"İyimserlik, insanın kötü bir durumdayken her şeyin iyi olduğunu ileri sürmek çılgınlığına tutulmasıdır."
Orijinal adı Candide, ou l'Optimisme olan, ünlü Fransız aydınlanma filozofu, oyun yazarı Voltaire’in (1694-1778) pikaresk türündeki meşhur romanıdır. Voltaire, yaşadığı dönemde çağını, ülkesini, bazı kurumları, kiliseyi ve dogmalarını eleştirdiği, aynı zamanda fikir özgürlüğünü savunduğu için Fransız Devrimi’nin oluşmasında adı sayılan en önemli kişi olarak gösterilmiştir.
Voltaire’in, 1759 yılında kaleme aldığı bu roman, her biri diğeriyle uyumlu, bağlantılı bir şekilde otuz bölümden oluşan, hiciv türünün örneklerini kapsayan, felsefi bir yoğunluğa sahiptir. Eserin, 1756 yılında büyük Avrupa Devletleri arasındaki sömürge ve hegemonya çatışmasıyla başlayan ‘7 Yıl Savaşları’ içerisinde olması da yine onu mühim kılan özellikler arasında değerlendirilmesine sebep olmuştur. Roman, Leibniz’in kötülük problemiyle ilgili ortaya attığı çözüm üzerine Voltaire’in satirik bir silsile biçiminde, açık ve akıcı bir dille konuyu ele almasıyla oluşmuştur. Kabaca kitabın ana temasını ‘Kötülük Problemi ve Leibniz’in Teorisi’ bağlamında belirleyebiliriz.
Ahlak argümanlarının başında gelen sorunlardan “Kötülük Problemi”ni daha detaylı olarak izah edersek; bu problem, ateist filozofların ileri sürdükleri teolojik sorunlardır. Doğal kötülükler (deprem, sel vs.) ve bireyden kaynaklanan kötülükler olmak üzere ikiye ayrılır.
Bunu etraflıca işleyen ilk filozof Epikür’dür. Ona göre, Tanrı madem iyi ve adildir, peki dünyada neden bu kadar kötülük vardır? Nasıl oluyor da mutlak anlamda iyi olan Tanrı, bu kötülüğe müsaade ediyor? Kötülük problemini ele alan bir diğer filozof ise D. Hume’dur. Hume, "Tanrı’nın gücü her şeye yetiyor da bu kötülüklerle baş edemiyor mu? O halde Tanrı’nın her şeye gücü yetmez. Yoksa gücü yetiyor da engellemek mi istemiyor? O zaman mutlak olarak iyi bir varlık değil. Tanrı hem güçlü hem de kötülükleri ortadan kaldırmaya niyetli iyi bir varlıksa nasıl oluyor da bu kadar kötülük ortaya çıkabiliyor?" gibi birçok sorularla kafasını bu sorun üzerine kurcalamıştır. Ortaçağda insan, bulunduğu yerin görevini bilmezse ortaya kötülükler çıkar. Ortaçağ filozoflarından Augustinus da insanın doğuştan günahsız olarak yaratıldığını, kişinin özgür seçimiyle kötüye ulaşıp günaha girdiğini, haliyle iyiliğin yokluğunda çıkan bu şeyin Tanrı’dan değil insanın bizzat kendisinden kaynaklandığını belirtmiştir, ki bana da en yakın gelen, bu Hristiyan öğretisine uygun olan görüştür. Aynı probleme başka bir çözüm getiren Leibniz’e göre ise, içinde yaşadığımız bu dünya mümkün olan dünyaların en iyisidir.
Sivri diliyle aristokratik çevrenin ilgisini çekmeyi başaran Voltaire, J.J.Rousseau’nun insanın doğuştan iyi bir doğasına sahip olduğu, zamanla kurtlaştığı, kötüleştiği düşüncesine karşı çıkarak bir çatışmaya girmiş, hedef tahtasına Leibniz’i oturtarak, bunu kitaptaki Martin kahramanı üzerinde kendi fikirlerini göstermeye çalışırken; karşısına da Pangloss karakterine Leibniz’i yerleştirerek bir nevi fikir atışmasını okurlara sunmuştur.
Olayın asıl kahramanı, kelime karşılığı saflık, iyilik, iyimserlik anlamlarına gelen ‘Candide’ Vestfalya’da Baron Thunderten Tronckh’un şatosunda yaşayan bir gençtir. O, kitap boyunca hep iyiyi arayan kişi olarak karşımıza çıkar. "Ey, dünyaların en iyisi neredesin?" diyerek diyar diyar gezmiş ve en iyiyi bulmaya çalışmıştır. Şatoda Baron’un kızı Cunegonde’a âşık olmuş ve bu yüzden Hz. Adem’in yasak elmayı yeyip cennetten kovulması gibi, Candide de memnu sevdaya tutulduğu için şatodan ayrılmak zorunda kalmıştır. Her şeyden bihaber olan Candide, Leibniz düşüncesinin temsilcisi diyeceğimiz hocası Pangloss ve buna karşıt görüşlü Martin ile dünya turuna çıkmıştır.
Leibnizci bir iyimserliği benimseyen Pangloss, "olası dünyaların en iyisinde bütün olaylar birbirine bağlıdır" diyerek dünyanın yaşanacak iyi bir yer, olabilecek dünyaların en iyisinin de Baron’un şatosunun olduğunu; içinde mevcut olan kötülüklerin ise insana ait arızi bir şey olduğunu yani evrende reel olarak kötülüğün varlığını reddederek Candide’i de bu şekilde eğitmeye çalışmıştır. Çünkü o, Leibniz’in belirttiği gibi tabiatta hem doğal hem de yapay bir kötülüğün olmadığını, bunların ancak insanların işlediği günahlardan ötürü Tanrı’nın onlara yaptığı birtakım uyarı alameti olduğunu düşünmüş ve benimsemiştir. Kötülüğün kötü bir şeyden ibaretliğini yok sayarak; aksine insanın olgunlaşıp, kemale ermesine meydan veren, iyiliğe katkıda bulunan, iyiliği anlamayı sağlayan, bilakis kötülüğü, iyiliğe hizmet eden unsur olarak bir kefeye koymuştur. Farazi kötülüğün olmadığı bir dünya düşünüldüğünde; o zaman da iyinin ve yapılan iyiliklerin herhangi bir ehemmiyetinin kalmayacağını belirtmiştir. Çünkü sebepsiz sonucun, nedensiz hiçbir şeyin olmadığı gibi evrende var olan her şeyin de bir gayesi vardır. Yani kötülük varsa onun bir amacı da beraberinde yaratılmıştır. O da iyinin değerini ortaya koymak içindir. O halde yapılan her şeyin en iyi amaç taşıdığı bir gerçektir.
Leibniz, tüm bunların yanında ‘sanatsal analoji’ diye bir tanım ortaya atarak, bu bağlamda dünyayı bir sanat eseri olarak düşünmeye başlamıştır. Büyük resimde beliren karanlık noktaları ve gölgeleri bir kusur olarak görmemiş; onları merkez sahada beliren aydınlığın, güzelliğin, iyiliğin habercisi olarak nitelendirmiş, kötülüğü de aynı şekilde bir yere oturtarak bu kanıya varmıştır.
Voltaire ise tam bu devrede araya girmiş, sanatsal analojiye karşı çıkmış ve karanlıklarla gölgelerin koca bir leke olduğunu söylemiştir. Voltaire Leibniz’in kötülük problemiyle ilgili ortaya koyduğu argümanlarla kitap boyunca Martin kılığında dalga geçmiş ve onun felsefesini alaycı bir üslupla çürütmeye çalışmıştır. Leibniz’in mükemmel olarak tasvir ettiği, düşler ülkesi olan Eldorado’nun bir ütopyadan ibaret olduğunu, Leibniz’in burada Tanrı’yı sınırlandırdığını belirterek eleştirmiştir. Ona göre Tanrı istese daha iyi olan başka bir dünya yaratabilir. Bu yüzden Leibniz gibi düşünmenin toplumu kaderin razılığına ittiğini, bunu aşmanın ilk basamağının da hâlihazırdaki dünya sisteminin daha iyisinin mümkünlüğünü kabul etmekle oluşacağını öngörmüştür. Kitaptan bir diyalog alıntısıyla durumu izah etmeye çalışırsak:
"Dünya’nın başka hiçbir yerinde bilinmeyen, doğası bizimkinden bambaşka görünen bu ülke acaba neresi? diye soruyorlardı. Candide, burası herhalde her şeyin en iyi olduğu ülke olacak; çünkü elbet böyle bir ülke vardır. Hem üstat Pangloss ne derse desin, ben Vestfalya’da her şeyin çoğu zaman bir hayli kötü olduğunun farkına varmıştım’’ diye düşünüyordu. Eldorado’da her şey gerektiği gibi verildiği için Tanrı’ya hiç dua edilmez; çünkü O’ndan isteyecek ekstra hiçbir şey yoktur. O’na devamlı şükredilir. “Dostumuz Pangloss, Eldorado’yu görmüş olsaydı artık T. Tronckh şatosunun dünyanın en iyi yeri olduğunu söylemezdi; şu kesin ki insan yolculuk yapmalı!"
Seyahat ederek bu kanıya varan Candide Almanya, Hollanda, Portekiz, Amerika, Fransa İtalya ve son durak Türkiye’ye gitmiş, gittiği her yerde türlü türlü musibetlerle karşılaşmış ve birçok felaketi iyimserliğinden bir şey kaybetmeyerek umut dolu bir halle atlatmıştır. Çünkü Candide’e her zaman öğüt veren, herkesin bu dünyada eşit haklara sahip olduğunu söyleyen Pangloss, öğrencisini hep iyiye yöneltmekle yetiştirmiştir. Her şeyin iyi olduğu düşüncesi onun Türkiye’deyken karar değiştirmesine sebep olmuştur. Bunun müsebbibi ise ona, "bahçemizi yetiştirelim" sözü ile hayatın anlamını sorgulatan bir derviştir. Candide:
"Ey Pangloss! Sen böylesine bir facianın olabileceğini hiç düşünmemiştin; artık olan oldu; sonunda senin iyimserliğinden vazgeçmem gerekecek!"
Zaten hep bir arayışta olan Candide için yaşam, iyice felsefi alanın sorgulama sahasına girmiştir. Bu zamana kadar boşa yaşadığını düşünmüş ve aklını başına alarak, hikâyede adı geçen karakterlere iş bölümünde bulunarak görev dağılımı yapmıştır. Böylece herkes en iyi bildiği işi yaparak, bahçeyi yetiştirmiş ve kahramanlar, kendi bahçelerine bakma aydınlığına erişmişlerdir.
"Bahçemizi yeşertmek gerektiğini biliyorum, Pangloss haklısınız. Çünkü insanoğlu cennet bahçesine onu işle diye konuldu. Bu da insanın dinlenmek için yaratılmadığını gösterir" diyen Candide aslında kovulduğu cennet gibi şatoyu aratmamak için bu bahçeyi işleyerek cennete dönüştürmek niyetindedir. İnsanın hiçbir yerde rahat edemediğine inanan Martin ise "fazla düşünmeden çalışalım; bu, hayatı dayanılır kılan tek çaredir," diyerek bu zamana kadar iyi düşündüklerini, buraya kadar hep deneye yanıla geldiklerini, artık bu saatten sonra tek bir amaç uğruna çalışmanın makul bir iş olduğunu vurgulamıştır. Çünkü çalışmanın olduğu yerde ahlaksızlık, yoksulluk ve can sıkıntısı bertaraf olur.
Hikâyede her şeyin mükemmel olduğunu anlata anlata bitiremeyen Pangloss’a Anababtist Jacques adlı karakter şöyle karşılık vermiştir: "İnsanlar da doğayı biraz bozmuş olmalılar. Çünkü insanlar kurt doğmadıkları halde kurt olmuşlar. Tanrı onlara ne yirmi dörtlük top ne de süngü verdi. Oysa onlar birbirlerini yok etmek için süngüler, toplar yaptılar…" Bu pasaj, beni Muhammed İkbal’in "Çöl Lalesi" isimli eserindeki Allah ile İnsan arasındaki konuşmaya götürdü:
Allah
Ben tüm dünyayı su ve topraktan yaptım
Fakat sen İran’ı, Tataristan’ı ve Etiyopya’yı yarattın.
Ben dünyanın derinliğinden demiri getirdim,
Fakat sen bu demirden kılıç, ok ve tabanca yaptın.
Bahçedeki ağaç için balta yaptın
Ve bir kafes, bülbül için.
İnsan
Sen geceyi yarattın, lambayı yapan benim,
Çamuru sen yarattın, kâseyi yapan benim.
Çölleri, dağları ve vadileri yarattın,
Bahçeleri, çayırları ve parkları yapan benim
Benim bir taşı cama çeviren,
Bir zehirden tatlı bir şarap yapan benim.
Pangloss, ara sıra Candide’e olası dünyaların en iyisinde bütün olaylar birbirine bağlıdır, diyordu. Yani Matmazel Cunegonde’un aşkı uğruna güzel bir şatodan kovulmasaydın, engizisyonun işkencesine uğramasaydın, yaya olarak bütün Amerika’yı dolaşmasaydın, Eldorado ülkesinden aldığın bütün koyunları yitirmeseydin şimdi burada turunç reçeliyle fıstık yiyemezdin, diyerek zahmet olmadan rahmetin olamayacağını söylemek istemiştir. Candide’in bu zamana kadar çektiği sıkıntılara karşı sebatkar olması, yılmaması ve umudunu her daim koruması ulaştığı hakikatin tadına varması açısından büyük önem arz etmektedir. Hayatın ta kendisi böyle değil midir zaten?
Betül Uludoğan
twitter.com/_naze_nin