"Mal da yalan, mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan."- Yûnus Emre
Yalan dünyada ölüm kadar evrensel bir gerçek yok. Hakkında ne söylenirse, ne yazılırsa kendimizden bir şeyler bulmak kaçınılmaz. Toprak da öyle sade ve bize ait olan gerçekleri anlatan bir kitap. Paulstadt şehrinin mezarlığında yaşayan ölülerin, mezarlarının başına oturmuş da hiç ölmemiş gibi dünyaya bir iç çekişin, bir öfkenin bazen de bir sitemin sesini duyurmuş yazar. Robert Seethaler bu kitabı yazdığı sırada New York Times'a verdiği bir röportajda, hayatın geriye dönüp baktığınızda size kalan bir kaç andan ibaret olduğunu söylemiş ve bu kadar basit bir şey olduğu üzerinde ısrar etmiş. Kitapta da tıpkı o ısrar ettiği basitlikte anlatmış yaşamı. Kitap kapağı da bahsedilen basitliği hissettirecek sadelikte bir tasarım olmuş. Tek bir ağaç ve etrafta insanlar, gölgeleri ve ayak izleriyle birlikte. Her birinin hikâyesi farklı. Hep yaşayanların anlattığı hikâyeleri bir de ölülerin ağzından dinlemek esas gerçeğin biraz da olsa farkına varmamızı sağlıyor.
Her insan farklı bir daldan tutunur hayat ağacına, giderken de elinde o dalla gider. Bir kadın sevilmek ister bütün özürlerine rağmen. Onu güzellikle gören birini bırakırken içinde o ilk merhamet, sevgi vardır. Gitmesinin nedeni merhametin bitmesi değildir. Yazgıdır ölümü getiren. Ne yaparsan yap ölüm gelip seni bulacaktır.
Bu yazgıda nasıl bir hayat sürdüğün önemli. Yaşamak boş olduğu kadar değerli. Sonunu seçme şansın yok, kadere teslim oluyorsun. Hastalıklar, kazalar, yaşlılık gelip seni bulduğunda ölüyorsun. Lakin merhamet etmek, destek vermek, sevmek, sevdiğini söylemek, bağışlamak senin elinde. İsimlerin bir önemi yok, insansın, diğerleri de öyle. Yazar bir kaç yerde farklı kahramanların aklında ne kendi yüzlerine ne de başkalarına ait yüzlere dair bir şey kalmadığını yinelemiş. İnsanın onursuz bir hiç olduğunu söyleyen kahramanlardan biri, onurun başkalarının bakışlarında yaşamak biterken ancak bir armağan olarak sunulacağını söyler. Eskiden insandım, şimdi dünyayım diyerek bizim gönül telimize de dokunur. Topraktan geldik, toprağa gidiyoruz bilgeliğinin kokusunu alırız satır aralarında. Yûnus Emre, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bayrâm-ı Velî dizeleri canlanır. Biraz da aynı topraklardan olması sebebiyle olsa gerek Hermann Hesse ruhunu tadarsınız. Başka bir kahramanın geçip giden hayatında aklında kalan, eşiyle pazar günleri yatakta, çimlerin ya da karların üzerinde uzanmak. Bu küçük mutluluk, onun için her şeydi. Eli sakat olan bir diğer kahramanın öldüğünde anımsadığı, eşinin ona ilk karşılaştıklarında söyledikleri olmuştu.
"Anımsıyor musun: Okula yeni başlamıştım, öğretmenler odasında daha ilk günden elime ne olduğunu sormuştun. Sakat, yapacak bir şey yok, demiştim. Elimi eline alıp incelemiştin. Sonra pencereden dışarıyı gösterip, şu ağacı görüyor musun, diye sormuştun. Dalları sakat değil, yalnızca eğri, nedeni ise güneşe karşı büyümeleri."
Neredeyse bütün dini inançlarda ortak olan cennetten kovulma meselesine kitabın son ölülerinden Connie ile bir yorum getirmiş yazar.
"Portakal suyundan bir yudum alıp elimi Fred'in koluna koyuyorum, buranın cennet olmasına izin veremiyorsun, çünkü kovulmaktan korkuyorsun, diyorum. Kovulma korkun öyle büyük ki cennet hayalini henüz içinde gelişmeden kendinden uzaklaştırmak zorunda kalıyorsun."
Çevirmen Regaip Minareci'nin Türk dilinde yazılmış gibi okuttuğu, duru ve akıcı Türkçe'si ile kendini okutan becerisine de değinmeden geçmek haksızlık olurdu.
Mevhibe Şenel
mevhibe.senel@gmail.com