"Gönül ehli gitti de aşk şehri boş kaldı deme.
Cihân Şems-i Tebrîzî ile dolu,
Mevlânâ gibi mürid nerede?"
- Kâsım-ı Envâr
Hayatını tasavvuf araştırmalarına adamış, dünyanın en ücra köşelerinde inananların O'na ulaşma yöntemlerini keşfetmiş bir isim Annemarie Schimmel. Onun şevkini, merakını ve hayretini Türkçeye kazandırılan her eserinde görmek mümkün. Ancak Kasım 2017'de Sufi Kitap tarafından neşredilen Doğuda Batıya adlı kitap, Schimmel'in hayatını daha yakından öğrenmeye vesile olmuştu. En önemlisi de 2002'de dünyayı terk eylemiş bu önemli tasavvuf araştırmacısının neden mezarlığındaki kitabede "İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar" sözünün yazdığına dair epey işaret gösteriyordu. Kuşkusuz bu işaretlerin her biri, birçok batılı araştırmacının ilgisini çeken o mistik, gizemli hâller ve çoktan bu dünyadan göçmüş büyüklerin O'nunla olan irtibatlarına dair meraklardan oluşuyordu. Basit gibi görünse de Schimmel, ariflerin ölmeyeceğini gayet iyi biliyordu. Türkçenin o büyük şairinin "Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez" dizelerinden de haberdardı.
Ekim 2018 itibariyle Schimmel'in yeni bir eseri daha yine Sufi Kitap tarafından dilimize kazandırıldı. 112 sayfadan oluşan ve temel kavramlar etrafında gayet güzel bir çerçeve çizen bu kitabın adı, Tasavvuf Notları. Eser, özellikle tasavvufa dair okumalar yapmaya başlamış 'yeni' kimselere büyük meraklar kazandıracaktır. Zira Schimmel hızla geçtiği konuları her ne kadar özetlemiş gibi görünse de aslında konu biter bitmez okuyucu kendini başka araştırmalara yelken açarken yakalayabilir. Uzun yıllar evvel Mustafa Kara okumaları yaparak kazandığım -Allah hocanın ömrünü bereketli kılsın- tasavvuf tarihi okuma ve araştırma merakına başkaları da Schimmel vesilesiyle kapılabilir. Bu, bir okuyucu için çok kıymetli bir şeydir çünkü samimi olursa yaşamını bütünüyle etkileyebilir. (Buraya not olarak ekleyelim: Mustafa Kara, Schimmel için "Elli yıl hiç yoruldum demedi" ifadesini kullanmıştır.)
Bu okuduğum kaçıncı Schimmel kitabı bilmiyorum, ancak şunu samimiyetle söyleyebilirim: Bizler genellikle yabancıların kendi değerlerimizle, inancımızla, geleneklerimizle ve hatta tarihimizle ilgili yazdıklarını, söylediklerini önemsemeyiz. Hatta mümkünse yazmamalarını, söylememelerini isteriz. Açık ararız, fırsat kollarız, hata bulduk mu üstüne çullanırız. Ancak Schimmel böyle bir isim değil, aslında onun bir diğer ismi de Cemile Kıratlı. Mustafa Kara'nın bir röportajından okuyalım: "Bu ismi/lakabı Türkiye’ye gelmeden önce almış. Memur olarak çalışırken onu Şimele diye çağıran arkadaşı, bir gün de Cemile deyivermiş… Bunun Arapça “güzel” anlamına geldiğini bildiği için çok hoşuna gitmiş. Kıratlı ise Schimmel kelimesinin Türkçesi. 50’li yıllarda ülkemize gelince bu ismi bazı mektuplarında kullanmaya devam etti. Bazı dostları ona Cemile Bacı demeyi tercih etti. O da bu isimlendirmeden mutlu oldu."
Tasavvuf Notları, kısa ve etkileyici bir giriş ile önsözden sonra, evvela tasavvufun teşekkülünü sunuyor okuyucuya. Burada tasavvufî kavramlar, sufilerin âdâbı, bir mürşide intisabın nasıl olduğu, seyr u sülûk mertebelerinin ne olduğu konusunda Schimmel bir taslak çiziyor. Kitaptan şu ifade, tam da bu bölümü anlatıyor: "Tasavvuf, ilahî güzelliğin ve ruhun özleminin sembolü haline gelen mis kokulu güllerin ve feryad eden bülbüllerin olduğu çiçekli bir bahçe, seyr u sülûkun başındaki derviş için anlaması neredeyse imkânsız olan Arapçanın nazarî çölleri ve çok az kişinin ulaşabileceği en yüksek hikemi bilginin uzaklarda ışıldayan karlı dorukları gibidir."
İlahi aşk bölümünde Schimmel, batılı şairlerle doğulu şairleri harmanlayıp yorumlarını da katarak bu aşkın söze nasıl döküldüğünü anlatıyor. Burada Goethe'nin, Mutluluk Veren Hasret şiirinde geçen "Kimseye değil, yalnız ehline anlat" dizesi üzerinden tasavvufta hakikata ulaşmış bir kimsenin sırrı ifşa etmemesi gerektiğine dair kısa fakat önemli bir anlatım da mevcut. Bilindiği üzere birçok büyük zât, sırrı ifşa ettiği gerekçesiyle yahut bu ifşanın hiç anlaşılmaması sebebiyle ya sürgün edilmiş ya da öldürülmüştür. Hallâc-ı Mansûr'un "Ene'l-Hakk" mevzusu gibi. O, "Ben Hakk'ım" derken, "Ben Hakk'tan gayrı, ayrı değilim" demek istiyordu duyana, duyabilene. Çünkü: "İlahî aşk konusunda Kur’ân-ı Kerîm’den delil getirilir. Maide Suresi’nin 54. ayetinde, Allah onları sever ve onlar da Allah’ı severler, denmektedir. Dünyadaki her şey gibi bu aşkın da esas kaynağı Allah’tır, insanın yaptığı sadece bu aşka karşılık vermektir. Ve bu aşkın, Zünnun el-Mısrî’nin de söylediği gibi, haddi hududu yoktur."
Birbirini takip eden teozofik tasavvuf ile sufi ve edebiyat bölümleri, Arapça'nın tasavvufla birlikte nasıl bir ivme kazandığını açık ediyor. Özellikle sufi şairlerin yazıp söyledikleri, mûsıkîyle birleşince ortaya kıyamete dek sürecek bir medeniyet çıkıyor. Bir inşa bu. Kademe kademe, silsile silsile gelişmiş, asırlar boyunca bugünlere dek uzanmış bir mimarî. Her şeyin başı ise dil, yani söz: "Tasavvuf, hâlihazırda zaten çok zengin olan Arapçaya yeni bir veçhe daha kazandırmıştır: Takva ehlinin sahih deneyimi. Tasavvuf, günümüzde dahi diğer dillerin linguistik gelişimlerinde önemli bir rol oynamaktadır."
Tasavvuftaki tarikatlar bölümü, Schimmel'in gitmek istediği her şehre gitmesiyle ortaya çıkmış araştırmaların bir özeti. Dünyanın neresinden hangi yollar doğmuş, ne şekilde bugünlere gelmiş ve hassas noktaları neler, bu bölüm oldukça iyi bir başlangıç makalesi. Bu bölümü okurken Schimmel'in Mevlânâ, Yunus Emre, Ataullah İskenderî ve Muhammed İkbâl gibi isimlere ne kadar meraklı olduğu rahatlıkla görülebilir. Zira kendisi bu isimlere dair çok ciddi çalışmalar yapmış ve müstakil eserler de ortaya çıkarmıştır. ABD ve Avrupa ülkelerinin yanı sıra ömrü boyunca gezdiği şu topraklar, zaten tasavvufun tarih boyunca serpilip geliştiği topraklardır: Pakistan, İran, Hindistan, Mısır, Sudan, Fas, Tunus, Afganistan, Suriye, Ürdün, Körfez ülkeleri, Yemen, Endonezya, Türki cumhuriyetler.
Halkın tasavvufu bölümü; abdallıktan kalenderîliğe, mevlevîlikten nakşibendîliğe dek belirli bir yola girmiş insanların kimleri takip ettiğini ve tasavvufun bilhassa hangi damarlarından beslendiğini göstermesi açısından önemli. Burada yine şiir başı çekiyor. Çünkü mistik aşk şiirlerinin anlaşılması kimi zaman güçleştikçe ortaya onları şerh eden birileri çıkıyor. Bu da halkın o şiirle, o sözle olan irtibatını kuvvetlendiriyor. Dilden dillere, gönülden gönüllere uzanan bir köprü: "Kendi memleketlerinin kırsal bölgelerine göçen mürşidler, sıradan insanların sadece çok az Arapça bildiğini, edebiyat ve yönetim kadrosunun dili olan Farsçadan ise hiçbir şey anlamadığını biliyorlardı. Bu yüzden insanlara düşüncelerini aktarmak için bölgede konuşulan dili kullanmışlardır. Ev kadınının, balıkçının ya da yoksul bir gündelikçinin rahatlıkla anlayabileceği yalınlıkta dizelerini söyleyen, muhabbetullahın esrarından dem vurup Allah'a bağlılıklarını tasvir eden bu hatipler, yerel dillerin gelişmesinde önemli rol oynamışlardır."
Kitabın son bölümü modern dönemde tasavvufun durumunu özetliyor. Henüz 10. yüzyılda yazdığı Kitabu'l-Lumâ fi't-Tasavvuf kitabında Serrâc, gerçek mutasavvıfların kalmadığından ve tasavvufun hakikatten uzaklaştığından söz ediyordu. "Eskiden tasavvufun adı yoktu içi vardı, şimdi içi yok adı var" sözü de yine o yüzyıllarda söylenmiştir. Anadolu türkülerine baktığımızda da kamil mürşidin kalmadığı, yolların kapandığı, devrin sahte mürşit (zamane şeyhi) devri olduğuna dair sözleri görmek de mümkündür. Unutulmamalı ki bu sözleri yazanların çoğunluğu da büyük birer sufi idi. Schimmel bu güncel konuya temas ederken okunması gereken bazı isimleri de zikrediyor; Rene Guenon, Frithjof Schuon, Seyyid Hüseyin Nasr, Titus Burckhardt, Martin Lings gibi. Ben buraya William Chittick adını da eklemezsem rahatsız olurum. Günümüz tasavvufuna dair o yıllardan şöyle bir bakış atmış Schimmel ki ne kadar haklı olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım: "Medya sayesinde tasavvufun çok çeşitli yönleri yayılma imkânı buldu. Tasavvufî faaliyetlerin, ayin-i şeriflerin harikulade fotoğrafları ya da önde gelen mürşidlerin portreleri, İslam dünyasının çeşitli bölgelerindeki hayatı gösteren sanatsal filmler ve internetteki fotoğraflar bir zamanlar gizemli ve saklı olan tasavvufu artık herkes için ulaşılabilir kıldı. Ama bu durum, sufiler arasında en büyük günahlardan olan ifşâü's-sır yani, sırrın ifşası demek olmuyor mu? En son sırrı telaffuz dahi edemiyorken, medya tarafından ifşa edilen bu sırrın olumsuz bir şekilde yorumlanmayacağının ya da insanlık için tehlikeli olmayacağının garantisini kim verebilir? Büyük Hintli şeyh, Şah Veliyullah 18. yüzyılda şöyle yazıyordu: "Mutasavvıfların kitap ve risaleleri havass ehlinin kimyasına mükemmel bir şekilde uygundur ancak onlar, avam için öldürücü bir zehirdir."
Hz. Pîr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, kendisine "tasavvuf nedir?" diye sorulduğunda, "kederli vakitler geldiğinde kalpte bulunan sürurdur" demiş. Bugün bu düşünceden, bu yaşayıştan çok uzağız. Ortada belirgin bir taklit var. Tasavvuf şov dünyasının bir ürününe dönüşmüş durumda. Doğum günü kutlamalarında ve hatta kına gecelerinde bile birileri 'dönüyor', Mesnevi'den şiirler okutuluyor. Her yönüyle güzel olan ve her yönüyle güzelliği telkin eden bu asırlık hazine, sanki bir şeylere kurban gidiyor. Oysa Hâce Abdullah el-Ensârî el-Herevî dokuz yüzyıl önceki sufilerin hâllerini şöyle tanımlamıştı: "O kimseler ki, hiçbir zaman ayakları kıskançlığın çalılarına dolaşmaz, teslimiyet kıyafetleri nefis tozuyla kirlenmez, gözleri hiçbir zaman benlik aşkıyla buğulanmaz. Onlar fakirlik yolunun hükümdarları, insan görünümündeki meleklerdir ve ağırbaşlılıkla yürürler."
Tasavvuf Notları, tasavvufa dair okumalar yapmaya yeni başlamış kimseler için iştah açıcı bir başlangıç kitabı.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf