Türkan Alvan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkan Alvan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ocak 2024 Salı

Bir tarikat silsilesine giren tek sultan: III. Murad

Tarihin kimi zaman aydınlık kimi zaman karanlık mevzilerinde gezinirken karşımıza en az çıkan saha maneviyattır. Modern tarihçilik anlayışında askeri, siyasi ve iktisadi kapılar esastır. Bu kapılardan girilir, genel bir fotoğraf çekilir ve sunulur. Oysa tarih boyunca tüm askeri, siyasi ve iktisadi faaliyetlerinde arkasında din ve maneviyat gibi önemli çıkış noktaları bulunur. Bunu görebilmek için de birçok farklı kapıdan bakabilme cesaretiyle birlikte araştırmacısından meraklı okuruna kadar herkesin ufkunu genişletecek bir üslup, tavır lazımdır.

Saz ve Söz Meclisi, Benim Adım Dertli Dolap, Said Paşa İmamı Hasan Rıza Efendi ve diğer pek çok çalışmasında; farklı disiplinleri cem eden bir tarih anlayışının yanı sıra Türk tarihinin her yanına kök salmış tasavvuf damarlarını da bizlere gösteren Türkan Alvan, bu kez yıllara serpilmiş gayretlerinin bir sonucu olarak III. Murad’ı hiç bilmediğimiz, görmediğimiz özellikleriyle anlatıyor. İz Yayıncılık etiketiyle 2021 yılında neşredilen Sultan Murad-ı Sâlis’in Dünyası: Mektupları ve Rüyaları Işığında Bir Derviş Padişah, yalnızca entelektüel bir biyografi örneği değil. Kendi varlık nedenini merak etmiş, bunun peşinden gitmiş ve marifet deryasından süzdükleri neticesinde tacından tahtından vazgeçebilecek hâllerin içinde derinleşmiş bir sufi-padişahın ömür defteri. Elbette bunun dışında Sultan III. Murad devrinin panoraması ile Osmanlı siyaset düşüncesine tasavvufun etkisi gibi son derece lezzetli konular da eserin önemli bir alanını oluşturuyor.

Kanunî Sultan Süleyman’ın torunu ve II. Selim’in mahdumu olarak 1574 ile 1595 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun padişahı, İslâm ümmetinin halifesi olan III. Murad’ın hayatında belirli aralıklarla mizaç çalkantıları görebiliyoruz. Bu çalkantıların içinde padişahın kendi varoluş nedenini keşfetme ve manevi cevherini açığa çıkarma gibi nedenlerin olduğu ise apaçık. Zira yaşadığı özel durumların neticesinde ilhamdan, müşahededen ve rüyalardan bolca nasipleniyor. Nasiplendiği bu alanlardan zaman zaman şüpheye düşebiliyor: “Asıl şüphem ilhâmdadur. Bugün -Azametim hakkı için kendi hazretim hazretime nasıl sevgiliyse sen de bana böyle sevgilisin, belki daha fazla, diye ilham geldi. Benim saadetim, böyle ilham gelen kişinin dünya ve ahireti parmağındaki yüzük gibi oynatır. Oysa ben kendi ricamı kendime bile geçiremiyorum, nerde kaldı başkaları sözümü dinlesin.

III. Murad tüm bu çalkantılarına ve düşe-kalka süren hâllerine tasavvufla çare aramış ve devrin meşayıhıyla önemli ilişkiler kurmuş. Türkan Alvan’ın çalışmasında sunduğu mektuplardan görüyoruz ki çevresindeki insanlar onun yaşadığı ve samimiyetle ifade ettiği hâlleri suistimal etmiş. Klasik bir mürşit-mürit ilişkisinden daha farklı bir ilişkiyle yol yürüyen III. Murad’ın ilk mürşidi Şeyh Şücâ, padişahın devrindeki pek çok olaya doğrudan müdahil olmuş. Dolayısıyla III. Murad için ‘yol yürümek’ pek de kolay olmamış. Onun manevi yönünü geliştiren ve psikolojisini tamir eden şahsiyetlerin başında Aziz Mahmud Hüdâyî geliyor. Sultanlara sultanlık etmiş bu büyük celvetî şeyhi, tatlı dille ve gerçekçi nasihatlerle padişahın ayaklarını yere daha sağlam basmasını sağlamış.

Kitabın sayfaları arasında gezinirken, geçmişten bu yana mutasavvıfların dikkat çektiği en hassas konulardan biri karşımıza çıkıyor: saltanat-ı dünyeviyye ile saltanat-ı maneviyyenin bir şahısta toplanması meselesi. III. Murad’ın hem padişahlık makamıyla hem de tasavvufla olan ilişkisine baktığımızda bu dünya işleriyle maneviyat işlerinin cem olmasının imkansızlığını görüyoruz. Prof. Abdülkadir Özcan’ın yorumuyla “yanlış zamanda ve konumda bulunmuş bir sultan” olan III. Murad, bilhassa Sokullu Mehmed Paşa’nın öldürülmesinden sonra kaht-ı ricâlin yaşandığı bir dönemle baş başa kalır. Burada Abdülkadir Özcan önemli bir soruyu da gündeme taşıyor: “[O dönemde] acaba dedesi Sultan Süleyman bulunsaydı ne yapabilirdi? Biraz da onun ve oğlu Selim’in bazı yanlış politikalarının kurbanı olan bir padişah tipi olan Sultan III. Murad’ın tasavvufa sarılışı, dünya meşgalelerinden kaçış gibi de algılanamaz mı?

Makul bir zemine yanaşabilmek için şimdi bu sorunun yanına hemen Türkan Alvan’ın mektuplar arasından çıkardığı padişaha ait şu cümleleri yaklaştırmak zorundayız: “Saadetim, bana dünya zevki gerekmez. Hemân Rabbim beni hoş tutsun, benden ayrı olmasın. Duadan unutmayasınız… Allahu tealaya sığındım. Ümmet-i Muhammed’i Allahu teala hazretine ısmarladım… Âh, bir yol bulsam başım alıp çıkıp gitsem kimse beni aramasa! Âlemin kahrı ve şerîrlikden halâs olup huzurumda olsam!

Hem tarihle hem de tasavvufla ilgilenen okurlar için şu zamanın büyük nimeti olan kitapta Türkan Alvan bazı önemli soruların izini sürüyor. Bunlardan biri: Padişahtan mürid olur mu? Alvan, seyr ü sülük gören müridin dünyaya dair her şeyi terk etmesinin gerekliliğini hatırlatarak, dünyevî iktidarın zirvesi olan saltanatın manevî mertebe katetmeye engel olduğunu anlatıyor: “Büyük mutasavvıflardan Belh Sultanının şehzâdesi İbrahim bin Edhem ve Kaygusuz Abdal saltanatın dervişliğe engel olduğunu gösteren örneklerdir. İbrahim bin Edhem ancak tâcını, tahtını terk ettikten sonra Üveysîlik silsilesinde Veysel Karanî’den sonraki pîr mertebesine erişmiştir. Alaiye sancak beyinin oğlu Alaaddin-i Gaybî de saltanat yolunu terk edip Abdal Musa’ya intisap ettikten sonra Kaygusuz Abdal olmuştur.

Fatih Sultan Mehmed ile Akşemseddin, Sultan I. Ahmed ile Aziz Mahmud Hüdâyî, Sultan II. Bayezid ile Muhyiddin Yavsî ve Şeyh Cemal-i Halvetî, Kanunî Sultan Süleyman ile Halvetî şeyhi Nûreddinzâde, Şeyh Üftâde ve Pîr İbrahim-i Gülşenî, Sultan IV. Mehmed ile Vanî Mehmed Efendi ve Karabaş-ı Velî, Sultan V. Mehmed Reşad ile Şeyh Ahmed Hüsameddin-i Dağıstanî arasındaki yakın ilişkiler pek çok kaynağa göre bir intisaba varmamıştır. Zira padişahların hilafet makamında adaletle bulunması, avam halkın zikrinden daha hayırlıdır. Geçmişte şeyh efendiler padişahlara teberrüken tac ve hırka giydirdilerse de bu ancak onların gönüllerini yapmak içindir. Öte yandan şeyh efendiler padişahlara manevî koruma için zikirler de tavsiye etmişlerdir. Türkan Alvan’ın ifadesiyle söyleyecek olursak, “her padişahın bir tarikata intisabına delilsiz itimat edilemez”. Peki bu durumda III. Murad ile Şeyh Şücâ arasındaki ilişki nasıl görülmeli, yorumlanmalı? Alvan şöyle izah ediyor: “Çalışmamıza başlarken Şeyh Şücâ’nın kaynaklarda hünkâr şeyhi olarak tanınasından hareketle Sultan III. Murad ile Şeyh Şücâ arasında gerçek bir mürid-mürşid ilişkisi olduğunu düşünmemiştik. Ancak diğer padişahlardan farklı olarak Sultan III. Murad, hünkâr şeyhinin manevî himayesiyle yetinmemiştir. Sultan III. Murad kendisine biat etmek istediğinde Şeyh Şücâ sultanların irâdesini bir mürşide teslim etmelerinin neredeyse imkânsız olduğu kanaatiyle ‘Sultanların irşâdı gayet müşkildir’ diye reddetmiştir. Ancak Şeyh Şücâ’nın rüyasına giren Pîr’i Şâbân-ı Velî ‘Oğlum, Sultan III. Murad diğer sultanlara benzemez, git onu irşâd et!’ emrini vermiştir. Bu bilgi yukarıda anlattığımız padişahların sıradan insanlar gibi derviş olamayacağı bilgisini doğruluyor. Sultan III. Murad istisnadır, diğer sultanlara benzemez, onun dervişliği müstesnadır. Sultan III. Murad mektuplarında ‘padişahlar, beyler gibi değil, sıradan dervişler gibi’ gerçekten irşâd olmak istediğini sık sık söylemiştir. Ayrıca bir tarikat silsilesine giren tek sultan olan III. Murad, Şeyh Şücâ’nın vefatından sonra da başka şeyhlere intisâb etmiştir.

III. Murad’ın Şeyh Şücâ dışında intisâb ettiği ikinci mürşidi Tatar Şeyh İbrahim Kırımî’dir. Gelibolulu Âli’ye göre ise Şeyh Mehmed Dâğî, sultanın intisâb ettiği ikinci şeyhtir. III. Murad’ın uzaktan veya yakından irtibat kurduğu diğer veliler ise şöyledir: Aziz Mahmud Hüdâyî, Seyyid Nizamoğlu, Şemseddin-i Sivâsî, Hüsâmeddin-i Uşşâkî, Şeyh Memi Can, Nalıncı Hüseyin Dede. Sultan III. Murad’ın dervişlikle ve tasavvufla olan ilgisini daha pürüzsüz biçimde anlayabilmek için kitabın üçüncü bölümü ve sonrası imdadımıza yetişiyor. Türkan Alvan burada, Sultan III. Murad’ın rüya mektuplarını ihtiva eden Kitâbü’l-Menâmât üzerinde ciddi bir kazı çalışması yapıyor. Kitâbü’l-Menâmât’ta bahsedilen mutasavvıflar, dönemin siyasi ve sosyal gelişmeleri, Kitâbü’l-Menâmât’ta övülen kitaplar (Mesnevî, Füsûsü’l-Hikem, Mantıku’t-Tayr gibi) III. Murad’ın mürid-mürşid ilişkisi, seyr ü sülûku, padişahın tasavvufa dair soruları okuması son derece zevkli konu başlıkları. Yine bu bölümde Mustafa Merter hocanın önemli bir yazısı bulunuyor: Sultan III. Murad’ın pato-biyografisine göre nefs psikolojisi. Yazıdan şu fevkalade önemli cümleleri nakletmek isterim: “İlginçtir ki modern psikoloji ve psikiyatri maneviyât ve din ile sorunlu olduğu için bu cihanşümul insanî hâllerin, hususiyetlerin inceliklerini bilmez ve umumiyetle yanlış bir teşhis koyabilir. Bu modern ‘ruh-bilim’ nasıl bir ‘ruh’ bilimse ne üst şuur-dışını, ne kalbi, ne rahmânî hâlleri, ne de her insanda mevcut olan ‘can’ potansiyelini bilir. Umumiyetle cinsellik takıntılıdır, hatta belden üstünü yok sayar. Bu algıyla yetişen bir psikiyatr, bir insanda bu tarz belirtileri görse hastalık olarak kabul ettiğinden o insana ağır ilaçlar verir ve hatta elektro-şok tatbik ederek tedavi etmeye çalışır. Bu ‘tedaviler’ altında o lâtîf hâl ve hislerin ne olabileceğini tahmin edin. Hâlleri muhteşem bir senfoninin, mesela Ravel’in Bolero’su olabilir, lâtîf melodileri gibi hayal edersek icraat esnasında, bir grup sokak çalgıcısının âhenksiz davul zurna çalarak oraya girdiklerini düşünün…

Fakir, rüya ilmine ucundan kıyısından meraklı biri olarak Türkan Alvan hocamın bu çalışmasından fevkalade yararlandım. Özellikle sâlikin eğitiminde mürşide bilgi vermesi ve sâlikin eriştiği manevî derecelerin vaziyetini göstermesi açısından rüyalar son derece önemlidir. Herkesin gördüğü rüyanın aynı biçimde yorumlanmayacağına dair oldukça fazla delil ortaya koyan ve anekdot aktaran Alvan’ın Robert Frager’dan bir dipnotunu paylaşmak isterim: “Halvetî Şeyh Abdurrahman’ın aynı rüyayı gören iki kişiye farklı yorum yapması buna örnektir: Bunlardan ilki rüyasında minarede ezan okuduğunu görmüş. Şeyh Abdurrahman ona ‘Bu yıl hacca gidiyorsun, hazırlan’ demiş. Bir başkası aynı rüyayı anlatmış. Şeyh Abdurrahman bu kez celallenip ‘Çaldığını sahibine iade et, yoksa yakalanacaksın ve sonun çok kötü olacak’ demiş. Tabirin doğruluğuna şaşıran adam da hırsızlığa tevbe etmiş.

Seyr ü sülük içindeki derviş, rüyalarını sadece mürşidine anlatmalıdır. Onun rüyalarını sadece mürşidi yorumlamalıdır. Zira: “Rüyanın sonucu, çoğunlukla rüya sahibinin itikadına göre zuhur eder. Örneğin avam koyun ve deve görmeyi bereket ve hayr-ı harekete hamleder. Sâlikler ise, koyun görmeyi şehvet-i bâtınîyeye, deve görmeyi, kendisinde devenin sıfat-ı gâlibesi olan kin duygusu olmasına yorar. Sonuçta avama koyun; bereket salike ise şehvet makamında zuhur eder. Bu kıyasla her rüya, salike enfüsîdir ve sıfat-ı gâlibe ile tabir edilir. Avamın rüyaları ise âfâkîdir. Âfakta nasıl şöhret bulmuş ve hangi anlama yorulmuşsa ona göre tabir edilir.

Sultan Murad-ı Sâlis’in Dünyası, tarihi, tasavvufu ve psikolojiyi harmanlayan, disiplinler arası bakışın nasıl olması gerektiğini ortaya koyan bir kaynak kitap. Türkan Alvan hocamıza emekleri için can u gönülden teşekkür ediyor; afiyet, bereket, sıhhat içinde bir ömür diliyoruz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

21 Ocak 2022 Cuma

Dolap niçin iniler?

Nakşibendî-Hâlidî mürşidi Mehmed Sâmi Efendi, Kırtıloğlu Tekkesi’ndeki bir sohbeti sırasında, kendinden uzakta, kapı eşiğinin neredeyse dışında duran Sâlih Baba’ya seslenir. “Söyle” der. O zamana dek şiirle başının pek de hoş olmadığı bilinen ve ümmi olmasıyla tanınan (Ümmîyem bir zerre denli ilme yoktur tâkatim / gâh olur ilm ile bîpâyân oluram kime ne) Sâlih Baba, irticalen şiir söylemeye başlar. Daha sonra divan olacak kadar şiir söyler. Şimdi burada duralım ve iki meseleyi açalım.

Eğer etrafınızda bir çocuk, deli yahut şair yoksa hakikatin tecellisi sizi epey bekletebilir. “Hakikat denilen şey, bu arayışı kendine olumlu bir faaliyet olarak gören iki insan arasında tecelli edebilir. Yani hakikatin tecellisi için mutlaka iki taraf, daha doğrusu iki insan gerekiyor.” der İsmet Özel. Şairlerin tek başlarına hakikatin tecellisini mümkün kılan bir yanları olduğunun altını çizer ve bunu kendi izahıyla şöyle yapar: Şair bir ip atar, okuyucu da onu ucundan tutar. Hakikat böylece ortaya çıkar. İşte, mürşidinin attığı ipi tutan Sâlih Baba o anda nice sıfatından sıyrılıp hakikat dolabını aralar ve içeri girer: "Kün fekân emriyle döner bir dolâb / öğüdür âlemi misl-i âsiyâb / inceden incedir olunmaz hisâb / çok hikmet var kün fekân’dan içeru”.

Tıpkı “Çıktım erik dalına” gibi “Benim adım dertli dolap” da ilk okuyuşta anlamına ulaşma hususunda zorluk çekilen şiirlerdir. Belki de bu yüzden erenler şiir demek yerine doğuş demeyi tercih etmişlerdir. Şairlerin hem eşyayla hem de tabiatla kurdukları hassas bağ, sufi şairler nezdinde daha da derinleşir. Elimizde sözlükler, kılavuz niteliğinde kitaplar ve şerhler olmadan içinde eşyanın, tabiatın hakikatini barındıran, o hakikati söyleyen şiirlerden lezzet alamayız. Bu sebeple tarih boyunca Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Yûnus Emre, Niyâzî-i Mısrî gibi gönül sultanlıklarını şiirin avazıyla kâinata aşk etmiş yüceler hep bir rehberin eşliğinde okunmuş tekkelerde. Süt çocuğuna bulgur pilavı yedirmemek gerektiğinin bilinciyle elbette. Bu bilince sahip olan kimseler çok büyük bir sorumluluğu elden ele taşıyıp bugünlere getirdiler. Ömrü belli seneleri aşmış olanlar için su dolapları, değirmenler, çarklar ve feleğin çemberinden geçmiş olmak elbette çok şey ifade edebilir. Gençler için artık bu eşyalar bilinir ve görünür değil. Ola ki tasavvufla muhabbetli kimseler elbette talihli. Çünkü tasavvufta Allah-insan-âlem ilişkisi, varlık ağacı, devir nazariyesi, tavâf, semâ, devrân gibi meselelerde daire önemli bir yer tutar. Nitekim Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Allah-âlem ilişkisine dair bir tasvirinde dairelerden yararlanır. Bu dairelerin merkezinde İlahi Hazret yer alırken en dışta yazılı maddeler saat yönünde şöyledir: Ateş, akıl, toprak, tabiat, su, heba, hava, nefis. Hazret, Fütûhât-ı Mekkiyye’de şöyle der ki bir devran zikri yaşamış kimseler için çok büyük anlamı vardır: “Bilmelisin ki Âlem küre şeklinde olduğu için insan sonundayken başlangıcına özlem duyar. Yokluktan varlığa çıkmamız O'nunla gerçekleştiği gibi yine O'na döneriz. Her iş ve her mevcut, kendisinden var olduğu başlangıca dönen bir dairedir.

Geleneğimizin her biri kıymetli dolaplarını açan, bulduğu ganimetleri yazdığı kitaplar yoluyla meraklılarla paylaşan Türkan Alvan, bu kez Türk edebiyatındaki dolab-nâmeler eşliğinde asırlar boyunca eşyaya verilen kıymeti, tabiata gösterilen hürmeti yeniden hatırlatıyor. Mayıs 2021’de Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen Benim Adım Dertli Dolap, evvela su değirmenlerinin, su dolaplarının, Dolab-ı Muhammedî’nin, hacılarla Dolab-ı Muhammedî arasındaki muhabbetin, Pîr Sümbül Sinan’ın su dolabıyla münasebetinin ve saka kuşunun tarihinde geziniyor. Akabinde dolab-nâme türünün kaynaklarına ışık tutuyor. Burası önemli çünkü Kur’an ve sünnette kâinâtın dile gelmesi (Hz. Peygamber, Uhud Dağı, Hannâne), tasavvufun ve Mevlânâ, Âşık Paşa, Ahmedî gibi bilgelerin, şairlerin, mutasavvıfların dolab-nâme türüne etkisi irdeleniyor. Bu bölümü okurken doğaya ve bilhassa suya verdiğimiz özenin hayatımızdan ne kadar çekildiğinin farkına varıyoruz. Değiştiğimizi ve unuttuğumuzu hatırlıyoruz. Bu hatırlayış bize daha çok sancı veriyor, vermeli.

Mevlânâ ilahi aşkı anlatırken suyun duruluğu ve devinimi ile sevgiliye hasreti, sevgiliyi arayışı bağlamında âşığı sık sık suya benzetmiştir. Âşığı “Ben susuzluk hastasıyım, suyun beni öldüreceğini bilsem bile su beni çeker.diye söyleten Mevlânâ’ya göre asıl Cenab-ı Hakk’ın kuluna muhabbeti aşkın kullarında farklı şekillerde tecelli etmesinin sebebidir” diyor Türkan Alvan ve “Hz. Mevlânâ için su dolabı, yapım süreci ile kadere rızayı ve nefs terbiyesini temsil ederken dolabın suyun üstünde durmadan iniltiye benzer sesle dönüşü; âşığın Cenab-ı Hakk’a ve Hz. Muhammed’e hasreti ve aşkının derdiyle gözyaşları içinde ağlamasının sembolüdür. Çünkü su dolabı gibi feleklerin dönüşü akl-ı küll sahibi Hz. Muhammed sayesindedir.” cümleleriyle devam ederek bizi Dîvân-ı Kebîr’e davet ediyor: “Gelin bugün devletle kutlulukla yeni aşka düşenler gibi o sevgilinin çevresinde dönüp dolaşalım… Çok döndük dolaştık şu çorak yerde; biraz da ambarlara sığmayan tohumu araştıralım… Başımız ayağımız yok zerreler gibi havadayız. Ay gibi biz de o görülmemiş eşsiz güneşin çevresinde dönüp duralım. Su dolabı gibi feryatlarla dolduk. Düşünce gibi şikâyetsiz, sözsüz dönüp duralım.

Kaygusuz Abdal’ın Dolab Kasidesi’nde su dolabı insanı sembolize eder. Ebedî olana vurgunun yanı sıra nefs terbiyesi, mücahede ve riyazat gibi konular da kasidede merkezi bir noktadadır. Abdal, “Neden bağrun delükdür gözlerün yaş / sebeb nedür sataşdun bu ‘itâba” sualiyle dolapla dertleşmeye niyet eder. “Karârun yok gice gündüz dönersün / dökersün dertlü gözden hûn-âba” diyerek onun derdini anlamak ister. Âşık Yunus’un çocuklarımızı uyuturken ve kendimizi uyandırırken söylediğimiz “Benüm adım dertli dolap / suyum akar yalap yalap / böyle emr eylemiş Çalap / derdüm vardur inilerim” dizeleri, Rabbinin emriyle dönen dolabın dertli inlemelerini anlamaya bir çağrıdır. Şehzâde Cem’in himayesindeki şairlerden La’lî’nin dolab-nâmesinde ulu bir dağda yaşayan ağacın kesilip, bağrı delinip, çiviler çakılıp sonunda su dolabı yapılmasına tanıklık ederiz. Bilinen en uzun dolab-nâmeye imza atan Şeyh Ahmed Hayâlî-i Gülşenî, Kaygusuz Abdal’a nazire yaptığı şiirinde su dolabını nefsin arzularına uyan günahkâr bir insana benzetir ve Pendnâme tarzında öğütler verir. On beşinci Kırım Hânı olan Gazi Giray II, Safevilere karşı savaşırken esir düşmüş ve Alamut Kalesi’ne hapsedilmiştir. Kahkaha Zindanı’nda elleri ve boynu zincirli olarak geçirdiği yedi yıllık esaretin psikolojisi, “Bükegelmez idi hergîz kemânum / yıkıldum kalmadı tâb u tüvânum / hemân-dem kesdiler kolum budağum / sürtmeg-çün biri deldi ayağum / takup boynuma anda rismânı / ki bildüm kalmadı işret nişânı.” dizeleriyle dolab-nâmesine yansımıştır. Pir Sultan Abdal, su dolabının yanı sıra bülbül, dağ, çam ağacı gibi varlıklarla söyleşir. Tanbur ile söyleşisinde aslî vatanından kopmuş gurbet derdi çeken insanın hâlini anlatır: “Gel benim sarı tanburam / sen ne için inilersin / içim oyuk derdim büyük / ben anun-çün inilerim.

Benim Adım Dertli Dolap; asırlarca eşyanın hakikatini önemsemiş, bu hakikatin aynı zamanda insanın hakikati olduğunu benimsemiş, su içtiği bardağa da başını koyduğu yastığa da kendisine hizmet ettiği için öperek sevgisini göstermiş, ormandaki diğer ağaçlar ürkmesin diye baltasının ucunu mendille gizlemiş bir hassasiyet geçmişimiz olduğunu hatırlatıyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Okur dergisinin 22. sayısında yayınlandı.