarikatlarından Dominikan'a dahil olan ve Santa Maria Novella Manastırı ile Pisa Üniversitesi’nde hocalık yapan Ricoldus, 1286 yılında Papa’nın emriyle Doğu'ya, kutsal topraklara doğru yolculuğa çıkar. Levant, Anadolu, İran ve Irak coğrafyasındaki gözlemlerini kâğıda aktarır. Arapça öğrenerek İslâm teolojisi üzerine eserler yazar, böylece oryantalizmin de temellerini atmış olur. 1300'de İtalya'ya dönüp seyahatnamesini Papa'ya sunar, 1320'deki ölümüne dek tarikatın bünyesinde misyonerlik ve hocalık faaliyetlerini sürdürür.
Ahmet Deniz Altunbaş'ın ustalıklı çevirisiyle dilimize Kronik Kitap tarafından kazandırılan Doğu Seyahatnamesi: Bir Dominikan Keşişin Anadolu ve Ortadoğu Yolculuğu, Avrupa ve Ortadoğu arasındaki gerginliğin durduğu bir dönemi anlatmasıyla çok özgün bir değere sahip. Bu dönem, önsözde de belirtildiği gibi "Hıristiyan âleminin Müslüman coğrafyaya ilk defa objektif ve antagonizmden uzak bir perspektifle bakmaya başladığı, diplomatik ve dinî misyonların sıklaştığı döneme tekabül etmektedir."
Ricoldus bir keşiş olarak seyahat notlarını kendi dinî ve ahlâkî değerleri üzerinden tutsa da konu Moğollar'a vardığında bir tarihçi edasıyla titiz, objektif ve kritik bilgiler sunmuş. Bu daha önce gezip görmediği topraklarda misyonerlik görevini de her seferinde icra etmiş. Mârûni ve Yakubi kiliselerindeki 'doğal olmayan' vaziyetleri gördüğünde oradaki cemaate Papalığın mektuplarını sunmuş ve Roma’nın 'sapkın' olarak nitelendirdiği bu grupları Katolikliğe davet etmiş. İslâm konusuna gelindiğinde ise Altunbaş'ın önsözde düştüğü önemli bir not var: "Ricoldus, Liber Peregrinationis’in son bölümünü, Bağdat’ta Arapça öğrenerek bizzat okuduğu Kuran ve İslam inancının tenkidine ve çürütülmesine ayırmış, sistematik bir şekilde ayetler ve sureler üzerinden İncil ve Kuran, Hz. İsa ve Hz. Muhammed arasında kıyaslamalar yapmıştır. Bu bölüm, yazarın Contra Legem Sarracenorum isimli eserine uzun bir girizgâh sayıldığından seyahatnameye dahil edilmemiş olup, ileride Türkçeye kazandırılması Ortaçağ’da Hıristiyanlar için İslam ve Müslüman paradigmasının daha iyi anlaşılması bakımından yerinde olacaktır."
Celile, Nâsıra, Akka, Yahudiye, Kudüs, Beytüllahim, Kutsal Kabir, Tripoli (Trablusşam), Bağdat, Farsistan, Ninova gibi şehirlerin yanı sıra Türkiye'deki Türkmenler, Tatarlar, Tarquestensi Krallığı’ndaki Kürtler, Yakubiler, Mârûniler, Nasturiler ve bilhassa Müslümanlar üzerine önemli bilgiler aktarıyor bu seyahatnamesiyle Ricoldus. Müslümanların faziletleri, ilim anlayışları, ibadetleri, sadaka ve yoksullara merhamet, Tanrı'nın adına hürmetleri, ağırbaşlılık, yabancılara nezaket ve saygı, kendi aralarındaki ittihat ve sevgi, mucizeleri gibi birçok konuyu yorumlarken Ricoldus, aynı zamanda tarihe kayıt düşüyor. Türk topraklarına girer girmez karşılaştığı mucizeyi şöyle aktarıyor: "Seyahatimize devam etmek için yola koyulduğumuzda, develerimizin önünde gebe bir Türkmen kadın yürüyordu. Bu halde çöle vardığımızda gece bebeği gizlice, o kadar sessiz doğurdu ki içlerinden biri dahi hiçbir şey işitmedi. Sabah olduğunda küçük bebeği annesinin kollarında ağlar bulduk. Fakat ne doğum yapması ne de doğum sırasında çektiği ağrıları bizi yoldan alıkoydu. Böylelikle Türkmen kadın ağrı ya da acı hissetmeden sapasağlam kalktı, çocuğunu sırtına attı ve develerin önünde yola düştü."
Ricoldus'un Tatarlara dair aktardığı bilgiler de son derece önemli. Bu bilgiler arasında Tatarların ölülerini pişmiş etle sarmalayarak, ölüyle beraber gömdüklerini, ölünün yanına bir çift esvap ve yanına bir miktar para konduğunu öğreniyoruz. Ölenler zenginlerse: "Daha fazla et ve parayla, değişik kıyafetlerle gömülür. Ölünün değerli elbiseleri başının altına yerleştirilir ve “Eğer biri gelir de giydiğin elbiseleri üzerinden çalmak isterse, izin verme, bunun yerine başının altına konanları ver. Ve eğer biri gelip Tanrı’yı sorgularsa dikkatli ol, hiç cevap verme ve sadece, ‘Bilirim ki Tanrı, Tanrı’dır,’ de!” diye söylerler."
Tatar toplumunda beylerin atlarıyla ilişkisi öldükten sonra da ilginç biçimde kuruluyor: "Büyük beyler, yanlarında en iyi atlarıyla gömülür. Ölüyü defin için hazırlarken, ölünün muhafızı atın üzerine çıkar, atı yere yığılana dek koşturup döndürerek yorar. Daha sonra at ölmek üzereyken başını saf ve kuvvetli bir şarapla yıkar. Atın karnını yarıp, karnındaki tüm organları çıkartarak, yerini yeşil otlarla doldurur ve daha sonra uzun bir kazık alır ve kazığı arkasından saplayıp ağzına kadar geçirir ve kazığa geçirilmiş atı, efendisi dirildiği zaman hazır olacak şekilde ölüyle birlikte mezarda bırakır."
Seyahatname okurken bazı okuyucular daha maddi meselelere (mimari, coğrafi, iklim) eğilirken bazı okuyucular da o şehirlerde yaşayanların inançlarıyla, gelenekleriyle, tarihi bağlantılarıyla ve düşünce dünyaları ile ilgileniyor. Sanırım bendeniz bu ikinci, yani manevi meselelere yönelen okuyucular arasında yer alıyorum her ne kadar mimariye çok meraklı olsam da. Ancak bu kitabı bir keşişin yazdığı düşünülürse elbette manevi meselelerin daha fazla irdelendiği de rahatlıkla fark edilebilir. Müslümanların faziletlerine değinmeden evvel Ricoldus amacının Müslümanları övmekten çok Hıristiyanları utandırmak olduğunu söylüyor ve şöyle giriyor meseleye: "Müslümanların ilimdeki titizlik ve heveslerini, ibadette mütedeyyinliklerini, yoksullara karşı merhametlerini, Allah’ın adına, peygamberlere ve kutsal yerlere hürmetlerini, davranışlarındaki ciddiyet ve ağırbaşlılığı, yabancılara nezaket ve saygılarını, kendi içlerinde birlik ve sevgilerini ve daha birçok faziletlerini gören hangi insan hayrete düşüp etkilenmez."
Ricoldus, Müslümanların ibadetleri konusunda ne kadar hassas olduğuna değinirken içli içli hevesleniyor, bunu okurken çok doğal biçimde anlayabiliyoruz. Temizlikten adaba, zaman ayırmaktan ciddiyete kadar bir Müslüman için ibadet, şu zamanlarda görmeye hasret kaldığımız biçimde içsel, samimi ve sırlı. Okuyalım: "Müslümanların ibadetleri hususunda ne denebilir? Müslümanlar ibadetlerinde o kadar titiz ve sofudurlar ki dindar bir Hıristiyan olarak bizzat tecrübe edip, gördüklerimden ve yaşadıklarımdan büyük bir şaşkınlığa düştüm. Zira üç buçuk ay boyunca Müslümanların kervanında, deve üzerinde Arap çölü ve İran’da yolculuk ederken, deve kervanındaki Arapların istisnasız hepsi günün ve gecenin belirli saatlerinde, sabah erkenden ve akşam namaz kılıyorlardı. İbadetleri sırasında dindarlıkları o kadar derindi ki namaz kılarlarken yaptıkları tüm işleri bir kenara bırakıyorlardı. Dua ettikleri sırada suratları renk değiştirip, kül gibi soluyor, vecde gelmiş gibi görünüyorlardı. Kimisi yere düşüyor, kimisi zıplıyordu, sesleri değişiyor ve başları öne devriliyordu. Bazıları cezbeye kapılmış gibi kendinden geçiyor, bazılarıysa cin çarpmış gibi hareketler sergiliyordu."
Tıpkı Mevlid-i Şerif'in Allah Adın Bahri'nin ilk mısralarında yazıldığı gibi, Müslümanların her işe Allah'ın adını zikrederek başlamaları ve yaptıkları her işe muhakkak Allah'ın adını kazımaları bu seyyah-keşişin dikkatini çekiyor, bu titizliğe de hayran kalıyor. Bu minvalde peygamberlere, ermişlere ve kutsal yerlere (tekke, türbe, mescit) gösterilen özeni de vurguluyor, devamında ise: "Eğer yolda yürürken yerde yazılı bir kâğıt bulurlarsa Tanrı’nın adının yazılı olduğu kâğıdı, ayaklar altında kalmaması için hürmetle kaldırırlar ve yerden yüksek bir duvara koyarlar. Konuşup, karşıdakini dinlerken konuşmada Tanrı’nın adı geçerse, asla tek başına telaffuz etmezler ve belli bir övgü sözüyle birlikte anar, “Deus laudetur ipse” (Şükür Allaha’dır, Elhamdülillah) ve benzeri övgü sözlerini sarf ederler. Ve eğer bir Müslüman küfrederken Tanrı’nın veya Peygamber’in adını anarsa o kişiyi kati surette yaşatmazlar, acımadan öldürürler."
Müslümanların yabancılarla birlikte yaşama biçimleri de yine ders niteliğinde. Özellikle misafir kavramı Ricoldus'u büyülemiş gibi. Burada sofra açmaya ve kardeşliğe giden bir yol var ona göre: "Onları en fazla rahatsız eden şey, onlarla birlikte yemek yemeyişimizdi. Çünkü Müslümanların âdetinde, bir yabancı ziyarete geldiğinde, misafire daima yemek ikram edilir... İtimat edip davete icabet ederek kendileriyle beraber aynı sofraya oturup yemek yiyen birine asla fenalık yapmazlardı. Kendileriyle beraber tuz ve ekmek yiyen birine kardeş derler ve bundan böyle misafir, babasını bile öldürse başka kişilere karşı korur, müdafaa ederdi."
Son olarak Müslümanlar arasındaki sevgi bahsine de değinmek gerekiyor. Günümüze de güzel bir mesaj yahut yorum çıkabilir bu paragraftan. Ricoldus, kendi topluluklarındaki kardeşlik bağlarının problemli olduğunu düşünüyor olacak ki hassas noktalara değiniyor. "Müslümanlar arasındaki ittihat ve karşılıklı sevgi öyle büyüktür ki, birbirlerini kardeş olarak görürler. Birbirleriyle, bilhassa da yabancılarla konuşurken, “O fili matris mee” (Ey, anamın oğlu!) diye hitap ederler. Birbirlerini öldürmezler ve soymazlar." dedikten hemen sonra Babil sultanıyla onun hakimiyetindeki bir vilayetteki halk arasında geçen gerginliği anlatıyor. İki Müslüman orduyu karşı karşıya getiren bir savaşa dönüşmek üzere olan bu gerginlik, yine iki tarafın da "Birbirimizi öldürmemiz caiz değil" demesiyle başlamadan bitiyor. Ricoldus hemen bir karşılaştırmaya girişiyor: "Dinlerinde hayat olan, dinleri barış ve sevgiyi emreden zavallı Hıristiyanlar ise acımasızca birbirlerini katlediyor."
Ricoldus De Monte Crucis'in Doğu Seyahatnamesi, bir seyahatnameden çok daha fazlasını sunuyor. Özellikle de Müslümanların yaşayışlarında, birbirlerine ya da başkalarına olan muhabbetlerinde nereden nereye geldikleri konusunda...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Ricoldus De Monte Crucis
Bir kitap bizi 13. yüzyılın sonlarıyla 14. yüzyılın başlarına davet ediyorsa, üstelik bir seyahatname özelliği taşıyorsa heyecanlanmamak pek mümkün değildir. 1243 yılında Floransa’da doğan Ricoldus De Monte Crucis, bu davetin sahibi. 1267’de dönemin en popüler tarikatlarından Dominikan'a dahil olan ve Santa Maria Novella Manastırı ile Pisa Üniversitesi’nde hocalık yapan Ricoldus, 1286 yılında Papa’nın emriyle Doğu'ya, kutsal topraklara doğru yolculuğa çıkar. Levant, Anadolu, İran ve Irak coğrafyasındaki gözlemlerini kâğıda aktarır. Arapça öğrenerek İslâm teolojisi üzerine eserler yazar, böylece oryantalizmin de temellerini atmış olur. 1300'de İtalya'ya dönüp seyahatnamesini Papa'ya sunar, 1320'deki ölümüne dek tarikatın bünyesinde misyonerlik ve hocalık faaliyetlerini sürdürür.
Ahmet Deniz Altunbaş'ın ustalıklı çevirisiyle dilimize Kronik Kitap tarafından kazandırılan Doğu Seyahatnamesi: Bir Dominikan Keşişin Anadolu ve Ortadoğu Yolculuğu, Avrupa ve Ortadoğu arasındaki gerginliğin durduğu bir dönemi anlatmasıyla çok özgün bir değere sahip. Bu dönem, önsözde de belirtildiği gibi "Hıristiyan âleminin Müslüman coğrafyaya ilk defa objektif ve antagonizmden uzak bir perspektifle bakmaya başladığı, diplomatik ve dinî misyonların sıklaştığı döneme tekabül etmektedir."
Ricoldus bir keşiş olarak seyahat notlarını kendi dinî ve ahlâkî değerleri üzerinden tutsa da konu Moğollar'a vardığında bir tarihçi edasıyla titiz, objektif ve kritik bilgiler sunmuş. Bu daha önce gezip görmediği topraklarda misyonerlik görevini de her seferinde icra etmiş. Mârûni ve Yakubi kiliselerindeki 'doğal olmayan' vaziyetleri gördüğünde oradaki cemaate Papalığın mektuplarını sunmuş ve Roma’nın 'sapkın' olarak nitelendirdiği bu grupları Katolikliğe davet etmiş. İslâm konusuna gelindiğinde ise Altunbaş'ın önsözde düştüğü önemli bir not var: "Ricoldus, Liber Peregrinationis’in son bölümünü, Bağdat’ta Arapça öğrenerek bizzat okuduğu Kuran ve İslam inancının tenkidine ve çürütülmesine ayırmış, sistematik bir şekilde ayetler ve sureler üzerinden İncil ve Kuran, Hz. İsa ve Hz. Muhammed arasında kıyaslamalar yapmıştır. Bu bölüm, yazarın Contra Legem Sarracenorum isimli eserine uzun bir girizgâh sayıldığından seyahatnameye dahil edilmemiş olup, ileride Türkçeye kazandırılması Ortaçağ’da Hıristiyanlar için İslam ve Müslüman paradigmasının daha iyi anlaşılması bakımından yerinde olacaktır."
Celile, Nâsıra, Akka, Yahudiye, Kudüs, Beytüllahim, Kutsal Kabir, Tripoli (Trablusşam), Bağdat, Farsistan, Ninova gibi şehirlerin yanı sıra Türkiye'deki Türkmenler, Tatarlar, Tarquestensi Krallığı’ndaki Kürtler, Yakubiler, Mârûniler, Nasturiler ve bilhassa Müslümanlar üzerine önemli bilgiler aktarıyor bu seyahatnamesiyle Ricoldus. Müslümanların faziletleri, ilim anlayışları, ibadetleri, sadaka ve yoksullara merhamet, Tanrı'nın adına hürmetleri, ağırbaşlılık, yabancılara nezaket ve saygı, kendi aralarındaki ittihat ve sevgi, mucizeleri gibi birçok konuyu yorumlarken Ricoldus, aynı zamanda tarihe kayıt düşüyor. Türk topraklarına girer girmez karşılaştığı mucizeyi şöyle aktarıyor: "Seyahatimize devam etmek için yola koyulduğumuzda, develerimizin önünde gebe bir Türkmen kadın yürüyordu. Bu halde çöle vardığımızda gece bebeği gizlice, o kadar sessiz doğurdu ki içlerinden biri dahi hiçbir şey işitmedi. Sabah olduğunda küçük bebeği annesinin kollarında ağlar bulduk. Fakat ne doğum yapması ne de doğum sırasında çektiği ağrıları bizi yoldan alıkoydu. Böylelikle Türkmen kadın ağrı ya da acı hissetmeden sapasağlam kalktı, çocuğunu sırtına attı ve develerin önünde yola düştü."
Ricoldus'un Tatarlara dair aktardığı bilgiler de son derece önemli. Bu bilgiler arasında Tatarların ölülerini pişmiş etle sarmalayarak, ölüyle beraber gömdüklerini, ölünün yanına bir çift esvap ve yanına bir miktar para konduğunu öğreniyoruz. Ölenler zenginlerse: "Daha fazla et ve parayla, değişik kıyafetlerle gömülür. Ölünün değerli elbiseleri başının altına yerleştirilir ve “Eğer biri gelir de giydiğin elbiseleri üzerinden çalmak isterse, izin verme, bunun yerine başının altına konanları ver. Ve eğer biri gelip Tanrı’yı sorgularsa dikkatli ol, hiç cevap verme ve sadece, ‘Bilirim ki Tanrı, Tanrı’dır,’ de!” diye söylerler."
Tatar toplumunda beylerin atlarıyla ilişkisi öldükten sonra da ilginç biçimde kuruluyor: "Büyük beyler, yanlarında en iyi atlarıyla gömülür. Ölüyü defin için hazırlarken, ölünün muhafızı atın üzerine çıkar, atı yere yığılana dek koşturup döndürerek yorar. Daha sonra at ölmek üzereyken başını saf ve kuvvetli bir şarapla yıkar. Atın karnını yarıp, karnındaki tüm organları çıkartarak, yerini yeşil otlarla doldurur ve daha sonra uzun bir kazık alır ve kazığı arkasından saplayıp ağzına kadar geçirir ve kazığa geçirilmiş atı, efendisi dirildiği zaman hazır olacak şekilde ölüyle birlikte mezarda bırakır."
Seyahatname okurken bazı okuyucular daha maddi meselelere (mimari, coğrafi, iklim) eğilirken bazı okuyucular da o şehirlerde yaşayanların inançlarıyla, gelenekleriyle, tarihi bağlantılarıyla ve düşünce dünyaları ile ilgileniyor. Sanırım bendeniz bu ikinci, yani manevi meselelere yönelen okuyucular arasında yer alıyorum her ne kadar mimariye çok meraklı olsam da. Ancak bu kitabı bir keşişin yazdığı düşünülürse elbette manevi meselelerin daha fazla irdelendiği de rahatlıkla fark edilebilir. Müslümanların faziletlerine değinmeden evvel Ricoldus amacının Müslümanları övmekten çok Hıristiyanları utandırmak olduğunu söylüyor ve şöyle giriyor meseleye: "Müslümanların ilimdeki titizlik ve heveslerini, ibadette mütedeyyinliklerini, yoksullara karşı merhametlerini, Allah’ın adına, peygamberlere ve kutsal yerlere hürmetlerini, davranışlarındaki ciddiyet ve ağırbaşlılığı, yabancılara nezaket ve saygılarını, kendi içlerinde birlik ve sevgilerini ve daha birçok faziletlerini gören hangi insan hayrete düşüp etkilenmez."
Ricoldus, Müslümanların ibadetleri konusunda ne kadar hassas olduğuna değinirken içli içli hevesleniyor, bunu okurken çok doğal biçimde anlayabiliyoruz. Temizlikten adaba, zaman ayırmaktan ciddiyete kadar bir Müslüman için ibadet, şu zamanlarda görmeye hasret kaldığımız biçimde içsel, samimi ve sırlı. Okuyalım: "Müslümanların ibadetleri hususunda ne denebilir? Müslümanlar ibadetlerinde o kadar titiz ve sofudurlar ki dindar bir Hıristiyan olarak bizzat tecrübe edip, gördüklerimden ve yaşadıklarımdan büyük bir şaşkınlığa düştüm. Zira üç buçuk ay boyunca Müslümanların kervanında, deve üzerinde Arap çölü ve İran’da yolculuk ederken, deve kervanındaki Arapların istisnasız hepsi günün ve gecenin belirli saatlerinde, sabah erkenden ve akşam namaz kılıyorlardı. İbadetleri sırasında dindarlıkları o kadar derindi ki namaz kılarlarken yaptıkları tüm işleri bir kenara bırakıyorlardı. Dua ettikleri sırada suratları renk değiştirip, kül gibi soluyor, vecde gelmiş gibi görünüyorlardı. Kimisi yere düşüyor, kimisi zıplıyordu, sesleri değişiyor ve başları öne devriliyordu. Bazıları cezbeye kapılmış gibi kendinden geçiyor, bazılarıysa cin çarpmış gibi hareketler sergiliyordu."
Tıpkı Mevlid-i Şerif'in Allah Adın Bahri'nin ilk mısralarında yazıldığı gibi, Müslümanların her işe Allah'ın adını zikrederek başlamaları ve yaptıkları her işe muhakkak Allah'ın adını kazımaları bu seyyah-keşişin dikkatini çekiyor, bu titizliğe de hayran kalıyor. Bu minvalde peygamberlere, ermişlere ve kutsal yerlere (tekke, türbe, mescit) gösterilen özeni de vurguluyor, devamında ise: "Eğer yolda yürürken yerde yazılı bir kâğıt bulurlarsa Tanrı’nın adının yazılı olduğu kâğıdı, ayaklar altında kalmaması için hürmetle kaldırırlar ve yerden yüksek bir duvara koyarlar. Konuşup, karşıdakini dinlerken konuşmada Tanrı’nın adı geçerse, asla tek başına telaffuz etmezler ve belli bir övgü sözüyle birlikte anar, “Deus laudetur ipse” (Şükür Allaha’dır, Elhamdülillah) ve benzeri övgü sözlerini sarf ederler. Ve eğer bir Müslüman küfrederken Tanrı’nın veya Peygamber’in adını anarsa o kişiyi kati surette yaşatmazlar, acımadan öldürürler."
Müslümanların yabancılarla birlikte yaşama biçimleri de yine ders niteliğinde. Özellikle misafir kavramı Ricoldus'u büyülemiş gibi. Burada sofra açmaya ve kardeşliğe giden bir yol var ona göre: "Onları en fazla rahatsız eden şey, onlarla birlikte yemek yemeyişimizdi. Çünkü Müslümanların âdetinde, bir yabancı ziyarete geldiğinde, misafire daima yemek ikram edilir... İtimat edip davete icabet ederek kendileriyle beraber aynı sofraya oturup yemek yiyen birine asla fenalık yapmazlardı. Kendileriyle beraber tuz ve ekmek yiyen birine kardeş derler ve bundan böyle misafir, babasını bile öldürse başka kişilere karşı korur, müdafaa ederdi."
Son olarak Müslümanlar arasındaki sevgi bahsine de değinmek gerekiyor. Günümüze de güzel bir mesaj yahut yorum çıkabilir bu paragraftan. Ricoldus, kendi topluluklarındaki kardeşlik bağlarının problemli olduğunu düşünüyor olacak ki hassas noktalara değiniyor. "Müslümanlar arasındaki ittihat ve karşılıklı sevgi öyle büyüktür ki, birbirlerini kardeş olarak görürler. Birbirleriyle, bilhassa da yabancılarla konuşurken, “O fili matris mee” (Ey, anamın oğlu!) diye hitap ederler. Birbirlerini öldürmezler ve soymazlar." dedikten hemen sonra Babil sultanıyla onun hakimiyetindeki bir vilayetteki halk arasında geçen gerginliği anlatıyor. İki Müslüman orduyu karşı karşıya getiren bir savaşa dönüşmek üzere olan bu gerginlik, yine iki tarafın da "Birbirimizi öldürmemiz caiz değil" demesiyle başlamadan bitiyor. Ricoldus hemen bir karşılaştırmaya girişiyor: "Dinlerinde hayat olan, dinleri barış ve sevgiyi emreden zavallı Hıristiyanlar ise acımasızca birbirlerini katlediyor."
Ricoldus De Monte Crucis'in Doğu Seyahatnamesi, bir seyahatnameden çok daha fazlasını sunuyor. Özellikle de Müslümanların yaşayışlarında, birbirlerine ya da başkalarına olan muhabbetlerinde nereden nereye geldikleri konusunda...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
3 Temmuz 2018 Salı
Kâfur kokan ölülerin ortasında bir heykeltıraş: Cevat
"Ölüler beni ölüme yakıştıramaz
Gibi hâlâ saçlarımda tozlu bir akşam."
- İsmet Özel, Yorgun (1962)
Ölüm ve hayat. Birbirinin zıttı iki kavram. Batılıların “Ortadoğu” diye adlandırdıkları coğrafyada, yakıp yıktıkları ülkelerde maalesef ki ikisinin de bir değeri kalmadı. Buna en yakın zamanlarda adına “Arap Baharı” denilen olaylarla tanıklık ettik. Onun öncesinde ise komşumuz Irak, ölüm ve hayatın değersizleştirildiği bir konumda buldu kendini. 1967 doğumlu Sinan Antûn, Irak’ın son 35-40 yıldır yaşadığı savaşlara tanıklık ederek, ön plana kendini, arka plana ise savaşın sosyal ve psikolojik götürülerini dikkate alarak oluşturduğu, otobiyografik diyebileceğimiz romanıyla bize bu yıkımlardan, değersizleştirilen kavramlardan bir harita çiziyor. Yalnız Nar, Aylak Adam Yayınları etiketiyle yeni yılın ilk ayında yayımlandı. 192 sayfadan oluşan kitap, kısa kısa elli dört bölüm içeriyor ve bir hayatın uzunca bir sürecinin röntgenini çekiyor. Daha önce ödüller de alan kitap bize yakın dönem Irak Edebiyatı hakkında da ipuçları veriyor.
Roman, gasilhane sahibi, Şii bir aileden gelen Cevat’ın, atalarının mesleğini bırakıp heykeltıraş olmaya karar vermesi; fakat daha sonra tıpkı bir dairenin döngüsü gibi, kendini gasilhanede çalışırken bulması arasında geçiyor. Fakat babasına karşı gelerek gasilhaneden kaçan Cevat’la tekrar aynı noktaya dönen Cevat arasında psikolojik ve zihinsel birçok farklılık olduğunu da görüyoruz. Tabiî ki bu farklılığı oluşturan şeylerin başında Irak’ın geçirdiği savaşlar ve son 2003 işgali önemli yer tutuyor. Ölüm yerine hayatı yüceltmeye karar veren, dindar olmayan hatta inanmayan Cevat’ın niçin gasilhaneye döndüğünün izini Irak’ın siyasi geçmişiyle birlikte sürüyoruz. Üstelik bu süreçte, daha önce Irak-İran savaşında ağabeyi Amuri’yi kaybeden Cevat için iç sorgulamalar daha da önem kazanıyor. Bu anlarda sadece Irak’ın içinde bulunduğu siyasi veya sosyal durumlarla ilgili değil, genel anlamda halkın böyle durumlarda neler düşündüğünü de görmek mümkün. Sadece Iraklı Şii bir aileyle sınırlandırılamayacak sorgulamalar, hisler, düşünceler genel olarak Cevat’ın babası Ebu Amuri’nin sözlerinde veya davranışlarında, daha sonra da Cevat’ta kendine yer buluyor: “1990 yılının Ağustos ayında, Amuri’nin ölümünden yaklaşık iki buçuk yıl sonra Saddam Kuveyt’i işgal etti. İran’la olan doğu sınırını güvenceye almak, oradaki birlikleri Kuveyt’e sevk edebilmek için İran’ın bütün koşullarını kabul etti ve uğruna savaş başlattığı bütün taleplerini geri çekti. Babam masaya yumruğunu vurup bağırdı: ‘Ne demeye sekiz sene savaştık o zaman, ne için öldü Amuri?’”
Hayatı, içinde bulunulan koşulları ve baba-oğul ilişkisini Cevat üzerinden başarılı bir şekilde yansıtan yazar, karakter tahlillerinde ve çevre tasvirlerinde de aynı başarıyı gösteriyor. Cümleleri fazla uzatmadan, duru bir şekilde konuşur gibi aktarması yazarın en büyük başarısı. Bize nasıl’dan ziyade ne’yi anlatan Antûn, gereksiz söz oyunlarına girmeden akıcı bir şekilde Cevat’ın hikâyesini oluşturmuş. Fakat olaylar kronolojik olarak değil karışık bir şekilde kitaba yansımış. Bir bölümde çocukluğundan bahsederken diğer bölümde akademi günlerini, başka bölümde içinde bulunulan zamanı görebiliyor okur. Ancak böyle olması kitabın aksamasına sebep olmamış. Açık bir anlatım ve akıcı bir dilin olması bu olumsuzluğun yaşanmasına engel olmuş diyebilirim. Cevat’ın kendi içiyle yaşadığı veya kendi dahli olmadan gerçekleşen olaylardan etkilenmesi sonucu gördüğü rüyaların da kitap için artı bir değer olduğunu söyleyebiliriz. Böyle bir kitap zaten rüyalar olmadan olmazdı.
Başlarda siyasi eleştiriler ve politik dokundurmaları daha az görsek de özellikle yetmişinci sayfalardan sonra bunun dozu artıyor. Rejime, savaşlara, hayata, ölüme, gasilhaneye karşı her an bir sorgulama ve çoğunlukla reddetme davranışına giren Cevat, hayata ancak yaşadığı aşklarla katlanabiliyor. Fakat en sonunda gasilhanede buluyor katlanma gücünü. Ölümün olduğu yerde. Önceleri kaçmaya çalıştığı yerde.
Kitapta, sadece Cevat’ın değil, bazı karakterler aracılığıyla halkın neler hissettiğini de görebiliyoruz. Vatansızlık kavramını başarılı bir şekilde yansıtıyor yazar. 2003 işgalini temel alarak oluşturduğu ve kitabın arasına serpiştirdiği cümlelerde, başlarda Saddam rejiminin olumsuzluklarından ve Amerika’nın bir kurtarıcı olarak görüldüğünden, Amerika’dan bir umut beklendiğinden bahsederken, sonraları bu durumun yerini hayal kırıklığının aldığını anlatıyor. ‘Kendi ülkesinde yabancı olmak’ durumuna gelindiğini ve bu durumun yaşattığı olumsuzlukları kitapta görmek mümkün: “’Irak’a girdik, manzara çok üzücüydü. Bunca yıllık göçebelikten, sürgün hayatından sonra beni ülkemde karşılayan kişi bir Amerikan askeriydi, ‘Irak’a hoş geldiniz!’ dedi. Düşünebiliyor musun?’ söylediğine göre asker kendi adı olan William’ı kaskına Arap harfleriyle yazmıştı. ‘Askere dedim ki: Burası benim ülkem.’ Sabri Amca başını iki yana sallayıp savaşa karşı olduğunu ve Almanya’daki, dünyanın her yanındaki milyonlarca kişiyle savaş karşıtı gösteriler yaptıklarını, ama Amerikalıların bu kadar sorumsuz, bu kadar aptal olacaklarını tahmin edemediğini anlattı.” “…Sanki Irak haritadan silinip gitmişti.”
Doğu ülkelerinden olup da Batı’da yaşayan yazarlarda dikkat çeken bir şey vardır: Romanlarında oryantalist bakış açısından kolay kolay kurtulamazlar. Bunu en net Lübnanlı Amin Maalouf’ta görürken aynı duruma Afganistanlı Khaled Hosseini’de de -Maalouf kadar olmasa da- rastlamak mümkündür. Bu açıdan kitaba başlamadan Antûn’da da aynı şeyin olup olmadığı merakıyla okudum biraz; fakat oryantalist bir bakışın olmadığını söyleyebilirim. Bu kitabın edebî değerini değiştirmese de güvenirlik açısından bir katkı sağlıyor kitaba. Ayrıca Şii bir aileden gelen Cevat üzerinden anlattığı olaylarda hiçbir zaman Şiiliği öne çıkarmıyor yazar. Hatta zaman zaman Şiilerin Sünnilerin hakkını yediğini ve onlara haksız yere düşmanlık beslediklerini savunuyor. Bu açıdan baktığımızda objektif bir yaklaşım görebiliyoruz.
Kendini “ben de haritanın gösterdiği yere akmamak için, belki de nafile çabalayan bir nehirdim” şeklinde tanımlayan Cevat üzerinden bir devrin özetini çıkaran Sinan Antûn’un Türkçeye çevrilen ilk kitabı olan Yalnız Nar, bize hemen yanı başımızda neler olduğunun/olabileceğinin de ipuçlarını veriyor. Dilimize Süreyya Çalıkoğlu tarafından kazandırılan kitap, Antûn’un şairliğinin de verdiği yetiyle okura rahat bir okuma imkânı sunuyor.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Gibi hâlâ saçlarımda tozlu bir akşam."
- İsmet Özel, Yorgun (1962)
Ölüm ve hayat. Birbirinin zıttı iki kavram. Batılıların “Ortadoğu” diye adlandırdıkları coğrafyada, yakıp yıktıkları ülkelerde maalesef ki ikisinin de bir değeri kalmadı. Buna en yakın zamanlarda adına “Arap Baharı” denilen olaylarla tanıklık ettik. Onun öncesinde ise komşumuz Irak, ölüm ve hayatın değersizleştirildiği bir konumda buldu kendini. 1967 doğumlu Sinan Antûn, Irak’ın son 35-40 yıldır yaşadığı savaşlara tanıklık ederek, ön plana kendini, arka plana ise savaşın sosyal ve psikolojik götürülerini dikkate alarak oluşturduğu, otobiyografik diyebileceğimiz romanıyla bize bu yıkımlardan, değersizleştirilen kavramlardan bir harita çiziyor. Yalnız Nar, Aylak Adam Yayınları etiketiyle yeni yılın ilk ayında yayımlandı. 192 sayfadan oluşan kitap, kısa kısa elli dört bölüm içeriyor ve bir hayatın uzunca bir sürecinin röntgenini çekiyor. Daha önce ödüller de alan kitap bize yakın dönem Irak Edebiyatı hakkında da ipuçları veriyor.
Roman, gasilhane sahibi, Şii bir aileden gelen Cevat’ın, atalarının mesleğini bırakıp heykeltıraş olmaya karar vermesi; fakat daha sonra tıpkı bir dairenin döngüsü gibi, kendini gasilhanede çalışırken bulması arasında geçiyor. Fakat babasına karşı gelerek gasilhaneden kaçan Cevat’la tekrar aynı noktaya dönen Cevat arasında psikolojik ve zihinsel birçok farklılık olduğunu da görüyoruz. Tabiî ki bu farklılığı oluşturan şeylerin başında Irak’ın geçirdiği savaşlar ve son 2003 işgali önemli yer tutuyor. Ölüm yerine hayatı yüceltmeye karar veren, dindar olmayan hatta inanmayan Cevat’ın niçin gasilhaneye döndüğünün izini Irak’ın siyasi geçmişiyle birlikte sürüyoruz. Üstelik bu süreçte, daha önce Irak-İran savaşında ağabeyi Amuri’yi kaybeden Cevat için iç sorgulamalar daha da önem kazanıyor. Bu anlarda sadece Irak’ın içinde bulunduğu siyasi veya sosyal durumlarla ilgili değil, genel anlamda halkın böyle durumlarda neler düşündüğünü de görmek mümkün. Sadece Iraklı Şii bir aileyle sınırlandırılamayacak sorgulamalar, hisler, düşünceler genel olarak Cevat’ın babası Ebu Amuri’nin sözlerinde veya davranışlarında, daha sonra da Cevat’ta kendine yer buluyor: “1990 yılının Ağustos ayında, Amuri’nin ölümünden yaklaşık iki buçuk yıl sonra Saddam Kuveyt’i işgal etti. İran’la olan doğu sınırını güvenceye almak, oradaki birlikleri Kuveyt’e sevk edebilmek için İran’ın bütün koşullarını kabul etti ve uğruna savaş başlattığı bütün taleplerini geri çekti. Babam masaya yumruğunu vurup bağırdı: ‘Ne demeye sekiz sene savaştık o zaman, ne için öldü Amuri?’”
Hayatı, içinde bulunulan koşulları ve baba-oğul ilişkisini Cevat üzerinden başarılı bir şekilde yansıtan yazar, karakter tahlillerinde ve çevre tasvirlerinde de aynı başarıyı gösteriyor. Cümleleri fazla uzatmadan, duru bir şekilde konuşur gibi aktarması yazarın en büyük başarısı. Bize nasıl’dan ziyade ne’yi anlatan Antûn, gereksiz söz oyunlarına girmeden akıcı bir şekilde Cevat’ın hikâyesini oluşturmuş. Fakat olaylar kronolojik olarak değil karışık bir şekilde kitaba yansımış. Bir bölümde çocukluğundan bahsederken diğer bölümde akademi günlerini, başka bölümde içinde bulunulan zamanı görebiliyor okur. Ancak böyle olması kitabın aksamasına sebep olmamış. Açık bir anlatım ve akıcı bir dilin olması bu olumsuzluğun yaşanmasına engel olmuş diyebilirim. Cevat’ın kendi içiyle yaşadığı veya kendi dahli olmadan gerçekleşen olaylardan etkilenmesi sonucu gördüğü rüyaların da kitap için artı bir değer olduğunu söyleyebiliriz. Böyle bir kitap zaten rüyalar olmadan olmazdı.
Başlarda siyasi eleştiriler ve politik dokundurmaları daha az görsek de özellikle yetmişinci sayfalardan sonra bunun dozu artıyor. Rejime, savaşlara, hayata, ölüme, gasilhaneye karşı her an bir sorgulama ve çoğunlukla reddetme davranışına giren Cevat, hayata ancak yaşadığı aşklarla katlanabiliyor. Fakat en sonunda gasilhanede buluyor katlanma gücünü. Ölümün olduğu yerde. Önceleri kaçmaya çalıştığı yerde.
Kitapta, sadece Cevat’ın değil, bazı karakterler aracılığıyla halkın neler hissettiğini de görebiliyoruz. Vatansızlık kavramını başarılı bir şekilde yansıtıyor yazar. 2003 işgalini temel alarak oluşturduğu ve kitabın arasına serpiştirdiği cümlelerde, başlarda Saddam rejiminin olumsuzluklarından ve Amerika’nın bir kurtarıcı olarak görüldüğünden, Amerika’dan bir umut beklendiğinden bahsederken, sonraları bu durumun yerini hayal kırıklığının aldığını anlatıyor. ‘Kendi ülkesinde yabancı olmak’ durumuna gelindiğini ve bu durumun yaşattığı olumsuzlukları kitapta görmek mümkün: “’Irak’a girdik, manzara çok üzücüydü. Bunca yıllık göçebelikten, sürgün hayatından sonra beni ülkemde karşılayan kişi bir Amerikan askeriydi, ‘Irak’a hoş geldiniz!’ dedi. Düşünebiliyor musun?’ söylediğine göre asker kendi adı olan William’ı kaskına Arap harfleriyle yazmıştı. ‘Askere dedim ki: Burası benim ülkem.’ Sabri Amca başını iki yana sallayıp savaşa karşı olduğunu ve Almanya’daki, dünyanın her yanındaki milyonlarca kişiyle savaş karşıtı gösteriler yaptıklarını, ama Amerikalıların bu kadar sorumsuz, bu kadar aptal olacaklarını tahmin edemediğini anlattı.” “…Sanki Irak haritadan silinip gitmişti.”
Doğu ülkelerinden olup da Batı’da yaşayan yazarlarda dikkat çeken bir şey vardır: Romanlarında oryantalist bakış açısından kolay kolay kurtulamazlar. Bunu en net Lübnanlı Amin Maalouf’ta görürken aynı duruma Afganistanlı Khaled Hosseini’de de -Maalouf kadar olmasa da- rastlamak mümkündür. Bu açıdan kitaba başlamadan Antûn’da da aynı şeyin olup olmadığı merakıyla okudum biraz; fakat oryantalist bir bakışın olmadığını söyleyebilirim. Bu kitabın edebî değerini değiştirmese de güvenirlik açısından bir katkı sağlıyor kitaba. Ayrıca Şii bir aileden gelen Cevat üzerinden anlattığı olaylarda hiçbir zaman Şiiliği öne çıkarmıyor yazar. Hatta zaman zaman Şiilerin Sünnilerin hakkını yediğini ve onlara haksız yere düşmanlık beslediklerini savunuyor. Bu açıdan baktığımızda objektif bir yaklaşım görebiliyoruz.
Kendini “ben de haritanın gösterdiği yere akmamak için, belki de nafile çabalayan bir nehirdim” şeklinde tanımlayan Cevat üzerinden bir devrin özetini çıkaran Sinan Antûn’un Türkçeye çevrilen ilk kitabı olan Yalnız Nar, bize hemen yanı başımızda neler olduğunun/olabileceğinin de ipuçlarını veriyor. Dilimize Süreyya Çalıkoğlu tarafından kazandırılan kitap, Antûn’un şairliğinin de verdiği yetiyle okura rahat bir okuma imkânı sunuyor.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
28 Haziran 2018 Perşembe
Paradoks ve putlar
Daha başlarken “can sıkıntısı hakkında” demişse yazar, orada bir durup düşünmeli. Neden can sıkıntısı demiş? Aslında bu kitap hakkında konuşulacaklar, anlatılacaklar zaruri ve ciddidir, demek istemiş olabilir mi? Yazar Hasan Yurtoğlu, dikkatimizi celbeden seslenişiyle, mühim şeylerden söz açacağını belli eder bu durumda. Kütüphanelerde, kıraathanelerde, yetişkin ve liseli gençlerin aynı sohbetleri paylaştıkları devirler vardı hani. Okuyan gençlerin ciddiye alındığı ve de, o gençlerden çok şey beklendiği dönemler… Zor ve güzeldi. O günlere atıflar yapan bir kitaptan bahsediyorum. Karakum’dan çıkan Weysel Paradoksu adlı romanın girişindeki kelimelerin, çağrısına kayıtsız kalmak mümkün değil. Çağrının devamında “kişi başına düşen can sıkıntısı” ve “kahreden cumartesi, pazarlar” mesela. Pek çok konuya girizgâh niteliğindedir, bu küçük not aslında.
Oysa yaşamak sanattır ve yazmak, “yaşamak”tan daha kolay görünür çoğu kez. Hani, “Ahir zamanda insanın alınyazısı okunaklı olmuyor, insan olmak dokunaklı oluyor hepsi bu!” der ya, Mızraksız İlmihal’de Mehmet Efe, haklıdır bir bakıma. İnsanların “erguvan yakalılar” olan kısmı, can sıkıntısının giderilmesine dair buldukları sayısız yöntemler, atlanabilir mi hiç? (Neticede insan canı sıkılan bir varlıktır.) Hayal kurmak, uyumak, okumak, dedikodu yapmak, sayısız hobilerden birini edinmek, ibadet etmek. Liste uzuyor gidiyor. Peki, ama kim bu Veysel?
Yazar, okuru zorlar durmadan satır aralarında, ‘Yaşam gerçekleşmemiş ihtimaller mezarlığı olabilir mi?’ sorusu bile gelir akla. Kimbilir… Twitter ve facebook’un dünü, yani ilkel dönemleri ve bugününe dair Veysel’in düşünceleri… Sağcılık, solculuk, inançlı olduğunu düşünen kesimlerin içine düştükleri sığ dünya. Tanrı adına konuşup ahkâm kesmesi, onun için onun adına davranışlarda bulunma hakkını kendilerinde görme özgüveniyle yaşayanlar. Ortalıkta dolaşan müthiş egolu kahraman adayları…
Peki ama kim bu Veysel? Sosyoloji bölümünü kazanan bir lise öğrencisidir Veysel, romanın ise baş kahramanıdır. Camcı çıraklığından vazgeçiş süreciyle başlıyor onun hikâyesi. “Salkım Sokak” sakini Veysel’in kalabalık aile ortamından zamanı gelince kopup, okumaya karar vermesi ve gitmesiyle hayatının akışı değişiyor. Veysel, “teklifsiz insanlar” dünyasında, usul usul paradokslu bir Weysel’e dönüşür. Süreci yavaşlatmak için, elinden geleni yapar aslında. Yeni soruları vardır. Bu sürecin sonucunda 'Weysel'i üretmesi kaçınılmazdır. Dede-torun arasındaki zaman farkı ve oluşan müthiş uçurum mesela. "Sözün etrafında toplanıldığı" günlerden, “sözü duyacak kulağın” yitirildiği günlere evrilen zamanın içinde Veysel, yine verdiği söze tutunmak isterken görülür. Yazar Hasan Yurtoğlu, okurun sıkı durması gerektiğini ima eder adeta. “Değer verdiğin şeylerin gözden düşeceği, küçümsediklerinin değerini ise zamanla anlayacağın iki perdelik oyundur hayat.” diyor ya roman kahramanı Veysel. Konu hayattır, konu memattır. Veysel’in aslında neyle dolduracağını bilemediği boşluklara dair, hamleleri vardır. Veysel paradoksa sahip, ama asla kredi kartı, unvanı, zenginliği olmayan bir genç. Hele ki, mülkiyete bakış açısı çok net: “İsmimizi yazarak sahip olmak oyunu oynuyoruz.” Adeta bir oyun bozan. “Okunacak ne çok kitap vardı.” deyişinden zaten algısının gelişmiş olduğunu anlamak mümkün Veysel’in.
Eğri oturup doğru konuşanların pek sevilmediği bir dünyaya dairdir bu anlatılanlar. Veysel’in kendi sonunu adım adım hazırladığı durumlar, sorgulamalar bitmek bilmeyen analizler… Sadece o mu? Aristo’ya dair parlak fikirleri, sosyal bilincini yitirme tehlikesi geçiren öğrenciler, sosyal bilimci olması imkânsızlaşmış psikopat iyiler… Weysel Paradoksu ise, “mutsuzum” demek yerine, kibarca bir yol seçen ve buna sığınan “yalnızım” diyenlerin hikâyesidir. Bir zamanlar “Yalnızız” okuyan, kafası çalışan her genç gibi, söylenilmeyenler ipe dizilir bir tesbih gibidir bu romanda.
Genç dimağlar üzerindeki sıkıcı toplumsal baskının getirdikleri ve götürdükleri irdeleniyor aynı zamanda. Sanayide olup bitenler mesela, sokağını anlatıyor Veysel. İşçi, patron, yeğen, dayı ideolojileri (konumlamaları), türlü iki yüzlülükler… Sonra Veysel’in gözünden o dönemin Ankara’sı… Aslında konforizmi savunan, değişime kapalı, her daim ana kuzusu bir gencin, yani Veysel’in düşündüğü doğrudur: “Bazı insanların daha şanslı oldukları doğru değil, daha kurnaz insanlar var sadece.”
Haklıdır doğal olarak Veysel. “Pirincin taşını ayıklatacak, ağzında diş bırakmayacak kadar” kahra gark eden Selma ya da onun nezdinde temsil ettiği kızlar. “Oysa dünyamıza lazım olan sahicilik.”. Ve hep samimiyetin peşinde. Veysel önce annesine sonra Selma’ya hayran. Âşık Veysel’i seviyor. Hep köyünde yaşayıp ilk çıkışında Yemen’de ölen Veysel dedesine ve hikâyesine sadık. Yüzü kızarmadan konuşamayan, başkalarına göre anormal biri. Kendi aforizmalarını gün gün büyüten ve sonuçta 'Weysel Paradoksu’na ulaşan biri. “İnsanoğlunun keşfettiği en hain yöntem! Sevdiğimiz ve inandığımız şeyler yüzünden hastayız. Katılaşma, duyarsızlaşma, hayat olayları karşısında kayıtsızlık… Bu soğuk, sert, bu zalim, eyvallahı olmayan bu Allahsız kabuğu yıllar içinde ediniyor insanoğlu.”
Bir yanda Nietzsche, Goethe, Hegel, Kant, Marks, Hesse gibi isimler; öte yanda İbni Arabî, Dede Efendi, Fuzulî, Mevlana’ya dair nice orijinal çıkarımlar. Son Yemek’te Veysel’in Selma ile olan görüşmesi oldukça acıklıdır. Yine de olup biten mizahi bir dille anlatılmıştır romanda. Selma ile arasına Veysel’in kafasındaki boşluklar, arkadaşları ve filozoflar girmiştir. Zihnindeki zemin yarılmış, içine düştüğü şeyden kurtulamamıştır. Çoklu kişilik bozukluğu yaşayan (disosiyatif kimlik bozukluğu) Veysel iyice çıkmaza girmiştir. Öte yandan Veysel’in insanın oyuncu ruhuna dair yaptığı çıkarımlar müthiştir.
Eteğindeki taşları dökme vaktidir artık. Veysel paradoksundan emin değildir. Pek çok hareketinden/eyleminden sonra geldiği bu son noktada geri dönüş yoktur. Belki de paradoksu puttur. Bu ihtimali düşünen Veysel, ölüme hazırdır artık. “Meleğe açık çek vermiştir” bile. Travmadan kaçan geçici hafıza kayıpları yaşayan bir gencin dramını okumak, hüzünlü ama çarpıcı ve gerçekçi. Romanın sonuna doğru, bir yanda onu anlamlı kılan sevdiklerini ve Allah’ı aynı kefeye koyamayan vicdanı ve bir yanda kurduğu paradoksu.
Sürecin sonunda benliğini kaybeden gencin, bir cam parçası gibi kişiliklere bölünmesi, akıcı bir üslupla, başarılı olarak yansıtılmış durumda. Hepsi ve daha fazlası için Weysel Paradoksu okuru, yaşadığımız modern dünyaya dair, sıkı bir sorguya çağırıyor biz okurları.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
* Bu yazı Birnokta dergisinin 197. sayısında (Haziran 2018) yayınlanmıştır.
Oysa yaşamak sanattır ve yazmak, “yaşamak”tan daha kolay görünür çoğu kez. Hani, “Ahir zamanda insanın alınyazısı okunaklı olmuyor, insan olmak dokunaklı oluyor hepsi bu!” der ya, Mızraksız İlmihal’de Mehmet Efe, haklıdır bir bakıma. İnsanların “erguvan yakalılar” olan kısmı, can sıkıntısının giderilmesine dair buldukları sayısız yöntemler, atlanabilir mi hiç? (Neticede insan canı sıkılan bir varlıktır.) Hayal kurmak, uyumak, okumak, dedikodu yapmak, sayısız hobilerden birini edinmek, ibadet etmek. Liste uzuyor gidiyor. Peki, ama kim bu Veysel?
Yazar, okuru zorlar durmadan satır aralarında, ‘Yaşam gerçekleşmemiş ihtimaller mezarlığı olabilir mi?’ sorusu bile gelir akla. Kimbilir… Twitter ve facebook’un dünü, yani ilkel dönemleri ve bugününe dair Veysel’in düşünceleri… Sağcılık, solculuk, inançlı olduğunu düşünen kesimlerin içine düştükleri sığ dünya. Tanrı adına konuşup ahkâm kesmesi, onun için onun adına davranışlarda bulunma hakkını kendilerinde görme özgüveniyle yaşayanlar. Ortalıkta dolaşan müthiş egolu kahraman adayları…
Peki ama kim bu Veysel? Sosyoloji bölümünü kazanan bir lise öğrencisidir Veysel, romanın ise baş kahramanıdır. Camcı çıraklığından vazgeçiş süreciyle başlıyor onun hikâyesi. “Salkım Sokak” sakini Veysel’in kalabalık aile ortamından zamanı gelince kopup, okumaya karar vermesi ve gitmesiyle hayatının akışı değişiyor. Veysel, “teklifsiz insanlar” dünyasında, usul usul paradokslu bir Weysel’e dönüşür. Süreci yavaşlatmak için, elinden geleni yapar aslında. Yeni soruları vardır. Bu sürecin sonucunda 'Weysel'i üretmesi kaçınılmazdır. Dede-torun arasındaki zaman farkı ve oluşan müthiş uçurum mesela. "Sözün etrafında toplanıldığı" günlerden, “sözü duyacak kulağın” yitirildiği günlere evrilen zamanın içinde Veysel, yine verdiği söze tutunmak isterken görülür. Yazar Hasan Yurtoğlu, okurun sıkı durması gerektiğini ima eder adeta. “Değer verdiğin şeylerin gözden düşeceği, küçümsediklerinin değerini ise zamanla anlayacağın iki perdelik oyundur hayat.” diyor ya roman kahramanı Veysel. Konu hayattır, konu memattır. Veysel’in aslında neyle dolduracağını bilemediği boşluklara dair, hamleleri vardır. Veysel paradoksa sahip, ama asla kredi kartı, unvanı, zenginliği olmayan bir genç. Hele ki, mülkiyete bakış açısı çok net: “İsmimizi yazarak sahip olmak oyunu oynuyoruz.” Adeta bir oyun bozan. “Okunacak ne çok kitap vardı.” deyişinden zaten algısının gelişmiş olduğunu anlamak mümkün Veysel’in.
Eğri oturup doğru konuşanların pek sevilmediği bir dünyaya dairdir bu anlatılanlar. Veysel’in kendi sonunu adım adım hazırladığı durumlar, sorgulamalar bitmek bilmeyen analizler… Sadece o mu? Aristo’ya dair parlak fikirleri, sosyal bilincini yitirme tehlikesi geçiren öğrenciler, sosyal bilimci olması imkânsızlaşmış psikopat iyiler… Weysel Paradoksu ise, “mutsuzum” demek yerine, kibarca bir yol seçen ve buna sığınan “yalnızım” diyenlerin hikâyesidir. Bir zamanlar “Yalnızız” okuyan, kafası çalışan her genç gibi, söylenilmeyenler ipe dizilir bir tesbih gibidir bu romanda.
Genç dimağlar üzerindeki sıkıcı toplumsal baskının getirdikleri ve götürdükleri irdeleniyor aynı zamanda. Sanayide olup bitenler mesela, sokağını anlatıyor Veysel. İşçi, patron, yeğen, dayı ideolojileri (konumlamaları), türlü iki yüzlülükler… Sonra Veysel’in gözünden o dönemin Ankara’sı… Aslında konforizmi savunan, değişime kapalı, her daim ana kuzusu bir gencin, yani Veysel’in düşündüğü doğrudur: “Bazı insanların daha şanslı oldukları doğru değil, daha kurnaz insanlar var sadece.”
Haklıdır doğal olarak Veysel. “Pirincin taşını ayıklatacak, ağzında diş bırakmayacak kadar” kahra gark eden Selma ya da onun nezdinde temsil ettiği kızlar. “Oysa dünyamıza lazım olan sahicilik.”. Ve hep samimiyetin peşinde. Veysel önce annesine sonra Selma’ya hayran. Âşık Veysel’i seviyor. Hep köyünde yaşayıp ilk çıkışında Yemen’de ölen Veysel dedesine ve hikâyesine sadık. Yüzü kızarmadan konuşamayan, başkalarına göre anormal biri. Kendi aforizmalarını gün gün büyüten ve sonuçta 'Weysel Paradoksu’na ulaşan biri. “İnsanoğlunun keşfettiği en hain yöntem! Sevdiğimiz ve inandığımız şeyler yüzünden hastayız. Katılaşma, duyarsızlaşma, hayat olayları karşısında kayıtsızlık… Bu soğuk, sert, bu zalim, eyvallahı olmayan bu Allahsız kabuğu yıllar içinde ediniyor insanoğlu.”
Bir yanda Nietzsche, Goethe, Hegel, Kant, Marks, Hesse gibi isimler; öte yanda İbni Arabî, Dede Efendi, Fuzulî, Mevlana’ya dair nice orijinal çıkarımlar. Son Yemek’te Veysel’in Selma ile olan görüşmesi oldukça acıklıdır. Yine de olup biten mizahi bir dille anlatılmıştır romanda. Selma ile arasına Veysel’in kafasındaki boşluklar, arkadaşları ve filozoflar girmiştir. Zihnindeki zemin yarılmış, içine düştüğü şeyden kurtulamamıştır. Çoklu kişilik bozukluğu yaşayan (disosiyatif kimlik bozukluğu) Veysel iyice çıkmaza girmiştir. Öte yandan Veysel’in insanın oyuncu ruhuna dair yaptığı çıkarımlar müthiştir.
Eteğindeki taşları dökme vaktidir artık. Veysel paradoksundan emin değildir. Pek çok hareketinden/eyleminden sonra geldiği bu son noktada geri dönüş yoktur. Belki de paradoksu puttur. Bu ihtimali düşünen Veysel, ölüme hazırdır artık. “Meleğe açık çek vermiştir” bile. Travmadan kaçan geçici hafıza kayıpları yaşayan bir gencin dramını okumak, hüzünlü ama çarpıcı ve gerçekçi. Romanın sonuna doğru, bir yanda onu anlamlı kılan sevdiklerini ve Allah’ı aynı kefeye koyamayan vicdanı ve bir yanda kurduğu paradoksu.
Sürecin sonunda benliğini kaybeden gencin, bir cam parçası gibi kişiliklere bölünmesi, akıcı bir üslupla, başarılı olarak yansıtılmış durumda. Hepsi ve daha fazlası için Weysel Paradoksu okuru, yaşadığımız modern dünyaya dair, sıkı bir sorguya çağırıyor biz okurları.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
* Bu yazı Birnokta dergisinin 197. sayısında (Haziran 2018) yayınlanmıştır.
Dünya, gül vadedilen bir bahçe değilmiş meğer
Sanırım hepimiz hayatımızın belirli dönemlerinde, delirmeye yaklaştığımızı düşünmüşüzdür. Birtakım ontolojik problemlerimize psikolojik problemlerin de eklendiğini, hali hazırda karışık olan kafamızın daha da karışmaya müsait olduğunu anlarız.
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, dünyanın gerçekliğini yüzümüze vurur gibi anlatır bu psikolojiyi. On altı yaşında, anne babasının hareketi üzerine kliniğin yolunu tutar Deborah. On dokuz yaşına gelene kadar da devam edecektir bu süreç. Yaşıtlarına göre erken olgunlaşan bir beyin yapısı, yaşıtlarına kıyasla çok zor bir gençlik dönemi vardır. Şizofren teşhisi koyar doktorlar. Kitabı okuduğum sırada, şizofren olan matematikçi John Nash’ın hayatını anlatan Akıl Oyunları filmini de izledim. Deborah’ın kendi kafasında kurduğu dünyayla olan konuşmalarını kavramak, yaşadıkları durumları anlamak için John Nash’ın hayali arkadaşlarıyla olan konuşmalarına dikkat ettim. Deborah’ın dünyasıyla ilgili fikirler verdiğini söyleyebilirim. Demek ki şizofreni böyle bir şeydi. Henüz delirmediğimden mütevellit ilk etapta anlayıp hayal etmek zor oldu. Filmi izleyip kitabın da kalan kısmını bitirince hayalim netleşti. Şizofreni hastaları kendi kurduğu dünyasının, gördüğü halüsinasyonlar neticesinde ortaya çıkan arkadaşlarının ve tüm bunlarla olan diyaloglarının bir parçası olarak, kaçışı sağladıklarını düşünürler. Bu dünya ve dünyanın üstündeki insanlar onları incitir ve kendi kurdukları dünyaya sığınmak onlar için mecburi bir kaçış halini alır. Bilinçli bir kaçış gibi aslında. Hatta Deborah’ın doktoru Dr. Fried (Deborah’ın deyimiyle Furi) bu durumla ilgili olarak bir hastasının ahvalini şöyle anlatır: “Bir keresinde, kendine korkunç işkenceler yapan bir hastam olmuştu. Ona neden böyle şeyler yaptığını sorduğum zaman, ‘Bunları bana dünya yapmasın diye,’ karşılığını vermişti. Sonra, ‘Dünyanın neler yapacağını görmek için biraz beklesenize,’ demiştim. O da, ‘Anlamıyor musunuz? Eninde sonunda oluyor bunlar, bu şekilde hiç olmazsa kendi yıkımımı kendim yönetiyorum,’ diye yanıt vermişti.”
Okuyunca hiç de mantık dışı gelmeyen bu cümleler, kitabı okumak için kurduğum yakınlığı “Acaba şizofrenliğe doğru mu evriliyor?” diye düşündürmedi değil.
Deborah’ın dünyası ise Yr Krallığı, Koro, Kuyu ve Tanrıların oluşturduğu bir bütünden ibarettir. Sürekli yaşadığı dış dünyaya ait olmadığını bağıran seslerdir bunlar: “Sen hiçbir zaman onlardan biri olmadın, hiçbir zaman. Tamamen farklısın sen.”. Hatta Yr Krallığı’ndaki Tanrıların koruyucu ruhlar olduğuna dair inancı bile belirmiştir. Konuştuğu İngilizce, dünya için düş kırıklığına uğramak demek iken Yr dilini ise söylenmesi gereken şeyleri söylemek için kullandığı dil olarak görür. Örneğin Koro; hoşlanmadığı öğretmenlerinin, akrabalarının ve okul arkadaşlarının bir araya gelmesiyle oluşan seslerdir.
Yahudi olduğu için toplum tarafından yargılayıcı nitelikte olan dışlanmışlıklar, büyükbabasının mükemmeliyetçi tutum içinde baskı yapması ve anne ve babasının rolü Deborah’ın problemlerinde büyük etkenler oynamıştır. Hatta babası kızının neden böyle olduğunu düşünürken “Hiçbir zaman soğuk ya da açlık tehdidiyle karşılaşmadı…” diye bir cümle kurar. Çok basit bir nokta gibi görünen ama altında büyük yıkımlar oluşturan bir cümle bu, bana kalırsa. Çünkü bizim de toplumumuzda ve hatta ailemizde karşılaştığımız sık bir durumdur bu. Soğukluk, açlık, savaş tehdidiyle karşılaşmadığı müddetçe bir çocuk kendi içinde ne gibi büyük problemler yaşayabilir ki? Sığlığı doğmuştur babanın kafasında. Yani bir çocuk temel büyük ihtiyaçları açısından sorun yaşamıyorsa neden kendine problemler üretir ki? Bizim toplumumuzda “şımarıklık” olarak bile nitelenebilir böyle bir durum. Annesinin tutumlarına değinirsem, babasına kıyasla Deborah’ın durumunu ve ailenin bu durum karşısında davranışlarını dengede tutabilmek için her daim çırpınır vaziyettedir. Yalnız bir nokta dikkatimi çekti: Kızına yardımcı olduğunu ve bunun için sevinç duyduğunu belirtir Esther. Bunu da, “Benim annem bunu hiç yapmazdı.” diyerek vurgular. Buradan anladığım olgu ise: Bir annelik ölçümü olarak, kendi annesinin kendisine sergilemediği davranışları kızına göstererek, vicdan muhasebesinde sınıfı geçtiğini kabul etmek ister. Onay almak istemek gibi. Dr. Furi’ye de bu konudan bahseder sık sık.
Şizofreninin en kötü yanı gerçekte olanla gerçek dışını ayıramamaktır. Kafalarının içinde kendileriyle konuşan karakterlerin aslında var olmadığını öğrenmek hastalar için büyük bir yıkımdır. Bu durumu kabullenemedikleri ya da kabullenmek istemedikleri için iyileşemezler. Deborah’ın sürekli Yr Krallığı ve Tanrılarla konuştuğu gibi. Akıl Oyunları'nda da John Nash’ın hayali arkadaşlarıyla konuşup onlardan iyileşmek için izin istemesi, onlarla çatışması ve hatta konuşmamaya çalışarak onları cezalandırdığını düşünmesi, bunlara örnek verilebilir.
“Ah şu ana babalar.’Onu iyileştirin,’ derlerdi hep, ‘onu, sofra adabını bilen ve bizim kararlaştırdığımız geleceği kabullenen biri olacak biçiminde iyileştirin!’ Dr. Fried içini çekti. Zeki, dürüst, iyi yürekli ana-babalara bile çocuklarını aldatmak kolay geliyordu. Kendilerinin hiçbir zaman tenezzül etmeyeceği aldatmacaları, gösterişçiliği, kibirliliği, rahatlıkla çocuklarına uygulayabiliyorlardı.”. İşte buradan da anlayabileceğimiz gibi ana-babaların çocuk üzerindeki yıkıcı tutumları Doktor Fried’i de rahatsız eder.
Deborah’ın bulunduğu koğuşta kalan hastalar ise tıpkı Deborah gibi dünyayı suçlar hep. Kendilerinin katili olan bu dünyanın nasıl olur da ceza çekmek yerine durmadan gelişip güzelleştiğini anlayamazlar. Kızdıkları nokta burasıdır.
Doktoruna karşı suçluluk psikolojisi hisseden Deborah, doktoruna hiçbir zaman yalan söylemediğini ama bir insan olmadığını da söyler. Buna karşılık olarak doktoru: “Benim görevim seni bağışlamak değil,” der. “Gerçekten dünyada ahlaki konular ve zor kararlarla sık sık karşılaşacaksın ve daha önce de dediğim gibi, dünya dikensiz gül bahçesi değildir. Gel, görüp anlamanı sağlayan güce şükredelim ve yapman gerektiğini anladığın şeyi yapabileceğin güne ulaşmaya çalışalım.”
“Yaşamak savaşmak demektir,” der Deborah. İyileşme isteği ve umuda inanmak istemesinden sonra.
Vücudunda yanıklar oluşturduğunda ilk zamanlar acı duymaması, iyileşme isteği güçlü çıktıkça bu acıları hissetmesi ve tekrarlamaması iyileşme sürecine girdiğine örnektir.
Doktorunun onu büyük bir kuvvetle inandırmak istemesi ise en büyük etkendir. “Ona bir anlatabilsem… Çölde doğup büyümüş bir insana, daha görmediği nice bereketli, verimli, olağanüstü derecede güzel topraklar olduğu nasıl anlatılabilirdi acaba?”
Yazarın kendi hayatından yola çıkarak yazdığı bu kitap, psikolojiye ilgi duyan herkese kaynaklık edebilir nitelikte.
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim ismiyle müsemma bir kitap. Dünyanın tozpembe bir gerçekliğe sahip olmadığını anlatırken bir yandan da tamamen yıkıma ve umutsuzluğa maruz kalmamak gerektiğini ispatlıyor. Anne-baba-çocuk üçlüsünde dünyanın rolü ve akıl sağlığının ne kadar zedelenip, nasıl iyileştiğini anlatıyor.
“Hiç bitmiyor evlat olmak” demiştim bir öyküde. Sanırım bu cümleyi Deborah’a ithaf edebilirim artık.
Rüya Bağ
twitter.com/RuyaBag
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, dünyanın gerçekliğini yüzümüze vurur gibi anlatır bu psikolojiyi. On altı yaşında, anne babasının hareketi üzerine kliniğin yolunu tutar Deborah. On dokuz yaşına gelene kadar da devam edecektir bu süreç. Yaşıtlarına göre erken olgunlaşan bir beyin yapısı, yaşıtlarına kıyasla çok zor bir gençlik dönemi vardır. Şizofren teşhisi koyar doktorlar. Kitabı okuduğum sırada, şizofren olan matematikçi John Nash’ın hayatını anlatan Akıl Oyunları filmini de izledim. Deborah’ın kendi kafasında kurduğu dünyayla olan konuşmalarını kavramak, yaşadıkları durumları anlamak için John Nash’ın hayali arkadaşlarıyla olan konuşmalarına dikkat ettim. Deborah’ın dünyasıyla ilgili fikirler verdiğini söyleyebilirim. Demek ki şizofreni böyle bir şeydi. Henüz delirmediğimden mütevellit ilk etapta anlayıp hayal etmek zor oldu. Filmi izleyip kitabın da kalan kısmını bitirince hayalim netleşti. Şizofreni hastaları kendi kurduğu dünyasının, gördüğü halüsinasyonlar neticesinde ortaya çıkan arkadaşlarının ve tüm bunlarla olan diyaloglarının bir parçası olarak, kaçışı sağladıklarını düşünürler. Bu dünya ve dünyanın üstündeki insanlar onları incitir ve kendi kurdukları dünyaya sığınmak onlar için mecburi bir kaçış halini alır. Bilinçli bir kaçış gibi aslında. Hatta Deborah’ın doktoru Dr. Fried (Deborah’ın deyimiyle Furi) bu durumla ilgili olarak bir hastasının ahvalini şöyle anlatır: “Bir keresinde, kendine korkunç işkenceler yapan bir hastam olmuştu. Ona neden böyle şeyler yaptığını sorduğum zaman, ‘Bunları bana dünya yapmasın diye,’ karşılığını vermişti. Sonra, ‘Dünyanın neler yapacağını görmek için biraz beklesenize,’ demiştim. O da, ‘Anlamıyor musunuz? Eninde sonunda oluyor bunlar, bu şekilde hiç olmazsa kendi yıkımımı kendim yönetiyorum,’ diye yanıt vermişti.”
Okuyunca hiç de mantık dışı gelmeyen bu cümleler, kitabı okumak için kurduğum yakınlığı “Acaba şizofrenliğe doğru mu evriliyor?” diye düşündürmedi değil.
Deborah’ın dünyası ise Yr Krallığı, Koro, Kuyu ve Tanrıların oluşturduğu bir bütünden ibarettir. Sürekli yaşadığı dış dünyaya ait olmadığını bağıran seslerdir bunlar: “Sen hiçbir zaman onlardan biri olmadın, hiçbir zaman. Tamamen farklısın sen.”. Hatta Yr Krallığı’ndaki Tanrıların koruyucu ruhlar olduğuna dair inancı bile belirmiştir. Konuştuğu İngilizce, dünya için düş kırıklığına uğramak demek iken Yr dilini ise söylenmesi gereken şeyleri söylemek için kullandığı dil olarak görür. Örneğin Koro; hoşlanmadığı öğretmenlerinin, akrabalarının ve okul arkadaşlarının bir araya gelmesiyle oluşan seslerdir.
Yahudi olduğu için toplum tarafından yargılayıcı nitelikte olan dışlanmışlıklar, büyükbabasının mükemmeliyetçi tutum içinde baskı yapması ve anne ve babasının rolü Deborah’ın problemlerinde büyük etkenler oynamıştır. Hatta babası kızının neden böyle olduğunu düşünürken “Hiçbir zaman soğuk ya da açlık tehdidiyle karşılaşmadı…” diye bir cümle kurar. Çok basit bir nokta gibi görünen ama altında büyük yıkımlar oluşturan bir cümle bu, bana kalırsa. Çünkü bizim de toplumumuzda ve hatta ailemizde karşılaştığımız sık bir durumdur bu. Soğukluk, açlık, savaş tehdidiyle karşılaşmadığı müddetçe bir çocuk kendi içinde ne gibi büyük problemler yaşayabilir ki? Sığlığı doğmuştur babanın kafasında. Yani bir çocuk temel büyük ihtiyaçları açısından sorun yaşamıyorsa neden kendine problemler üretir ki? Bizim toplumumuzda “şımarıklık” olarak bile nitelenebilir böyle bir durum. Annesinin tutumlarına değinirsem, babasına kıyasla Deborah’ın durumunu ve ailenin bu durum karşısında davranışlarını dengede tutabilmek için her daim çırpınır vaziyettedir. Yalnız bir nokta dikkatimi çekti: Kızına yardımcı olduğunu ve bunun için sevinç duyduğunu belirtir Esther. Bunu da, “Benim annem bunu hiç yapmazdı.” diyerek vurgular. Buradan anladığım olgu ise: Bir annelik ölçümü olarak, kendi annesinin kendisine sergilemediği davranışları kızına göstererek, vicdan muhasebesinde sınıfı geçtiğini kabul etmek ister. Onay almak istemek gibi. Dr. Furi’ye de bu konudan bahseder sık sık.
Şizofreninin en kötü yanı gerçekte olanla gerçek dışını ayıramamaktır. Kafalarının içinde kendileriyle konuşan karakterlerin aslında var olmadığını öğrenmek hastalar için büyük bir yıkımdır. Bu durumu kabullenemedikleri ya da kabullenmek istemedikleri için iyileşemezler. Deborah’ın sürekli Yr Krallığı ve Tanrılarla konuştuğu gibi. Akıl Oyunları'nda da John Nash’ın hayali arkadaşlarıyla konuşup onlardan iyileşmek için izin istemesi, onlarla çatışması ve hatta konuşmamaya çalışarak onları cezalandırdığını düşünmesi, bunlara örnek verilebilir.
“Ah şu ana babalar.’Onu iyileştirin,’ derlerdi hep, ‘onu, sofra adabını bilen ve bizim kararlaştırdığımız geleceği kabullenen biri olacak biçiminde iyileştirin!’ Dr. Fried içini çekti. Zeki, dürüst, iyi yürekli ana-babalara bile çocuklarını aldatmak kolay geliyordu. Kendilerinin hiçbir zaman tenezzül etmeyeceği aldatmacaları, gösterişçiliği, kibirliliği, rahatlıkla çocuklarına uygulayabiliyorlardı.”. İşte buradan da anlayabileceğimiz gibi ana-babaların çocuk üzerindeki yıkıcı tutumları Doktor Fried’i de rahatsız eder.
Deborah’ın bulunduğu koğuşta kalan hastalar ise tıpkı Deborah gibi dünyayı suçlar hep. Kendilerinin katili olan bu dünyanın nasıl olur da ceza çekmek yerine durmadan gelişip güzelleştiğini anlayamazlar. Kızdıkları nokta burasıdır.
Doktoruna karşı suçluluk psikolojisi hisseden Deborah, doktoruna hiçbir zaman yalan söylemediğini ama bir insan olmadığını da söyler. Buna karşılık olarak doktoru: “Benim görevim seni bağışlamak değil,” der. “Gerçekten dünyada ahlaki konular ve zor kararlarla sık sık karşılaşacaksın ve daha önce de dediğim gibi, dünya dikensiz gül bahçesi değildir. Gel, görüp anlamanı sağlayan güce şükredelim ve yapman gerektiğini anladığın şeyi yapabileceğin güne ulaşmaya çalışalım.”
“Yaşamak savaşmak demektir,” der Deborah. İyileşme isteği ve umuda inanmak istemesinden sonra.
Vücudunda yanıklar oluşturduğunda ilk zamanlar acı duymaması, iyileşme isteği güçlü çıktıkça bu acıları hissetmesi ve tekrarlamaması iyileşme sürecine girdiğine örnektir.
Doktorunun onu büyük bir kuvvetle inandırmak istemesi ise en büyük etkendir. “Ona bir anlatabilsem… Çölde doğup büyümüş bir insana, daha görmediği nice bereketli, verimli, olağanüstü derecede güzel topraklar olduğu nasıl anlatılabilirdi acaba?”
Yazarın kendi hayatından yola çıkarak yazdığı bu kitap, psikolojiye ilgi duyan herkese kaynaklık edebilir nitelikte.
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim ismiyle müsemma bir kitap. Dünyanın tozpembe bir gerçekliğe sahip olmadığını anlatırken bir yandan da tamamen yıkıma ve umutsuzluğa maruz kalmamak gerektiğini ispatlıyor. Anne-baba-çocuk üçlüsünde dünyanın rolü ve akıl sağlığının ne kadar zedelenip, nasıl iyileştiğini anlatıyor.
“Hiç bitmiyor evlat olmak” demiştim bir öyküde. Sanırım bu cümleyi Deborah’a ithaf edebilirim artık.
Rüya Bağ
twitter.com/RuyaBag
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)