19 Nisan 2013 Cuma

Hayatta her şeyin bir antitezi olmalı, öykünün bile

Kitabı elime ilk aldığımda kitabın arka kapağında yer alan Faulkner’ın cümlelerini pek ciddiye almamıştım. Şöyle diyor yazar:

Çılgın Palmiyeler’in ilk bölümünü bitirir bitirmez, bir şeylerin eksik kaldığını, öykünün pekiştirilmesi, müzikteki kontrpuan benzeri bir yöntemle güçlendirilmesi gerektiğini gördüm. Bunun üzerine, ‘Çılgın Palmiyeler’deki öykü yeniden canlanıncaya kadar ‘Irmak Baba’yı yazdım.”

Evet, bu romanda iki farklı öykü var aslında. Biri, Çılgın Palmiyeler, diğeri Irmak Baba. Ne karakterler ortak, ne yaşamlar. Birinde(Çılgın Palmiyeler) bir kocanın karısını nasıl kendi eliyle başka bir adama teslim ettiğini, kadının bu oyunda ne kadar ileri gidip nasıl bir tutkuyla yaşayabileceğini, aşığının ise girdiği bu zor yükün altında ne kadar zorlandığını göreceksiniz. Yasak aşk üstüne bugüne kadar çok şey yazılıp söylendi. Aklımıza bu konuda hiçbir şey gelmese bile Anna Karenina gelir. Çılgın Palmiyeler’in kahramanı Charlotte, Anna’ya birçok yönden benzese de ondan daha cesur bir kadın. Bu yüzden de tutkularını, mutluluklarını daha yoğun yaşıyor. Aşkın ölmeyeceğine, sadece ona layık değilsek bizi bırakıp gideceğine, ölenin biz olacağımıza inanıyor.  Harry’nin ise Charlotte’u sevmekten ve duruşuna imrenmekten başka yapabileceği bir şey yok. Hayır, Harry’e korkak demek istemiyorum. Kafası karışık demek daha doğru olur. Onun düşünceleri sayesinde belki de bir erkek tarafından yazılmış, kadınların yasak aşk yaşamasıyla ilgili en doğru cümleleri okudum.

“Erkeklerin tersine, kadınlara çekici gelen şey, yasadışı aşkın büyüsü ya da iki kişinin suçlanıp lanetlenerek toplumdan, Tanrı’dan sonsuza kadar kopmalarına, dönüşü olmayan bir yalnızlığa gömülmelerine yol açan ateşli bir tutku değildir; onlara çekici gelen, yasadışı aşkın güçlükleriyle başa çıkabileceklerini göstermektir.”

Diğer hikâye olan Irmak Baba hakkında söyleyecek çok şeyim yok aslında. Hamile bir kadınla birlikte en zor şartlarda kürek çekmeye çalışan, kadının şiş karnına baktıkça midesi bulanan bir mahkûmun hikâyesi Irmak Baba. Ne bir solukta okudum diyebilirim ne de çok sürükleyici olduğundan dem vurabilirim. Aksine sonuna yaklaşana kadar sırf bitsin de Çılgın Palmiyeler’in diğer bölümüne geçeyim diye okuduğum bir öyküydü. Ama sonunda öyle bir yere getirdi ki beni, sadece getirdiği noktayı değil, dönüp geldiğim yolu da sevdim.  

Birbirimizden çok farklı hayatlar yaşamıyoruz aslında. En üstteki adamla en alttaki adamın yaşamı çok da ayrı değil. Bir mahkûmla bir doktor farklı amaçlar için yaşayıp aynı varışlarda bulabilirler kendilerini. Ve şimdi kitabın arka kapağı daha anlamlı benim için. Evet, hayatta her şeyin bir antiteze ihtiyacı vardır. Öykünün bile.

Ümran Kio

18 Nisan 2013 Perşembe

Zamana hak ettiği değeri vermek isteyenlere

Adı bile insandaki mütecessis tarafı ayağa kaldıran bu kitap özelde bir idam mahkûmunun son gününü anlatsa da genelde ölmeyi bekleyen biz insanların kendileri ile yüzleştikleri takdirde ne ile karşılaşabileceklerini gözler önüne seriyor. Hepimiz öleceğiz ve bu konuda mutabık olduğumuz için mutluyum. Yoksa nereye sığacak bunca insan? Aslında öleceğimiz konusunda sahip olduğumuz bilgisizlik işleri yoluna koyuyor. Demek istediğim bir insan öleceği zamanı bilse plansız ve programsız yaşayamazdı. Ya da zamana hak ettiği değeri vereceğim derken zamanı eline yüzüne bulaştırabilirdi. Sakındığı göze çöp batardı. Ölüm günü bilgisinin insana verilmeyişinin hikmeti üzerine söylenecek daha çok söz var. Ancak kısaca şunu belirtmeliyim ki insan öleceği günü bilmeyerek yaşamanın tadına varabiliyor. Ancak bu bilgiye sahip olmamak insanı aynı zamanda kendine karşı kör de edebiliyor. Bu elbette irade ile alâkalı bir durum. Yani iki dinleyip bir konuşan ve aklını kullanmayı bilen bir insansanız gece başınızı yastığa koyduğunuz vakit uyumaktan daha elzem olan vicdan muhasebesine yer ayırır, z raporunuzu alır uyursunuz. İnsan öleceği vakti bilse bile bunu yapar mıydı, işte o konuda emin değilim.

Faruk Erem’in dediği gibi, "suçluyu kazıyın altından insan çıkacaktır.". Mahkûm, her ne kadar öldürülecek kadar ağır bir suç işlemişse de insan oluşunu idamına bir gece kala fark eder. Hugo suçlu ile idamı değil insan ile idamı karşı karşıya getirir ve asırlarca suç ile suçluyu birbirinden ayıran giyotinin o keskin duruşunu devrim sonrası Fransa’da sorgular. Hugo kitapta idamın vahşiliği kadar idamı görsel seyir gibi zevkle izleyen insanların insanîliğinin ne derecek vahim olduğunu da gösterir.

Hugo hepimizin birer insan olduğunu idama mahkûm ve sabaha çıkamayacağı için insan yerine konulmayan bir adam üzerinden anlatır. Suçu suçlunun üzerinden kaldırır ve onu insan olarak ele almamız gerektiğini bize söyler. Bu bakış açısı hukuk fakültelerinde suç teorisi derslerinde öğrencilere kazandırılmaya çalışılır. Çünkü karşımızdaki azılı bir katil de olsa ona bu suçu işleten toplumsal, ekonomik ve sosyal nedenler olabilir. Romanımızdaki mahkûm da çocuklarına yedirecek ekmek bulamadığı için para karşılığı adam öldürmüştür. İdam gecesi mahkûmun "beni açlığa mahkûm eden ve beni suç işlemek zorunda bırakan devleti ve bakanlığı giyotin altına yatırın" diye devam adam bağırışları suçlunun altındaki insanı gösterir. Sinekleri öldürmek yerine bataklığı kurutmak daha çözüm odaklı bir davranış olacaktır. Mahkûmu sinek olarak kabul edersek idamları büyük bir zevkle gerçekleştiren cellatları ve idam anını çocukları ve eşleriyle tiyatro gibi izleyen Fransa halkını ve devletini bataklık olarak kabul edebiliriz. Nitekim Hugo bu romandan sonra yazdığı bir makalede bataklığın yavaş yavaş kuruduğuna işaret eder: "Geçmişin toplumsal yapısı üç sütun üstüne kuruluydu: rahip, kral, cellât. Uzun zaman önce bir ses şöyle demişti: "Tanrılar çekip gitsin!". Son olarak da başka bir ses yükseldi ve şöyle bağırdı: "Krallar çekip gitsin!". Şimdi zamanı artık, üçüncü bir sesin yükselip şöyle demesinin: "Cellâtlar çekip gitsin!". Böylece eski toplum parça parça dökülecek: böylece Tanrı’nın takdiri geçmişin çöküşünü tamamlayacaktır."

Mahkûm öleceği günü biliyor ve son gecesini kendisi ile yüzleşerek geçiriyordu. Yanına gelen rahip onu Tanrı’ya yaklaştırmak istiyor ancak o yalnız kalmak istediğini söyleyerek rahibi yanından kovuyordu. Çünkü sabaha çıkamayacağını bilen bir insan için sığınılacak tek liman rahip değil Tanrı’ydı. Ölümüne saatler kalan bir adamın kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştır. Yapması gereken kendi içine dönmek ve orada unuttuğu kimi değerleri son bir kez hatırlamaktır. Ayna aranır ve son kez yüzüne bakmak ister. Mahkûmun kaldığı hücrede sadece giyotine gidecek olanlar kalmıştı. Mahkûm duvarlardaki yazıları okuyor ve kendi kendine her insanın dünyaya bir iz bırakıp gitme isteği olduğunu söylüyordu. Ölümüne bir gece kalan bir insanın dünyaya bırakabileceği tek iz ise hücresinin duvarına mesela aşkını kazımaktı.

"Zaten bu hayatta özlem duyacağım kadar beni üzebilecek ne kaldı ki? Aslında hapishanenin karanlık gündüzü ve kara ekmeği; kürek mahkumlarına çok az miktarda verilen çorbaya benzer yemek, horlandığımı görmem, o kadar eğitim almış birisi olmama rağmen, gardiyanlar ve diğer mahkumlarca aşağılanmak, sohbet edebileceğim ve anlattıklarını dinleyebileceğim özellikte bir insan görememek, yapmış olduğum ve bana yapılacak olan şeylerden dolayı tedirgince ürpermek. İşte celladın elimden alabileceği bütün servetim budur."

Roman yazıldığı dönemde ne gibi yankılar uyandırdı bu konuda bir bilgi edinemedim ancak tahmin ediyorum Hugo romanın sonunda mahkûmu öldürerek bir uyanışa neden oldu. Che Guavera’nın ölmeden evvel dediği gibi, "Vur, korkak herif, sonuçta sadece bir adam öldürmüş olacaksın."

Muhammed Faruk Özcan

16 Nisan 2013 Salı

Cam kırıkları içinde kalmış bir münzevi

Fuseki

Bu kelime, GO oyununda Açılış’ı temsil eder ve az sonra cümlelerimi uğrunda utanmazca savuracağım Şibumi’nin ilk bölümü tam da bu Japonca terimle başlıyor. “Bana ne Japon oyunundan” diyenler, sizden birkaç kelime sabır dileneceğim. Çünkü sıkıcı bir Uzakdoğu masalı değil ruhunuza tavsiye ettiğim. Trevanian’ın başyapıtı olarak bilinen ve benim hali hazırda okuyup da sevmeyen tek bir kadına veya erkeğe rastlamadığım Şibumi, temelde bir serüven romanı. Sizi yormadan Şangay’a, Japonya’ya ve Bask diyarına sürükleyecek. Hapishanelere girecek, mağaraları keşfedecek, şifre çözecek ve kiraz ağaçlarının arasında vedalaşacaksınız.

Cesetler sağa sola savruluyor, gizli odalarda kan donduran pazarlıklar yapılıyor ve ne idüğü belirsiz bir adam her nasılsa tüm Kapitalist sistemin sorunu haline geliyor. Tabii bu Sorun’un normal döşenmiş bir salonda, adam öldürebilmek için 200’den fazla eşyayı silah olarak kullanabilmesi gibi minicik bir detayı atlamamak gerek. Fakat sayfalar akıp kahramanımızın ömründe yolculuk ettiğinizde, karşınızda bir cinayet makinesinden fazlasını bulacaksınız. Çünkü Nicholai’den başka hiçbir cinayet makinesinin tek hayali, 3 tane çiçeğin ekili olduğu bir bahçe değildir.

Temel aldığı serüven kurgusunun üzerinde felsefi bir tango ile süzülen bir roman Şibumi. Yazarın yaşanan hayatla büyük derdi var ve bir katilin adımlarını takip eden gözleriniz siyasetin, istihbarat dünyasının önümüze serdiği ilizyonları narenciye sıkacağı ile aralayacak. Bir sistem eleştirisi, küçük balıkların sırf başkalarını yutma sevdasından nasıl küçük kaldığına dair bir destan. Filmler ve çok satan romanlar sayesinde hayallerimize dayatılan güç, aşk, para, şöhret ve çevre gibi kavramlarla sükûnet, sevgi, anı, saygı ve dostluğun soluksuz bir mücadelesi. Dünyanın her alanında hükmünü keyifle süren Tüccar zihniyetin münzevi şairlere açtığı savaşın hikâyesi. Yalnızlığın kalabalıktan kaçışı hakkında, masumiyeti Northrop uçakları ile parçalanmış ve cam kırıkları içinde kalmış bir masal.

Neden bahsettiğimi anlamamış olabilirsiniz, buraya kadarı makul. Zira serüven dedim, katil dedim, sistem eleştirisi, tüccar ve şair dedim. Bunu adı Japonca “Sadelik” anlamına gelen bir roman için kullandım ve her şeyi bir GO terimi ile başlattım. Çılgınca, değil mi? Bana sorarsanız kesinlikle öyle. Ancak garanti ediyorum bu delilik, zekânızda kıvılcımlar tetikleyecek. Dürüst olayım, ruhunuza bir kitabı yalanlarla sunamam, yazarın bir serüven romanında neden oyun terimini kullandığını önerdiğim sayfalardan evvel ben de anlamlandıramazdım. Fakat şimdi biliyorum ki “Hayat, GO’nun basitleştirilmiş halidir.

Ruhunuza yapacağım Tsuru no Sugomori şudur ki; eğer 6 Ağustos’ta ne olduğunu biliyorsanız, 70’li yıllarda yazılmasına rağmen asla yaşlanmayacak bu kitabı okumadan geçmeyin.

Yalım Yarkın Özbalcı
twitter.com/YalimYarkin

Bu kitabı okumanın cezası: Farkındalık

“Eğer bu kitabı okumaya niyetliyseniz vazgeçin. Kendinizi kurtarın. Televizyonda mutlaka daha iyi bir şeyler vardır. Burada anlattığım şeyler önce sizi kızdıracak. Sonra her şey daha da kötü olacak.”  Uyarısıyla başlayan bir kitap Tıkanma. Chuck Palahniuk deyince aklımıza sadece “Dövüş Kulübü” nün gelmemesi gerektiğini anımsatan bir kitap.

Kitabın kahramanı Victor Mancini “sürekli kahramanlar” yaratarak hayatını devam ettirmektedir. Şöyle ki bulunduğu restoranda boğazına takılan yiyecekle boğulma numarası yapmakta, kendisini kurtaran kişinin hayatına bir kahramanlık hikâyesi katmaktadır. Ve tabii aynı kişinin kendisinden sorumlu olmasını da sağlamaktadır. Buradan kazandığı parayla da annesinin tedavi masraflarını karşılamaktadır.

Sakın Victor’a acımaya başlamayın. Onunki pek “ah yazık, annesinin tedavi masrafları için kendini tehlikeye atıyor.” durumu değil. Mancini anne ve babaların “kitlelerin yeni afyonu” olduğunu düşünen ve Tanrının olmadığı bir dünyada annelerin Tanrı olduğuna inanan bir seks bağımlısı. Yeterince insan onu severse, sevgiye ihtiyacı olmayacağına, yeterince kazanıp başarılı olursa başka hiçbir şey yapmak istemeyeceğine, yeterince insan ona bakarsa bir daha asla başka birinin dikkatini çekmek zorunda kalmayacağına ve eğer yeterince zeki olursa günün birinde yeteri kadar seks yapabileceğine inanan bir çocuğun inandıklarını adım adım takip edip büyümüş hali. Hayatıysa mastürbasyon yapmadığı her gün için eve bir kaya getiren arkadaşıyla birlikte arka sokaklarda geçiyor. 

Yeraltı edebiyatının mutlulukla pek ilgisi olduğunu sanmıyorum. O yüzden bu kitap şu ruh haline iyi gelir diyemeyeceğim. Mancini’nin yürüdüğü sokakları Amerika sokakları olarak düşünüp yabancılaşamazsınız. Çünkü hepinizin o kadar koşuşturmanın sonunda geleceğiniz yer bir hiçliğin orta noktası. “Ve belki de bilmek önemli değil” O yüzden Palahniuk’a katılıyorum: bu kitabı okuyunca her şey daha kötü olacak. Çünkü fark edeceksiniz. Cahilliğin kutsal sayıldığı bir yüzyılda fark etmenin cezası tecavüz, cinayet ve hırsızlıklardan daha ağır olmalı. Bu ve bunun gibi kitaplardan sonra ömür boyu farkındalık cezasına çarptırılacaksınız. Üzgünüm.

“Cahillik bir zamanlar sonsuz mutluluktu.”

Ümran Kio

Sürekli heyecan peşinde koşanlara

"Madame Bovary'nin olağanüstü tarafı, kahramanlarının, onları yaratan yapı ve üslup sayesinde, o dünyevi arzuları ve vatandaş dertleriyle sıradan insanlar olmalarına rağmen, bizi derinden etkileyebilmeleridir."
- Mario Vargas Llosa

Emma Bovary az çok iyi öğrenim görmüş, akıllı, duyarlı fakat mantıktan çok duygularıyla hareket eden, aşırı romantik ve boş kafalıdır. Hayatını okuduğu romantik hikâyelerin etkisiyle şekillendirme beklentisindedir. Kurduğu egzotik düşler içten içe onu ele geçirir ve gelenekseli çiğnemek için en geleneksel yollara başvuran bir taşra burjuvası haline gelir. Heyecan arayışı onu yasak ilişkilere sürükler, kurduğu bu yasak ilişkilerde hep kullanılan taraf olmaktan kurtulamaz.

"Emma artık bu dünyadan kopuyor, hayallerini kurduğu düşlerine daldığı alemde yokluğa başlıyordu. Balık satıcılarının arkasından gidiyor, dağları, tepeleri, aşılması zor geçitleri aşıyor, yalçın kayalardan geçiyordu. Biraz daha gidiyor, ama bulanık bir su bulutunun içinde kendini kaybediyor, düşleri noktalanıyordu. Genç kadın ne zaman bir hayal kursa her zamanki gibi sonunu getiremiyordu. Artık tek yol kalıyordu: Haritada da olsa Paris'i bulmak, Paris'i tanıyabilmek..."

Emma'nın Paris'i özleyişinin altında cennet özlemi yatar.. Paris=Par(ad)is. Başka bir yerde var olmak, bulunduğu yerden kaçmak ister. Sürekli bir dairesellik içinde hemen her şeyi iki kere tecrübe eder. Onda eksik olan şey farkındalıktır. Kendi gerçeğine kör bir kadın olarak çöküşünü hazırlar.

"Hem ölmek, hem Paris'te yaşamak istiyordu..."

Flaubert'in dünyası da kendi mantığı, kendi kuralları, kndi rastlantıları olan bir düş dünyasıdır. Tüm sorunları bir kadının bakış açısıyla irdeler. Asla tatmin olmayan bir kadın portresi çizer. Aptallıkla cesareti aynı bedende buluşturarak daha da tehlikeli bir karakter yaratır. Bu karakter aracılığıyla toplumsal değer yargılarını ve ahlâk ölçülerinin riyakârlığını ele alır. Bir küçük burjuva kadının dramının arkasında yatan bayağı, küçük dünyasını yansıtır. Bunu yaparken Fransız romanının en önemli meselesini irdeler: Sıkıntı.

"Sıkıntı insana her şeyi yaptırır."

Madam Bovary'nin kocası Charles ise karısının arzuladığının aksine can sıkıcı, hantal, miskin bir adamdır. Albeni, cazibe, heyecan denen şeylerden nasibini almamıştır ve acınacak bir insandır da. Emma'ya beslediği sarsılmaz aşkla yücelen bu karakter romanın en yavan kahramanıdır da. Epifanisi (uyanışı) karısının gizli aşk mektuplarını buluşuyla gerçekleşir. Flaubert, Charles'ı şöyle tasvir eder:

"Yeni, köşede, kapının ardında kalmıştı, ancak görülebiliyordu, on beş yaşlarında bir köy çocuğuydu, boyu hepimizin boyundan uzundu. Alnındaki saçlar, bir köy ilâhicisinin saçları gibi dümdüz kesilmişti, akıllı uslu, pek sıkılgan bir hali vardı. Omuzlan geniş değildi ya dört etekli, kara düğmeli, yeşil çuhadan elbisesi koltuk altlarını gene de rahatsız ediyor olmabydı, işlemeli kol ağızlarının arasından, çıplak durmaya ahşmış, kırmızı bilekleri görünüyordu. Askıların pek fazla çektiği sarımsı bir pantolondan, mavi çorap bacakları çıkıyordu. İyi boyanmamış, çivili, sağlam kunduralar giymişti. Derse kalkıp anlatmaya başladık. Vaiz dinler gibi dikkatle, can kulağıyla dinledi, dinlerken ayak ayak üstüne atmaya, sıraya dirseğini dayamaya bile cesaret edemiyordu..."

Flaubert'in bu romanı romantizmin realizm karşısındaki çöküşünün temsilidir. Pitoresk tasvirleri, kurgusu, realist gözlemleriyle Batı edebiyatının şaheseridir. Roman insan yapısının o pek duyarlı hesap cetvelini konu edinir. Falubert o kadar gerçekçidir ki bu kitaptan sonra bovarizm akımı oluşmuş ve psikolojide tatminsizlik, memnuniyetsizlik anlamına gelen bir rahatsızlık olarak yer almıştır. Madam Bovary sadece edebi değil aynı zamanda kültürel bir dönüm noktasıdır da.

"Kapalı pancurların arasından sızan ince uzun güneş ışıkları, bardakların kenarından yukarıya doğru tırmanan sinekler, Emma'nın omuzlarındaki ter damlacıkları..." yazarın kusursuz imgelerine örnektir. Tahlil tasvir kompozisyonunu sık sık uygular ve bunun bol, en kusursuz örneklerini verir. Derdini yoğun simgesel anlatımlarla aktarır. Her sayfada şahit olunan sinematografik tasvirler romanın beş yıllık yazım sürecinin hakkını verdiğini gösterir. Anlatmayla gösterme arasında bir şey yapar.

Romantikliği alaşağı eder.

"Yaşayışına gelince, penceresi kuzeye bakan bir çatı katı gibi soğuktu, sıkıntı denen sessiz örümcek de karanlıkta yüreğinin dört bir köşesinde ağlar örüyürdu..."

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

9 Nisan 2013 Salı

Zamanın ne içinde ne de dışında olanlara

Eğitim sistemimizde, lise yıllarında verilen edebiyat dersi başlı başına bir "dayatma" niteliğindedir hiç şüphesiz. Derste uyumakla başlayan "edebi bilgi", uzun yıllar sonra yerini Ece Ayhan'ı bayan şairler arasında saymakla devam eder. Konuyu şuraya bağlayayım: Ahmet Hamdi Tanpınar her şeyden önce, yani romanlarından ve edebiyat derslerinden önce, şairdir. Kalemi şiir için dalmıştır derin denizlere ve muhteşem eserlerle edebiyatımızı taçlandırmıştır. Bilmeyiz, iki üç romanını okuduktan sonra "başka neleri var?" diye bakarız ve akabinde şiirlerinin de olduğunu görürüz. Vah ki böyle ruhlara... İş bu yazı, bu ruhlara değil, daha çok Tanpınar'ın şair olduğunu bilen ve şiirlerini ezberlemeye gönül vermiş ruhlara daha çok hitap edecektir. Zira şiir, bir ruh işidir.

"Şiir ve alelumum sanat, ferdin en mutlak ve hür surette kendini idrak ettiği zirvedir."

İşte böyle düşünen ve Prof. Dr. Mehmet Kaplan'ın deyişiyle harika tanımıyla "çok cepheli bir şahsiyeti ve zengin bir kültürü olan" Ahmet Hamdi Tanpınar, şiirlerine kusursuzluk kazandırabilmek için asla bastırmayı düşünmemiş, yaşamının son yıllarında bilhassa dostlarının ısrarlarıyla en azından bir kısmını küçükçe bir kitapta toplamaya adeta râzı olmuştur. Kendisi kadar bu yolda emek gösteren dostlarına ve yayıncılara da minnettarız. Türk şiirinden konuşulurken Tanpınar zikredilmezse, abdest alınmadan namaz kılınmış olur. Böylece şiir okuması sahih olmaz. Tövbe de kurtarmaz.

"Ne içindeyim zamanın / ne de büsbütün dışında
Yekpâre geniş bir ânın / parçalanmaz akışında.
"

Mezar taşını da bu dizeler süsler Tanpınar'ın. Naçizane bu meşhur şiirin en çok dördüncü kıtasındaki son iki dizeyi severim: "İçim muradına ermiş / abasız, postsuz bir derviş."

İnanıyorum ki Tanpınar'ın leziz olarak nitelenen üslubu, çok şeyini şiire, şiir uğraşına borçludur. Dergâh Yayınları tarafından ilk baskısı 1976 yılında yapılan bu kitabın, sonraki baskılarında bu vaziyeti görmek mümkün. Zira Tanpınar, birçok şiiri üzerinde yeniden oynamış, onu okuyucunun damağına kazınacak bir lezzet haline getirmiştir. Yer yer geleceği de görmüş, umutsuzluğunu gizlememiştir. İşte "Selâm Olsun" şiirinden bir dörtlük:

"Uzak, çok uzağız şimdi ışıktan
Çocuk sesinden, gül ve sarmaşıktan
Dönmeyen gemiler olduk açıktan
Adımızı soran, arayan var mı.
"

Peki ya kimi şiirlerinde kendini tarif ederken ki o muhteşem dizelere ne demeli? Yorum yapamamanın acziyeti burada kendini gösterir. "Sen ve Ben" şiirindeki şu dizelere bir bakın: "Düşünen alnımda benim her çizgi / baharı olmayan kışa benzer."

Bir Bursalı olarak Tanpınar'ın Bursa düşkünlüğü beni damarımdan vurmuştu. Önce "Beş Şehir" adlı kitabını, sonra da "Bursa'da Zaman" adlı şiirini okurken zihnim her seferinde Bursa çakısı gibi keskinleşmiştir.

"Başındayım sanki bir mucizenin
Su sesi ve kanat şakırtısından
Billûr bir âvize Bursa'da zaman.
Yeşil türbesini gezdik dün akşam,
Duyduk bir musikî gibi zamandan
Çinilere sinmiş Kur'an sesini,
Fetih günlerinin saf neşesini
Aydınlanmış buldum tebessümünle.
İsterdim bu eski yerde seninle
Baş başa uyumak son uykumuzu,
Bu hayal içinde...
"

Yazıyı bitirirken çok önemli bir bilgi vermek isterim. Hem Tanpınar hem de edebiyat severler için nimet niteliğinde bir kitap yayımlandı yine Dergâh Yayınları tarafından. Abdullah Uçman'ın hazırladığı "Edebiyat Dersleri" adlı kitap, Tanpınar'ın derslerine dair notlardan oluşmakta. Bu nabız artıran bilgiden sonra detay için en yakın kitapçınıza koşmanızı diliyorum. Tanpınar'la ve edebiyatla kalın.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Fil yutmuş boa yılanını her yaşta tanımalı insan

Yıllar önce okumuştum Küçük Prens’i. Benim okuduğum yıllarda birileri tavsiye ederse haberiniz olurdu kitaptan. Şimdiki gibi kapitalizmin nadide parçalarından biri haline gelmemişti. Yani anlayacağınız tişörtlerin, çantaların üstüne basılmadığı, hanım kızlarımızın sadece birkaç cümle alıntı okuyup kollarına, bacaklarına dövmesini yaptırmadığı yıllardı. Dün gece yeniden aldım kitabı elime. Bir-iki sayfa okuyayım derken bir de baktım ki kitabı bitirmişim. Şimdiki zamanda Küçük Prens okumak farklı bir deneyimdi. Çünkü aslında şu sıralar tam da ihtiyacımız olan şey orada saklıymış.

Bilenler bilir, Antoine de Saint-Exupéry tarafından yazılmış Küçük Prens’te, Sahra Çölü’ne düşen bir pilotun Küçük Prens ile karşılaşması çocuk gözünden anlatılır. Küçük Prens fil yutmuş bir boa yılanı çizer. Fakat gösterdiği hiçbir yetişkin onun ne olduğunu anlamaz. O, bu karışıklığı düzeltmeye çalıştıkça büyükleri resim yapmayı bırakmasını bile öğütler.

Tıpkı şimdilerde birilerinin bizim tiyatromuza, edebiyatımıza, sinemamıza engel olmaya çalışması gibi. Bu yüzden kitabı yeniden okurken farklı bir deneyim yaşadım. Evet, biz fil yutmuş boa yılanları çizmeye çalışıyoruz ama anlamayanlar bize bu işi bırakmamızı öğütlüyor, onunla da yetinmeyip bunun için zorluyor. Büyüdükçe unutuyoruz çocuk bakışımızı, istediğimizi kolaylıkla elde etmenin yollarını. Bu yüzden Küçük Prens’i yeniden okumak gerek. Çünkü ihtiyacımız olan tek şey biraz çocuk masumluğu ve biraz cesaret.

Hiç büyümemek dileğiyle…

Ümran Kio

5 Nisan 2013 Cuma

Okuyarak kalbine dönenlere

"Babalar paltolardır; gri, yeşil, lacivert
Her pederin pederi kendi yüreğine dert."

- Hüsrev Hatemi, Postnişin

Ağustos 2008. "Mustafa Kutlu'nun yeni hikâyesi Huzursuz Bacak çıktı" haberi üzerine soluğu kitapçıda almış, iki gün içinde de hikâyeyi bitirmiştim. 5 yıla yakın bir zaman geçti üzerinden, kitap ekim 2011'de 7. baskısını yaptı. Geçtiğimiz gün tekrar okumak istedim, bu kez bir gün içinde bitirdim. Son sayfayı bitirdiğimde ağzımdan yine aynı söz çıktı: yıllar geçer, biz sadece iç çekeriz.

Plazalar, gökdelenler, "tabutluk" asansörler, beyaz yakalılar, kırmızı etekliler, yeşil gözlüklüler veya her neyse.  Modern yaşamla gelenekler arasındaki dalgalar o kadar yüksektir ki, ya sörf yapma macerasını göze alıp boğulursunuz ya da bir kaptan-ı derya eşliğinde sağlam bir gemiyle yol alırsınız. Türk hikâyeciliğinin kaptan-ı deryâsı Mustafa Kutlu, kapitalist sistemin kendine has bir kalıba sokma gayretinde olduğu muhafazakarlık ve modernleşme arasındaki her şeyi bir hikâyeye sıkıştırıyor, iz bırakan bir üslupla olanı olduğu gibi anlatıyor.

Biz eskiden duvarlarla konuşurduk. Duvarlar anlatırdı memlekette olup bitenleri. Güç kavgası onların üzerinden yapılırdı. Onların rengi yansırdı insanların yüzlerine. Duvarları yıkmışlar… Tarihin sonu."

Henüz yaşım 78 değil ama ben yine zihnimde yıllar öncesine geri dönüyorum. Bir toplantı, 6-7 kişiyiz. Bir ara dalıyorum, masanın kenarına doğru bakıyorum. Hemen hemen herkesin bacakları oynuyor. Huzursuzca atıyor. Titriyor. Hikâye aklıma geliyor, gülüyorum. Patron "neye gülüyorsun?" diyor. "Halimize" diyorum. O da gülüyor. Hep gülerler.

"Ee, sen neler yapıyorsun? Hâlâ aynı fikirlerde misin?
Hiç duraksamadım:
Evet. Hâla zenginlerin servetinden fakirlerin hakkını nasıl alabiliriz, bunun formülünü arıyorum."


Bir zamanlar sürekli memleketini ve memleketinin insanını düşünen adamlar varmış. O adamlar malum vaziyetlerden soluğu Avrupada yahut Amerika'da almış. Akademisyen olup geri dönmüş. İdealleri hiç değişmemiş. Ama o adamlarla birlikte bir dönem ideal sahibi olanların her şeyleri değişmiş, neredeyse sadece isimleri aynı kalmış. Hikâye bu kadar değil, tüm bu durumun günlük hayata, iş yaşamına, ahlak ve geleneklere olan bağlılığı da sorgulanıyor. "Daha ne olsun" dedirtiyor. Arada çok güzel anektodlar da veriyor.

"Onu biraz Ahmet Hamdi Tanpınar’a benzetiyorum. Lakabını biliyorsunuz: Kırtıpil"dir. Devrinde kıymeti bilinmemiş olsa da, sonradan ülkenin en parlak edebiyat adamı diye kabul edildi. Kendi isteği dışında Edebiyatçılar Birliği Başkanı seçmişler, galiba yurtdışındaymış kendisi, "Dönünce ilk işim istifa etmek olacak" diyor hatıralarında."

Bu hikâye, bir mahalle çocuğunun maç esnasında annesinin "Oğlum eve gel!" seslenişi gibi. Okuyoruz ve evimize dönüyoruz, kalbimize.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

4 Nisan 2013 Perşembe

Ölüme en yakın insanla yaşama toslamak

Bu aralar bir kitapçıya gidip Ruhi Mücerret’in kapağıyla oynamadıysanız kendinizi şanssız hissetmeye başlamanızda bir sakınca görmüyorum. Kapak çoğu insanın ilgisini çekmiş olacak ki kime sorsam “aldım, masanın üstünde okunacaklar arasında duruyor” diyor. Aynı cümleyi ben de iki gün önce kurdum, şimdiyse kitap hâlâ masamın üstünde, ama okunmuş olmanın verdiği hazla gülümsüyor bana. Anlayacağınız tek bir kitap uğruna bütün işlerinizden vazgeçmeye hazırlanabilirsiniz.
              
Edebiyatta “ölüm” konusu o kadar çok işlendi ki okuyucular olarak kitaplardan sağ çıkamamaya alıştık. Açıkçası bu renkli kapağın arkasında da başıma geleceklerden korkarak başladım her şeye. Ama bir Murat Menteş okuyucusu olarak içim bir yandan da rahattı. Nasıl olsa hayal kırıklığına uğramazdım. Keza, öyle de oldu. Ölüme en yakın adamdan yaşamı dinlemenin keyfi yetti beklentilerimi karşılamaya.

Ruhi Mücerret 100 yaşında. Bir İstiklal gazisi, düzeltiyorum, son İstiklal gazisi. Tahmin edebileceğiniz gibi her milli bayram ve özel günde üniformasıyla hazır bulunup temsili savaşlar başlatıyor, temsili başarılar kazanıyor. Onunsa kazanmak istediği tek gerçek başarı var: bir mezar bulup içinde huzura kavuşmak. “Yaşamak benim kronik hastalığım” diyor ve her sabah kendini mezarda değil yatakta bulmanın şokuyla uyanıyor. Ve günün birinde nihayet beklenen gerçekleşiyor: Ruhi Mücerret aşık oluyor. Hem de kendinden 70 yaş küçük birine. Eh, kapaktaki “Benim yaşımda aşk, kimin kollarında öleceğine karar vermektir. Aslında her yaşta öyledir.” cümlesi boşuna değil. Her yaşlı gibi Ruhi Mücerret de beylik laflar edecek diye düşünüp hemen kulaklarınızı kapamayın hayatında ateş açmamış bu İstiklal gazisine. Koskoca 100 sene, dile kolay:

“100 sene nasıl mı geçti? Size şu kadarını söyleyeyim, 1 saniye ile 1 asır arasındaki fark abartılıyor. Ve… mazide kalan her şey kısa sürmüş demektir.”

Kitabın Ruhi Mücerret’ten iyi olmasın, bir kahramanı daha var: Civan Kazanova. Beden eğitimi öğretmeni, sevmek konusunda da hiç fena değil. Ve bugüne çok yakışan bir sistemin içinde. Onunla ilgili daha fazlasını söylemek, Menteş’in tekniğine saygısızlık olacağı için iki cümleyle yetinmek zorundayım.

 Yazar, kitabının başında “Bu kitapta anlatılanların tümü hayal mahsulüdür. Umarım asla gerçekleşmezler.” diyor ama ben karakterlerden birkaç tanesiyle en azından oturup kahve içmiş olmayı isterdim.

 Malum, bahar geldi çattı. Son zamanlarda moda olan “bahar yorgunluğu”na siz de kapıldıysanız alın size güzel bir reçete, üstelik yan etkisi de yok. Her elinize aldığınızda kapağıyla oynamayı da ihmal etmeyin. Denedim, çok oynayınca bozulmuyor.
              
Ümran Kio

Yakın ne kadar yakın, uzak ne kadar uzak, bilemeyenlere

"Daha zor günler geliyor."

Türkiye’de felsefeyi iyi yapan ender insanlardan biri olan Oruç Aruoba‘nın, ilk okuduğum kitabı idi Uzak. Yakın ne kadar yakın, uzak gerçek anlamda bize ne kadar uzak?

Kitap iki bölümden oluşuyor: “Tavşan Besleyene Kılavuz” ve “Özlem Çekene Kılavuz”.

Bir söyleyişinde okuduğuma göre Aruoba, ilk bölümünü ona hediye gelen bir tavşandan yola çıkarak yazmaya başlamış ve felsefik bir öyküye dönüştürmüştür. Zaten yazar dediğimiz kişinin de çoğu zaman yaptığı bu değil midir?

"Tavşan besleyen,
Kendini sürekli anlamağa çalışan;
Ama hiçbir zaman anlayamayacak
- Sürekli yakınlaşmağa çalışan; ama hiçbir zaman
Yakınlaşamayacak-
bir varlığı anlamağa; ona

Yakınlaşmağa, çalışmayı da öğrenmelidir-
Bile bile..."

İlk bölümü okudukça yaşamınıza paralel gelen cümleler buluyorsunuz kitapta. Kaçımız hani çok sevdiğimiz “aşk” ya da “dost” diye adlandırdığımız ilişkilerde yarı yolda kalmadık ya da “yok yapamıyorum” deyip hayata kendi ellerimizle geri vermedik? Aslında bu bölüm okuyanın kendi “evcil” kavramından ne çıkardığı ile de ilgili. Evcilleştirebildik mi isteklerimizi, arkasından kovalayıp durduk mu olmazlarımızı? Eminim her okuyan kendi tavşanını çıkaracak bir nevî bu imgeden. Belki bir “hırs” ya da “ego” olacaktır başkasına göre. Bu anlamda felsefe amacına tam ulaşmıştır, bu kitapta bana göre.

"Tavşan besleyen,
Bir gün, tavşanın artık ele avuca sığmaz bir hâle
Gelmiş bulmaya da hazırlamalıdır kendini: giderek
Büyüyüp, başlangıçtaki sevimliliğini yitirmesine;
Taleplerinin ve etkinliğinin, artık baş edemediği
-baş edemeyeceği- yalnız başında, evinde,
Sağlayabileceği koşulların yetersiz kalacağı-
Ve o koşulları sağlama, gerçekleştirme
Çabalarının da hep anlamsızlıklara gelip dayanan
-dayanacak- boyutlara varmasına…"

Tıpkı bir şarkıda dediği gibi "Gideceksen tavşanların peşinden, göze alacaksın düşmeyi". Bir düşünün ya siz neyi, ne kadar, kaç defa göze alabilirsiniz?

Kitabın asıl can alıcı yeri ise ikinci bölüm bana göre: “Özlem Çekene Kılavuz”.

"Babam’ın Anısına" diye başlar:

"Her ölüm dünyada bir boşluk açar- bir boşluk bırakıp öyle gider kişi: öteki kişiler de, şimdi, o çatlağı kapatmakla, o boşluğu doldurmakla görevlendirilmiş hissederler kendilerini."

"Özlem: bir yanına bir şeyler yazılmış bir katlı kâğıdın yırtılmış yarısında boşluk, gibi…"

Aruoba, bu bölümde “beklemek” ile “gelmek” arasındaki ilişkiyi, “özlemek” ile “gitmek” arasındaki ilişki ile bağdaştırıyor. “Beklenen daha gelmemiştir; özlenen artık gitmiştir”. Zamanla özlemenin neye dönüşüp neye dönüşemediğini, kendine ve ona gidip ile gidememek, kalmak ile kalamamak arasındaki tüm karmaşaları, soruları ve çözümlemelerini anlatıyor yazar.

İplerinizin ucundaki uçlar ne kadar açabilecek düğümlerinizi. Giden, bekleyen, kalan hiç gelmeyecek olan hep aranan sizin Godot’unuz nedir ya da kimdir?

"Özlem, kalabalık içindeyken, bir an susup, dinlediğin dere şırıltısıdır."

Kitabın bu bölümünden daha fazla bahsetmek istemiyorum, kelimelere dökülemeyecek kadar güzel olanı okumanız ve bizzat yaşamanız gerektiğine inandığım için.

Not: “Uzak” adlı kitap “Yakın” adlı yazarın diğer kitabı ile bütünlük oluşturur. Meraklısına duyurulur.

Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak