Virginia Woolf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Virginia Woolf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ekim 2018 Cumartesi

Sadece kadınlara!

Bir kadın eğer kurmaca yazacaksa, parası ve kendine ait bir odası olmalıdır,” diyen Virginia Woolf’un kaleminin,19. yy gelene değin yok hükmündeki kadına dair anlatısı olan kitap; İngiltere’de seçme ve seçilme hakkının elde edilmesinden bir yıl sonra yayımlanınca, her dem, taze feminist tartışmalar içinde anıldı.

Bu yüzden dönemin koşulları değişse de, kendine ait bir odası hatta evi dahi olsa kadının, Woolf’tan öğreneceği omurgalı bir duruş her daim vardı.

123 sayfada 123 not alırsın aklına ya da kitabına.123 konu ile ilgili meraklanır, birçok yazarı yeterince okumadığını fark edersin. 123 sayfa ile dolaylı bir yılın dolar. Ve 90 yıldır artarak ilerleyen etkisi ile Woolf, kısaca anlatırken, okuyucu kadın, uzunca anlamak ister “Kendine Ait Bir Oda”nın sadece bir “oda” olmadığını.

Çünkü Jane Austen veya Charlotte Bronte’nin niçin bir “Savaş ve Barış” yazamadıklarına, Shakespeare’in hayali kız kardeşine, kadının yoksulluğuna, namusuna, hatta yaratıcı tarafından kadına bırakılan doğasına kadar cesurca karalayan Woolf, sana köprüden önceki son çıkışı anlatmak ister gibidir.

Edebiyatın neden erkeğin ismi ile anıldığını genişletirken; yerleşmiş olan inancın, erkek diktesi ve kadın onayı olduğu derdindedir.

Baba ya da kocanın para kazanmasına karşılık “hizmet etmeliyim” teslimiyetini irdeler kadının ve buna rağmen evde çalışmanın maaşa ve iltifata tabii bir marifet olmayışından kaynaklı kadın kabulünü eleştirir.

Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. Böyle bir güç olmasaydı dünya hâlâ bataklık ve balta girmemiş ormanlardan ibaret olurdu. Savaşlarda zafer kazanıldığı duyulmazdı... Çar ve Kayzer ne taç giyerler, ne de tahttan inerlerdi. Uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir. İşte bu yüzden Napoléon da Mussolini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezlerdi.

Kadına, sabah başlayıp uyuyunca biten mesaisinde, “aydın” olarak hayata bakma görevi verilmeyişini; üzerine, eve gelip gazetesini alıp bütün gece oturan erkek tarafından, -sanki kendisi bilgi ve ışıkla doğmuş gibi haspam- sanat ya da edebiyattan anlamamakla suçlananın yine kadın olmuşunu anlatır.

Baba olmama hakkını istediği zaman kullanan, ailesinden uzaklaşma alternatifini “sanatçı” kimliğinde hak gören, yüzlerce edebiyatçı erkek sayabildiğimizi; bunun karşısında kadının anne olma hakkından asla feragat etmeyişinin onurunu hissedersiniz kemiklerinize kadar!

Woolf hayali bir karakter ile çizer iddiasını şekle koymak için; Shakespeare’in kardeşi Judith! Judith kadınlara verilmeyen eğitim, sanat, edebiyat imkanının metafor söylencesidir say ki. Masa başında çalışan bir Shakespeare ve yer silen bir kardeş canlanır gözünüzde. “Shakespeare, kadın olsa idi edebiyatta yoktu” gerçeğini kabullendirir. Sanki şiirlerin adı geçmeyen, geçirilmeyen ruhu gibidir Judith. (Salome de Sartre’nin gövdesi iken gölgesinde gibi gösterilmek istenmemiş midir?) Judith içinize siner koku gibi. Nerede görseniz benzerini, onu hatırlarsınız artık. Kendinizdeki Judith’den taşınırsınız. O sizin rızanız veya toplumsal kabuller ile üzerini örttüğünüz ilhamınızdır. Odanızın camlarını silmeyi bırakır, ruhunuzun camlarını açar, derin bir nefes alırsınız; Hoşgeldiniz!

Hemen devamında; siz nefes alırken, nefesi daralan erkeklerden uzaklaşmanız gerektiği bilgisini edinirsiniz Woolf’dan, kim mi bunlar;

Başarılı kadınlarla ilgili “feminist” olmaları üzerinden entelektüel kimliklerine saldıranlar; erkek çocuğunu “veli nimet”; kızını “dizini dövmek” le eşleştirenler; ellerinin kirini yıkayıp, kadını “ahlaksızlık” ile suçlayanlar; sanatçı kimliği ile öne çıkan kadınları “lezbiyenlik” ile anmaya çalışanlar...

Aman ha, siz siz olun, yukarıdan konuşan Divan Edebiyatı şiirlerinden “oğlan sevici” dizeler dizmeyin yine de onlara, saldırır ama eşdeğer cevapları kaldıramazlar pek! Şanlı padişahlarının tarih ve edebiyat kitaplarına işlemiş eşcinsel eğilimleri yokmuş gibi davranın! Savaş meydanında sevdalandığı oğlanın dizine kapananları; Yeniçeri Ocağı’nda “civelek” kime denildiğini; sarayların peçeli oğlanlarını; Yunan hamamlarının içine kadın almayan hedonist bilgeleri; Gemi’ye uğursuz diye kadın sokmayıp oğlancılıktan nam yapan denizcileri, Avrupa’nın gay düşünürlerini; Kazıklı Voyvoda’nın nefretinin psikanalitik incelemesini ve kime karşı, neden olduğunu; Papa’nın ve kilisenin 8 yaşındaki oğlanların ırzına geçişini; Doğu’daki ağanın çocuk gelininin pedofili boyutunu; Kösem’in sırlarını… Aman ha, aramızda kalsın!

Zira ben; Doğu usulü oğlancılık ile Batı usulü homoseksüellik üzerinden daha fazla örneğe ihtiyaç duymadan da konunun anlaşılabildiğine inanıyorum şu an. Ve eşcinsellik konusunda en az edebiyatta olduğu kadar, erkeğin, gerek tarihte gerek güncel verilerde istatistiksel üstünlüğünü kabul ediyorum!

Bu yüzden, erkek, Woolf gibi kadınların edebi başarısını lekeleyecek başka sıfatlar ararken; siz Woolf’un size açtığı mavi pencerede nefes almaya devam edin, gözleriniz kapalı, yüzünüzde hınzır bir gülümseme…

İnsanlar olgunlaştıkça ”taraflara” inanmayı bırakırlar.” farkındalığı ile…

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

7 Haziran 2012 Perşembe

Bir gün bile yaşamayı tehlikeli bulanlara

“Ne kızgın güneşten kork artık,
Ne de azgın kışın hışmından.”

Mrs. Dalloway”de bir günün 10-12 saatlik zaman diliminin geri dönüşlerle anlatılışına şahit oluruz. Bu kısa zaman diliminde karakterin bütün geçmişini, iç hesaplaşmasını ve koskoca bir tarihi verir Woolf. Bir nevi yazarın da kendiyle iç hesaplaşmasıdır. Ve bütün roman kişilerinin yaşamlarında bir dönüm noktasıdır. Bilinçakışı tekniğinin en başarılı örneğidir.

Romanda iki farklı karakter (Septimus ve Dalloway) aynı düşüncede birleşir ve bütünleşir. Algıları bozulmuş karakterlerdir. Bu kadar aynı oldukları için bir türlü bir araya gelemeyen karakterlerdir. Clarissa akşam vereceği partinin hazırlıkları için düşünceleriyle başbaşa Londra sokaklarında dolaşırken Septimus da ondan habersiz yine aynı sokaklarda farklı bir hedefe doğru yol alır. Dalloway aşktan yoksun olarak evlendiği kocası Richard’a hayatta kalabilmek için tutunurken, Septimus da aynı sebeple Lucrezia ile birliktedir.

Romanda zaman algısı deniz dalgalarının hareketiyle özdeştir. Zihin ve duygular da bir sarkaç gibidir. Yaşam ve ölüm iç içedir. Karakterler arası geçişte sinemasal teknikler dikkat çeker. Toplumsal eleştiri vardır.

Virginia Woolf’ta 20. yüzyıl aydınının bütün özlem ve tedirginliği görülebilir. İnsanı yalnızca madde yoluyla algılamaz. Bir arama içindedir o yüzden. Söz diliminin en küçük öğelerine indirilmiş dolaysız cümleler kullanır. Bütün İngiliz toplumunu yansıtır. Gerçekliğin imgesini Proustvari bir şekilde kavrar.

“Bir gün bile yaşamak çok tehlikeliydi onca.”

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia