"Azap, hayatı "binlerce ölüm"e bölerek ve varoluşun sona ermesinden önce onu acı içinde tutma sanatıdır."
- Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu
"İlkönce kayboldu bir insan başı
Sonra kayboldu iki ayak."
- Nâzım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları
Gördüklerini, yaşadıklarını; yani tecrübelerini olduğu gibi anlatan bir yazar için en kötü şey, kitaplarının görmezden gelinmesidir. Aytekin Yılmaz, yaklaşık 10 yıl boyunca yaşadığı hapishane hayatında, gördüğü ve yaşadığı "sol içi şiddet"i anlatırken, başına gelecekleri de şüphesiz tahmin ediyordu aslında. Kitaptan da bu anlaşılıyor, lakin bu kadarı değil. Ölümün yaşı olmadığını biliyoruz ancak genç ölümler insanı üzüyor, yoruyor ve hatta delirtiyor. Adaletsizliği, vicdansızlığı ve işkenceyi hiçbir insan onaylayamaz. Peki düşünün, bu onaylamadığınız şeyleri kendi arkadaşlarınız, fikirdaşlarınız, yoldaşlarınız, ne derseniz deyin; ya onlar yaparsa? Onaylar mısınız yoksa yazar mısınız? Aytekin Yılmaz yazdı, "Yoldaşını Öldürmek" dedi, İletişim Yayınları da ağustos ayında okuyucuyla buluşturdu. Kitap aslında o kadar "görüldü" ki, bir ay sonra yani eylül ayında 2. baskısını yaptı. Bu kitabın en önemli özelliği okuyucusunu enayi yerine koymaması, samimi olması. Ne bir sır paylaşır gibi sessiz, ne de bir şeyi afişe eder gibi gürültülü. Yazarın, insanın duyduklarını anlatmasıyla yaşadıklarını anlatması arasındaki farkı öğretecek metin yazma tekniğine sahip olduğunu da naçizane söyleyebilirim.
1789'daki Fransız Devrimi'nde yer edinen "Her devrim kendi evlatlarını yer" sözünün; birçok sol örgütte henüz devrim gerçekleşmeden dahi "yeri geldiği" zaman örgüt içindeki evlatlarını yiyerek ortaya çıktığını ve hatta sürdüğünü bu kitapta görebiliyoruz. Aytekin Yılmaz bu durumu şöyle açıklıyor:
"Her devrimin ilk önce kendi çocuklarını yemesi tesadüfî bir şey değildir. Bu acı gerçek, devrimci şiddet sonunda gerçekleşecek bir devrimin trajik sonundan başka bir şey değildir. Bütün bu anlatımlar, başka yerleri bir kenara bırakırsak bile, ister adına şiddet diyelim, isterse devrimci şiddet, ama her durumda da şiddetin iki gözünün de kör olduğunu gösteriyor. Hapishane yıllarımda bunun nedenleri üzerine çok düşündüm. Hapishane yıllarımda bunun nedenleri üzerine çok düşündüm. Yaşadıklarım ve tanıklığım beni böylesi bir sonuca götürdü. Şiddetin iki gözünün de körlüğü, eninde sonunda vuranı da vuruyor olmasından kaynaklanıyor. Bir dönem elde kılıç sallayan örgütçülerin, bir süre sonra aynı kılıçla, benzer gerekçelerden dolayı vurulduklarını gördüm."
Bugünlerden o günleri değerlendirmek kolay gizi gözükse de, olayın içinde yahut kıyısında köşesinde olanlar hâlâ "Devletin öldürdüklerinin yanında örgütlerinki hafif kalır" diyerek yaptıklarını adeta meşru gösteriyorlar. Bu tip ölümlerin, katliamların, intiharların ve işkencelerin "devrim uğruna" yapıldığının söylenmesi, cezalandırma sebebi olarak "hain", "ajan" ve "işbirlikçi" gerekçelerinin sunulması günümüzde de "önemini" koruyor. Bu hususta yazılan kitaplar, yapılan söyleşiler gündemden uzak tutuluyor, birileri görmezden gelmeye çabalıyor, lakin gören görüyor. 1990-99 yılları arasında yapılan örgüt içi ve sivil infazlarda 1000'i aşkın insanın öldüğünü ise sadece rakamlar değil, bazı vicdanlar saklamıyor, saklayamıyor.
Yukarıda zikrettiğim "sebepler"den ötürü Osman Tim, Sorgul, Şerif Mercan, Berfin, Cemal, Şimel ve nicesi öldürüldü. Sadece insan mı nasibine aldı bu düzenden? Elbette hayır. Cezaevi yönetiminin kış sebebiyle mahkumlara kasa kasa dağıttığı portakallar da nasibini aldı örgüt yönetimi tarafından. "İşbirlikçi" olarak etiketlendi bu portakallar ve ayaklar altında ezilerek "ceza"landırıldılar. Burada Aytekin Yılmaz çok önemli bir tespitte ve bana kalırsa bir itirafta bulunuyor:
"Şimel öldürüldüğünde 17 yaşında bir kız çocuğuydu. Anlaşılan yaşının büyümesini bile beklemediler. Şimel'in öldürüleceğini hem devlet hem de 11 sol örgüt biliyordu. Ne devlet ne de örgütler engel oldular. Her yıl yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren'i ananlar, Şimel'i görmedi, duymadı, bilmedi. Oysa Şimel'in yaşı büyütülmemişti. O hep 17 yaşında öylece kaldı."
Kitabı "yarı yolda kalmış bütün romantik devrimcilere" ithaf eden Aytekin Yılmaz, şunları da söylemekten hiç yılmamış, korkmamış ve hâliyle bu yaşananları gayet anlamlı bir şekilde özetlemiş: "12 Eylül'de Diyarbakır hapishanesinde mağdur olanlar, 90'lı yıllarda Bayrampaşa hapishanesinde zalim oldular."
Yazar omzundaki yükü ve içindeki yaraları; artık dışarıda ve haliyle yalnız bırakılmış, soluğu asıl yakınlarında duranlarda almış, yakınını görmüş, görebilmiş biri olarak şöyle açıklayıp kitabına son veriyor: "Kafdağı'nın ardında beni bekleyen bir şeylerin olmadığını artık biliyorum. Uzaklarda bir yerlerde bir şeyler yoktu aslında. Her ne arıyorsanız yanı başınızda arayın, yakınınızda yoksa hiçbir yerde yoktur. Uzaklarda aramak, insanın kendi kuruntusudur. Ben yıllar sonra yakının farkına vardım. Ellerimle dokunduğum, ayaklarımla bastığım yakının..."
Kitabın sonsözünü yazan Ömer Laçiner, SSCB'deki 1930'ların ünlü Moskova mahkemelerinden bahsediyor. Stalin yönetiminin bu mahkemelerde Troçki dışında Ekim Devrimi'ne önderlik eden Bolşevik Parti merkez komite üyelerinin yaşayanları da dahil yüzlercesini; Alman/Nazi veya İngiliz ajanı olduğu gerekçesiyle idam etmesinden bahis açıyor. Kötülük, körlük veya kördüğüm... Engels'in Tarihte Zorun Rolü kitabından esinlenerek yazılan ve sol örgütlerin önce başucu kitabı sonra da "zor kullanma yöntemi" olan Kürdistan'da Zorun Rolü, sonuç itibariyle Rusya'da olanları, devrimin kendini nasıl ve ne yöntemle yiyerek bitirdiğine bizim topraklarımızdan da bir örnek göstermiş oluyor. Bu durumda son sözü belki de kitabın açılış alıntısı olan bir Edgar Allan Poe sözü yapıyor: "İyi ve büyük olaylarla ilgili bütün biyografileri bir yana itip, hapishanede, tımarhanede ya da darağacında ölenlerin kırık dökük kayıtlarını dikkatlice incelemek daha doğru olacaktır."
Netice-i kelam; bir devrimci, bin devrimciyi öldürmüştür. Devrimi de öldürmüştür.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf