Byung-Chul Han, günümüz toplumunun Foucault’nun disiplin toplumu ile bahsettiği hastanelerden, tımarhanelerden, hapishanelerden, kışlalardan ve fabrikalardan oluşmadığını; bunların yerini fitness salonlarının, bürolardan oluşan gökdelenlerin, bankaların, havaalanlarının, alışveriş merkezlerinin ve gen labaratuvarlarının aldığını söyler: “21. Yüzyıl toplumu artık bir disiplin toplumu değil, performans toplumudur. Sakinleri de “itaatkâr özne” değil, performans öznesidir.”
Buna göre mekânları normal ve anormal şeklinde birbirinden ayıran disiplin kurumlarının duvarları günümüz toplumlarını açıklayamamakta, performans toplumunun psikolojik ve topolojik değişimlerini tasvir etmekten yoksun kalmaktadır.
Yasak ve emirlerin yerini projelerin ve girişimlerin aldığı performans toplumuna değinmeden önce, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için toplumun ve Foucault’un ona kattığı disiplinci yapının ne anlama geldiğine kısaca da olsa değinmek gerekmektedir.
İnsan gruplarının karşılıklı ilişkiler ağıyla bir bütünlük oluşturduğu toplum, kavram olarak da özgül bir tarihsel sürecin ürünüdür. Toplum, ilahi olanın yerine ikame edilerek Aydınlanma dönemi ile dünyevileştirilmiş, kendi kimliğine kavuşturulmuş ve bir birliktelik olarak ele alınmıştır. Tarihi düzçizgisel bir ilerleme şeklinde algılayan Marquis de Condorcet gibi Aydınlanmacılar, toplumu da buna göre tanımlayarak bireylerin yetenek ve kazanımlarını ortaya koydukları toplam gelişme şeklinde görmüşlerdir. Immanuel Kant ile ilerleme, tarihsel süreci tekeli altına alan bir süreç şeklinde görülmeyip bir hedefe yönelme şeklinde algılanmış, Auguste Comte da bu anlayışla endüstriyel toplumu tanımlamıştır. Toplumu organik ve uyumlu bir bütün olarak gören Comte, işbölümünü biyolojik vasıflarından çıkararak toplumsallaştırmış, bireylerin farklılıkları ve yetenekleri üzerinden tekrar tanımlamıştır. Devrimler Çağının çocuğu olan Comte, dönemin siyasi ve entelektüel gelişmelerinin yanında modern olanı özellikle endüstride görmekteydi ve modern toplum da bunun bir ürünü olmalıydı. Karl Marx da toplumu belirli bir üretim ve tarihsel süreçlerin ürünü olarak görmüş; fakat Comte gibi bütün insanların tabi olduğu bütünleşik ve yalın bir yapı şeklinde algılamamıştır. Aksine Marx, toplumu üretim tarzına bağlı iktisadi sınıfların teşkil ettiği bir yapı şeklinde analiz ederek, hâkim toplumsal yapının da egemen sınıfın özel çıkarlarına hizmet ettiğini dile getirmiştir. Dolayısıyla toplum, iktidarı elinde bulunduran egemen sınıfın kitle üzerinde kurduğu kültürel, entelektüel bir tür hegemonya alanıdır ve ağırlıklı olarak da üretim ilişkileri üzerinden şekillendirilir.
Michel Foucault da hapishanelerin doğuşunu incelerken tespit ettiği disiplin toplumunun mekanizmaları ile Marx’a itiraz eder. Foucault’a göre Marx, iktidarı klasik egemenlik paradigması üzerinden okumaktadır. Bu egemenlik anlayışı iktidar ile toplumsal alanı birbirinden ayırarak iktidar olanı görünür kılarak zor yolu ile toplumsala hâkim kılmaya çalışır. Oysaki 19. Yüzyıl toplumlarında bakış açısı iktidardan iktidara tabi olanlar yönünde değişmiş; mekânsal ayrıştırma üzerinden gözetim ve buna bağlı kontrol teknikleri ile belirli normlar topluma hâkim kılınmaya çalışılmıştır. Foucault, disiplin mekanizmalarını teşhir ederken İngiliz hukukçusu Jeremy Bentham’ın Panoptikon’undan büyük ölçüde faydalanmıştır. Mükemmel toplum hayallerinin kurulduğu 18. yüzyılın sonunda Bentham tarafından ortaya atılan panoptikon, bir kişinin herkesi görünmeden izleyebileceği ve iktidarın da kendisine uygulama alanı bulduğu bir mekân şeklinde tasavvur edilmiştir. Gerçekten de, 18. Yüzyılın son çeyreği ile 19. Yüzyılın ilk yarısında Foucault, hapishanelerin yeniden düzenlenmesinde bu temanın esas alındığını belirtir. Bentham’ın bir mimari düşünce olarak sunduğu panoptikon, hiçbir şeyi dışarda bırakmayacak bir bütünlük ilkesi ile okul, yetimhane, hapishane, ıslahevi, ordu, fabrika, vs. kapalı sistemleri disiplin toplumunun aygıtlarına dönüştürmüştür.
Velhasıl günümüz toplumları Foucault’un 19. yüzyıl anlatısı üzerinden işlediği disiplin teknikleriyle açıklanabilecek özelliklere sahip değildir. Jean Baudrillard’ın çok yerinde bir tespitiyle Foucault, iş işten geçtikten sonra konuştuğu için iş işten geçmeden konuşmaya çalışanlar, 21. yüzyıl toplumlarına isim biçme yarışına girdi. Artık panoptikondaki gibi bireyin gözetiminden ziyade yeni durum bütün bir toplumun gözetimine kaymakta ve buna dair teknikler geliştirilmektedir. Zygmunt Bauman, küreselleşmenin de etkisiyle geliştirilen kitle iletişim teknolojileri yoluyla toplum üzerinde kurulan yeni iktidar mekanizmalarını tanımlamak için Thomas Mathiesen’in “Synopticon” terimine başvururken, Gilles Deleuze da, William Burroughs’un ele aldığı “Denetim Toplumu” kavramına içeriğini vererek bütünleşmiş dünya kapitalizminin beden ve arzuları kontrol altına aldığından bahseder. Bu örnekler Jean Baudrillard’ın “Tüketim Toplumu”, Stjepan G. Mestrovic’in “Duyguötesi Toplum”u, Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” değerlendirmeleri ile çoğaltılabilir.
Byung-Chul Han’ın da disiplin toplumunun ötesinde tanımlamaya çalıştığı “Yorgunluk Toplumu” bu türlü bir kaygının ürünüdür. Han’a göre artık performans adı altında özne üzerinde kurulan tahakküm ortadan kaldırılmış; fakat kişi kendi boyunduruğu altına sokulmuştur. Bir başka deyişle sömüren aynı zamanda sömürülendir ve yaratılan bu sahte özgürlük ortamı ile gelen verimlilik ise kontrol edilemez şiddetli bir yorgunluğu da açığa çıkarmaktadır. Yorgunluk, sanayileşme öncesi toplumlarının en önemli sorunu olan kıtlık ve açlığın sanayileşmeyle aşılmasından sonra performansa dayalı yapılar ile refahın işlev bozukluğu gösterdiği sanayi sonrası toplumlarının ortak sendromu haline gelmiştir. Performansa dayalı bu yorgunluk hali fiziksel olmaktan ziyade sinirseldir; depresyon, dikkat eksikliği, hiperaktivite, kişilik bozukluğu ve tükenmişlik sendromu ile gelen patolojik bir manzarayı tayin eder. Bu haliyle de yorgunluk toplumu, deliler ve caniler doğuran disiplin toplumuna nazaran depresif ve mağluplar yaratır.
Her ne kadar bir terim olarak toplum, ilkin 1640’lı yıllarda düzenli bir cemaat içerisinde bulunan insan birlikteliğini tanımlasa da, aradan geçen dört yüzyıla yakın zaman zarfında bu birliktelikler içerisindeki ilişkileri niteleyecek şekilde birçok farklı anlamda kullanılmıştır. Bunların çoğu, toplumsal olanı soyut süreçler üzerinden tahayyül ederken yukarıda kısaca da olsa değinildiği gibi bir kısmı da dönemin güncel kurumları ve ilişki ağları üzerinden topluma somut bir anlam verme çabası içerisine girmişlerdir. Byung-Chul Han’ın çabası da bu minvalde önemli bir değerlendirmedir; şayet toplum diye bir şey varsa.
Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs