Daha başlarken “can sıkıntısı hakkında” demişse yazar, orada bir durup düşünmeli. Neden can sıkıntısı demiş? Aslında bu kitap hakkında konuşulacaklar, anlatılacaklar zaruri ve ciddidir, demek istemiş olabilir mi? Yazar Hasan Yurtoğlu, dikkatimizi celbeden seslenişiyle, mühim şeylerden söz açacağını belli eder bu durumda. Kütüphanelerde, kıraathanelerde, yetişkin ve liseli gençlerin aynı sohbetleri paylaştıkları devirler vardı hani. Okuyan gençlerin ciddiye alındığı ve de, o gençlerden çok şey beklendiği dönemler… Zor ve güzeldi. O günlere atıflar yapan bir kitaptan bahsediyorum. Karakum’dan çıkan Weysel Paradoksu adlı romanın girişindeki kelimelerin, çağrısına kayıtsız kalmak mümkün değil. Çağrının devamında “kişi başına düşen can sıkıntısı” ve “kahreden cumartesi, pazarlar” mesela. Pek çok konuya girizgâh niteliğindedir, bu küçük not aslında.
Oysa yaşamak sanattır ve yazmak, “yaşamak”tan daha kolay görünür çoğu kez. Hani, “Ahir zamanda insanın alınyazısı okunaklı olmuyor, insan olmak dokunaklı oluyor hepsi bu!” der ya, Mızraksız İlmihal’de Mehmet Efe, haklıdır bir bakıma. İnsanların “erguvan yakalılar” olan kısmı, can sıkıntısının giderilmesine dair buldukları sayısız yöntemler, atlanabilir mi hiç? (Neticede insan canı sıkılan bir varlıktır.) Hayal kurmak, uyumak, okumak, dedikodu yapmak, sayısız hobilerden birini edinmek, ibadet etmek. Liste uzuyor gidiyor. Peki, ama kim bu Veysel?
Yazar, okuru zorlar durmadan satır aralarında, ‘Yaşam gerçekleşmemiş ihtimaller mezarlığı olabilir mi?’ sorusu bile gelir akla. Kimbilir… Twitter ve facebook’un dünü, yani ilkel dönemleri ve bugününe dair Veysel’in düşünceleri… Sağcılık, solculuk, inançlı olduğunu düşünen kesimlerin içine düştükleri sığ dünya. Tanrı adına konuşup ahkâm kesmesi, onun için onun adına davranışlarda bulunma hakkını kendilerinde görme özgüveniyle yaşayanlar. Ortalıkta dolaşan müthiş egolu kahraman adayları…
Peki ama kim bu Veysel? Sosyoloji bölümünü kazanan bir lise öğrencisidir Veysel, romanın ise baş kahramanıdır. Camcı çıraklığından vazgeçiş süreciyle başlıyor onun hikâyesi. “Salkım Sokak” sakini Veysel’in kalabalık aile ortamından zamanı gelince kopup, okumaya karar vermesi ve gitmesiyle hayatının akışı değişiyor. Veysel, “teklifsiz insanlar” dünyasında, usul usul paradokslu bir Weysel’e dönüşür. Süreci yavaşlatmak için, elinden geleni yapar aslında. Yeni soruları vardır. Bu sürecin sonucunda 'Weysel'i üretmesi kaçınılmazdır. Dede-torun arasındaki zaman farkı ve oluşan müthiş uçurum mesela. "Sözün etrafında toplanıldığı" günlerden, “sözü duyacak kulağın” yitirildiği günlere evrilen zamanın içinde Veysel, yine verdiği söze tutunmak isterken görülür. Yazar Hasan Yurtoğlu, okurun sıkı durması gerektiğini ima eder adeta. “Değer verdiğin şeylerin gözden düşeceği, küçümsediklerinin değerini ise zamanla anlayacağın iki perdelik oyundur hayat.” diyor ya roman kahramanı Veysel. Konu hayattır, konu memattır. Veysel’in aslında neyle dolduracağını bilemediği boşluklara dair, hamleleri vardır. Veysel paradoksa sahip, ama asla kredi kartı, unvanı, zenginliği olmayan bir genç. Hele ki, mülkiyete bakış açısı çok net: “İsmimizi yazarak sahip olmak oyunu oynuyoruz.” Adeta bir oyun bozan. “Okunacak ne çok kitap vardı.” deyişinden zaten algısının gelişmiş olduğunu anlamak mümkün Veysel’in.
Eğri oturup doğru konuşanların pek sevilmediği bir dünyaya dairdir bu anlatılanlar. Veysel’in kendi sonunu adım adım hazırladığı durumlar, sorgulamalar bitmek bilmeyen analizler… Sadece o mu? Aristo’ya dair parlak fikirleri, sosyal bilincini yitirme tehlikesi geçiren öğrenciler, sosyal bilimci olması imkânsızlaşmış psikopat iyiler… Weysel Paradoksu ise, “mutsuzum” demek yerine, kibarca bir yol seçen ve buna sığınan “yalnızım” diyenlerin hikâyesidir. Bir zamanlar “Yalnızız” okuyan, kafası çalışan her genç gibi, söylenilmeyenler ipe dizilir bir tesbih gibidir bu romanda.
Genç dimağlar üzerindeki sıkıcı toplumsal baskının getirdikleri ve götürdükleri irdeleniyor aynı zamanda. Sanayide olup bitenler mesela, sokağını anlatıyor Veysel. İşçi, patron, yeğen, dayı ideolojileri (konumlamaları), türlü iki yüzlülükler… Sonra Veysel’in gözünden o dönemin Ankara’sı… Aslında konforizmi savunan, değişime kapalı, her daim ana kuzusu bir gencin, yani Veysel’in düşündüğü doğrudur: “Bazı insanların daha şanslı oldukları doğru değil, daha kurnaz insanlar var sadece.”
Haklıdır doğal olarak Veysel. “Pirincin taşını ayıklatacak, ağzında diş bırakmayacak kadar” kahra gark eden Selma ya da onun nezdinde temsil ettiği kızlar. “Oysa dünyamıza lazım olan sahicilik.”. Ve hep samimiyetin peşinde. Veysel önce annesine sonra Selma’ya hayran. Âşık Veysel’i seviyor. Hep köyünde yaşayıp ilk çıkışında Yemen’de ölen Veysel dedesine ve hikâyesine sadık. Yüzü kızarmadan konuşamayan, başkalarına göre anormal biri. Kendi aforizmalarını gün gün büyüten ve sonuçta 'Weysel Paradoksu’na ulaşan biri. “İnsanoğlunun keşfettiği en hain yöntem! Sevdiğimiz ve inandığımız şeyler yüzünden hastayız. Katılaşma, duyarsızlaşma, hayat olayları karşısında kayıtsızlık… Bu soğuk, sert, bu zalim, eyvallahı olmayan bu Allahsız kabuğu yıllar içinde ediniyor insanoğlu.”
Bir yanda Nietzsche, Goethe, Hegel, Kant, Marks, Hesse gibi isimler; öte yanda İbni Arabî, Dede Efendi, Fuzulî, Mevlana’ya dair nice orijinal çıkarımlar. Son Yemek’te Veysel’in Selma ile olan görüşmesi oldukça acıklıdır. Yine de olup biten mizahi bir dille anlatılmıştır romanda. Selma ile arasına Veysel’in kafasındaki boşluklar, arkadaşları ve filozoflar girmiştir. Zihnindeki zemin yarılmış, içine düştüğü şeyden kurtulamamıştır. Çoklu kişilik bozukluğu yaşayan (disosiyatif kimlik bozukluğu) Veysel iyice çıkmaza girmiştir. Öte yandan Veysel’in insanın oyuncu ruhuna dair yaptığı çıkarımlar müthiştir.
Eteğindeki taşları dökme vaktidir artık. Veysel paradoksundan emin değildir. Pek çok hareketinden/eyleminden sonra geldiği bu son noktada geri dönüş yoktur. Belki de paradoksu puttur. Bu ihtimali düşünen Veysel, ölüme hazırdır artık. “Meleğe açık çek vermiştir” bile. Travmadan kaçan geçici hafıza kayıpları yaşayan bir gencin dramını okumak, hüzünlü ama çarpıcı ve gerçekçi. Romanın sonuna doğru, bir yanda onu anlamlı kılan sevdiklerini ve Allah’ı aynı kefeye koyamayan vicdanı ve bir yanda kurduğu paradoksu.
Sürecin sonunda benliğini kaybeden gencin, bir cam parçası gibi kişiliklere bölünmesi, akıcı bir üslupla, başarılı olarak yansıtılmış durumda. Hepsi ve daha fazlası için Weysel Paradoksu okuru, yaşadığımız modern dünyaya dair, sıkı bir sorguya çağırıyor biz okurları.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
* Bu yazı Birnokta dergisinin 197. sayısında (Haziran 2018) yayınlanmıştır.
Weysel Paradoksu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Weysel Paradoksu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
28 Haziran 2018 Perşembe
10 Ocak 2018 Çarşamba
Hayal ile gerçeğin sınırında Weysel Paradoksu
İç monologlarla örülü kitaplar okuyucuyu her yönüyle ele geçirmeli ki eser kendini sonuna kadar okunur kılsın. Aylak Adam’ın satırları arasında dolanırken bizi ondan kaçmaktan alıkoyan pek çok şey vardır şüphesiz. İşte şimdi, böylesi bir yapıta daha tanıklık ediyoruz. Hasan Yurtoğlu’nun, yazın dünyamıza önemli bir eser kazandırdığını söyleyebiliriz.
Kitabın ilk sayfalarında rastladığımız Ankara betimlemesi, okuru ülkenin bayramlıklarını giydiği kurtuluşun o ilk günlerine götürüyor. Başlarda, Paris görmüş Osmanlı münevverlerince küçümsenmiş bir Anadolu kasabası iken(bir yönüyle hep öyle kalmış gibidir) diğer yandan Türklüğün var olma cesaretini temsil etmesi bakımından başkent olmakla taçlandırılan bir Ankara görüyoruz. Cumhuriyetle özdeşleştirilen Ankara. Zira Cumhuriyetin başarıları da başarısızlıkları da Ankara’da izlenebilir. Bu yönüyle şehre sirayet eden gurur benzersizdir. Ankara’nın o yıllardan kalma cepheden iyi haberler bekler bir hali vardır hep. Hacıbayram’ın avlusunda meczuplar dua etmektedir: Allah devletimize zeval vermesin. Kale burçlarından sızarak sinsice şehre tasallut eden ve kendi şahsi çıkarlarını her türlü değerin üstünde gören Sodom Gomore halkı yanında İstiklal ruhunun taşıyıcısı olan ve hala kurtuluş mücadelesi veren şehrin hakiki ahalisi de burada bir aradadır. Veysel adlı kahramanın iç dünyasına yaptığımız yolculukta onun imkânsız aşkını, hayata karşı naif tavrını, üzüntü ve kaygılarını ve kimseyi mutlu etmeyeceği muhakkak olan talihsiz olaylar karşısında takındığı sıra dışı tavrını en yalın çıplaklığıyla okuyoruz. Bir kadını memleketini sever gibi seven kahraman memleketini de bir kadını sever gibi güçlü bir tutkuyla seviyor.
Adeta Aylak Adam’ın ruhu dolaşıyor satırların arasında. Kıvrak dili sayesinde okuyucuyu sayfalarına hapseden kitabın kendine has bir kurgusu var. Bu kurgu, bazen baş döndürücü olabiliyor. Örneğin, kitap için tam bir fikir kitabı diye düşünmeye başladığınız sırada diyaloglara yelken açıyor hemen; kendinizi Veysel’in Selma’ya yönelik platonik ilgisine eşlik ederken buluyorsunuz. Veysel, nasihatinize ihtiyacı olduğunu hissettiğiniz bir dostunuz kadar yakın size. Her an kıyısında dolaştığı uçurumdan çekip almak için güçlü bir arzu duymanızı sağlıyor. Arkadaşınıza yönelik nutkunuza başlamak üzereyken de bunun bir anlatı olduğu gerçeğini anımsıyorsunuz birden. Hayalin ve iç seslerin oluşturduğu bir metnin okurda meydana getirdiği gerçeklik hissi şaşırtıcı boyutlara ulaşıyor. Goethe’nin ve Fuzuli’nin benzer duygularını vücuda getirmek için alıntılandığı daha kaç kitap vardır bilinmez ancak Yurtoğlu’nun kitabı buna güzel bir örnek. Hayal ile gerçeğin; aşk ile cinnetin oluşturduğu kaostan kurtulmak adına ipten atlamayı düşünen ancak bu isteğini gerçekleştirmeye bir türlü cesaret edemeyen cambazın yaşamöyküsüdür aslında bu. Annesinin ve Selma’nın varlığı müsaade etmiyor buna. Şarkılar, onu tutuyor. ‘Annemin sesini duydum. Selma’nın yüzü gözümün önüne geldi.’ Goethe ve Dostoyevski’nin kahramanlarını zaman ve mekânda yolculuğa çıkaran yazar çocukluğun en saf haliyle bir böceğin ruh dünyasını özdeşleştirerek bu yalın gerçeği şu sözlerle dile getiriyor: "Büyürken benimle birlikte büyüyen ve küçülen şeyleri izlemek müthişti. Onların uzaklaşıp kayboluşlarını, ufalıp yok oluşlarını... Bir kelebek için dünya nedir? Sabah veya akşam olması fark eder mi kelebeğe? Güz yahut ilkbahar oluşu, kelebeğin değerlendirmesini nasıl etkiler? Annesini yitirmiş bir kediye, oğlunu yitirmiş kadına nedir dünya?" [sf. 184]
Ölümle alay eden insanların intihara meylettiği düşünülse de, aslında o insanlar, hayatı daha da kıskıvrak yakalamak adına alay etmektedirler varoluşlarıyla. Dede Korkut Hikâyelerinin önemli karakterlerinden birisi olan ve üzerinden geçmeyenin de zorla ücret ödediği köprüyü yapan Deli Dumrul’a bir saygı duruşudur, Veysel’in Azrail’e “ne zaman istersen, o zaman canımı al” demesi.
Yaşam ile ölümün bu denli girift yapılar oluşturduğu ve her iki olguyu birbirinden bağımsız bir şekilde değerlendirmemize imkân vermeyen günümüz dünya algısında Weysel Paradoksu, herkesten evvel okuyucusunun da sahipleneceği ve gurur duyacağı bir paradoks olarak karşımızda beliriyor. Herkesin ve her şeyin paradoksunu yazıp çizen literatür artık yepyeni ve elimizdeki ayna ile karşısına geçtiğimiz boy aynasında çektirdiğimiz tuhaf fotoğraflar gibi bir paradoks daha yazacağa benziyor. Hem de tüm kaosu delip geçen ve okuyanı kozmos ile buluşturan bir paradoks: Weysel Paradoksu.
Ömer Ünal
* Bu yazı daha evvel Aydınlık Kitap'ta yayınlanmıştır.
Kitabın ilk sayfalarında rastladığımız Ankara betimlemesi, okuru ülkenin bayramlıklarını giydiği kurtuluşun o ilk günlerine götürüyor. Başlarda, Paris görmüş Osmanlı münevverlerince küçümsenmiş bir Anadolu kasabası iken(bir yönüyle hep öyle kalmış gibidir) diğer yandan Türklüğün var olma cesaretini temsil etmesi bakımından başkent olmakla taçlandırılan bir Ankara görüyoruz. Cumhuriyetle özdeşleştirilen Ankara. Zira Cumhuriyetin başarıları da başarısızlıkları da Ankara’da izlenebilir. Bu yönüyle şehre sirayet eden gurur benzersizdir. Ankara’nın o yıllardan kalma cepheden iyi haberler bekler bir hali vardır hep. Hacıbayram’ın avlusunda meczuplar dua etmektedir: Allah devletimize zeval vermesin. Kale burçlarından sızarak sinsice şehre tasallut eden ve kendi şahsi çıkarlarını her türlü değerin üstünde gören Sodom Gomore halkı yanında İstiklal ruhunun taşıyıcısı olan ve hala kurtuluş mücadelesi veren şehrin hakiki ahalisi de burada bir aradadır. Veysel adlı kahramanın iç dünyasına yaptığımız yolculukta onun imkânsız aşkını, hayata karşı naif tavrını, üzüntü ve kaygılarını ve kimseyi mutlu etmeyeceği muhakkak olan talihsiz olaylar karşısında takındığı sıra dışı tavrını en yalın çıplaklığıyla okuyoruz. Bir kadını memleketini sever gibi seven kahraman memleketini de bir kadını sever gibi güçlü bir tutkuyla seviyor.
Adeta Aylak Adam’ın ruhu dolaşıyor satırların arasında. Kıvrak dili sayesinde okuyucuyu sayfalarına hapseden kitabın kendine has bir kurgusu var. Bu kurgu, bazen baş döndürücü olabiliyor. Örneğin, kitap için tam bir fikir kitabı diye düşünmeye başladığınız sırada diyaloglara yelken açıyor hemen; kendinizi Veysel’in Selma’ya yönelik platonik ilgisine eşlik ederken buluyorsunuz. Veysel, nasihatinize ihtiyacı olduğunu hissettiğiniz bir dostunuz kadar yakın size. Her an kıyısında dolaştığı uçurumdan çekip almak için güçlü bir arzu duymanızı sağlıyor. Arkadaşınıza yönelik nutkunuza başlamak üzereyken de bunun bir anlatı olduğu gerçeğini anımsıyorsunuz birden. Hayalin ve iç seslerin oluşturduğu bir metnin okurda meydana getirdiği gerçeklik hissi şaşırtıcı boyutlara ulaşıyor. Goethe’nin ve Fuzuli’nin benzer duygularını vücuda getirmek için alıntılandığı daha kaç kitap vardır bilinmez ancak Yurtoğlu’nun kitabı buna güzel bir örnek. Hayal ile gerçeğin; aşk ile cinnetin oluşturduğu kaostan kurtulmak adına ipten atlamayı düşünen ancak bu isteğini gerçekleştirmeye bir türlü cesaret edemeyen cambazın yaşamöyküsüdür aslında bu. Annesinin ve Selma’nın varlığı müsaade etmiyor buna. Şarkılar, onu tutuyor. ‘Annemin sesini duydum. Selma’nın yüzü gözümün önüne geldi.’ Goethe ve Dostoyevski’nin kahramanlarını zaman ve mekânda yolculuğa çıkaran yazar çocukluğun en saf haliyle bir böceğin ruh dünyasını özdeşleştirerek bu yalın gerçeği şu sözlerle dile getiriyor: "Büyürken benimle birlikte büyüyen ve küçülen şeyleri izlemek müthişti. Onların uzaklaşıp kayboluşlarını, ufalıp yok oluşlarını... Bir kelebek için dünya nedir? Sabah veya akşam olması fark eder mi kelebeğe? Güz yahut ilkbahar oluşu, kelebeğin değerlendirmesini nasıl etkiler? Annesini yitirmiş bir kediye, oğlunu yitirmiş kadına nedir dünya?" [sf. 184]
Ölümle alay eden insanların intihara meylettiği düşünülse de, aslında o insanlar, hayatı daha da kıskıvrak yakalamak adına alay etmektedirler varoluşlarıyla. Dede Korkut Hikâyelerinin önemli karakterlerinden birisi olan ve üzerinden geçmeyenin de zorla ücret ödediği köprüyü yapan Deli Dumrul’a bir saygı duruşudur, Veysel’in Azrail’e “ne zaman istersen, o zaman canımı al” demesi.
Yaşam ile ölümün bu denli girift yapılar oluşturduğu ve her iki olguyu birbirinden bağımsız bir şekilde değerlendirmemize imkân vermeyen günümüz dünya algısında Weysel Paradoksu, herkesten evvel okuyucusunun da sahipleneceği ve gurur duyacağı bir paradoks olarak karşımızda beliriyor. Herkesin ve her şeyin paradoksunu yazıp çizen literatür artık yepyeni ve elimizdeki ayna ile karşısına geçtiğimiz boy aynasında çektirdiğimiz tuhaf fotoğraflar gibi bir paradoks daha yazacağa benziyor. Hem de tüm kaosu delip geçen ve okuyanı kozmos ile buluşturan bir paradoks: Weysel Paradoksu.
Ömer Ünal
* Bu yazı daha evvel Aydınlık Kitap'ta yayınlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)