Yıllar önce S.M. Nakib el-Attas’ın (1931) İslam ve Laisizm adlı eserini okuduğumda muhayyilemdeki Batı felsefesinde entelektüel manadan bir gedik açılmıştı. Attas düşüncelerini daha sonra okuduğum İslam, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi adlı eserinde daha da derinleştiriyordu. Gerek İslam ve Laisizm gerekse İslam, Sekülarizm Ve Geleceğin Felsefesi adlı eserlerinde birçok önemli şey söylüyordu yazar lakin benim en çok dikkatimi çekenlerden birisi, Batı düşüncesi ve hayatının Rönesans, Reformlar ve Aydınlanma sonrası laik (ya da seküler) bir biçim kazandığı düşüncesinin İslami açıdan doğru olmadığıydı. Attas’a göre zaten Hıristiyanlık insan eliyle tahrif edildiğinden yani ilahi özelliğini kaybettiğinden teknik olarak laik (ya da seküler) durumdaydı. Dolayısıyla modernizm ile ortaya çıkan yeni durum laik/seküler düşüncenin biraz daha katı hâle gelerek kabuk değiştirmesiydi. Daha sonra eserlerini büyük bir zevkle (ama hep rezervli) okuduğum Ali Şeriati (1933-1977) karşıma çıkmıştı. Şeriati’yi hala aynı zevk ve rezervle okurum zira muazzam bir paragrafın yanına öyle dogmatik bir görüş iliştiriyor ki insan şaşırmadan edemiyor. Ama benim için asıl önemli olan Şeriati’nin hemen hemen her eserinde Attas’ın bu projeksiyonunu Müslümanların tarihine de tutuyor ve düşüncesini “Dine Karşı Din” şeklinde billurlaştırıyor olmasıydı.
İslam düşüncesi bir yana modernizm ve postmodernizm ekseninde gerçekleştirdiğim okumalarım Batı felsefesinin seyrini göstermişti. Burada ismini anamayacağım kadar çok olan bu değerli eleştiri ve değerlendirmelerin hemen hemen hepsi Batı felsefesine içkin olduğundan farklı bir bakış açısının eksikliğini hissediyordum. Yaklaşık yüz elli yıldır İslam dünyasının Batı eleştirileri bulunuyor fakat büyük çoğunluğu yüzeyselliği aşamayan, özgünlüğe ulaşamayan ve eskiyi kutsayan basmakalıp eleştiriler. Açıkçası Attas ve Şeriati’den sonra Mustafa Aydın’ın Moderniteye Dışarıdan Bakmak ve Abdurrahman Arslan’ın Modern Dünyada Müslümanlar isimli kitapları zihnimdeki muğlaklığa iyi gelmişti. Sanırım bu bağlamda Malik Bin Nebi’yi de (1905-1973) söylemem gerekiyor. Konuyla ilgili okumalarım bunlarla sınırlı değil elbette fakat modernizm ve postmodernizme dair düşüncelerimde bu eserler önemli köşe taşlarıdır diyebilirim.
Doğu ya da Batı fark etmiyor, teorik olan şey insan vasıtasıyla pratiğe dönüştürüldüğünde aslını kaybetmeye mahkûm oluyor. Zira insan, ilkesel bir çerçeve çizen teoriyi eğilim ve zaaflarına kurban ederek bambaşka bir olguya dönüştürüyor. Bir anlamda insanlık tarihi de diyebileceğimiz dinler tarihini ve -kısmen- ideolojilerin teori-pratik paradoksunu bu durumu kanıtlayan panoramik bir örnek olarak görmek mümkün. Meselenin geldiği noktada insan bu değişim ve dönüşümü nasıl gerçekleştiriyor sorusunun yanıtı önem kazanıyor. Müslümanların tarihini bu anlamda okumak oldukça zor gibi görünüyor. Belki de hem entelektüel manada yetersiz hem de kültürel anlamda hazırlıksız olduğumuz için henüz çok erken diyebiliriz. Fakat Batı tarihi uzun süredir hem kendi içinden hem de harici eleştirilere açık bulunuyor. Durmayışını da gelen eleştirileri kullanarak yolunu açmaya devam edişine bağlayabiliriz. Yalnız buradaki eleştirel bakışı gerçekleştirebilmek belirli bir yetkinliğe ve özgünlüğe sahip olmaktan geçiyor. Etkisi de bu özelliklerden kaynaklanıyor elbette.
Mahya Yayıncılık etiketiyle kısa süre önce yayınlanan Seküler Aklın Haritası bu yetkinliği ve özgünlüğü bünyesinde barındıran bir kitap. Mısırlı bir akademisyen olan Haccac Ali imzasını taşıyan "Modernitenin Tanrısız Ütopya Arayışı" alt başlıklı eseri Türkçeye Selim Sezer kazandırmış. İki yüz seksen sekiz sayfalık eser sunuş ve sonuç kısımları hariç altı bölümden oluşuyor. Ayrıca kitabın sonunda müellifin çalışmasını gerçekleştirirken fikirlerinden faydalandığı Zygmunt Bauman (1925-2017) ve Aldülvehhab Messiri (1938-2008) ile olan yazışmalarının/görüşmelerinin yer aldığı iki ek ve çalışmayı okurken başvurulabilecek ‘Terimler Sözlüğü’ bulunuyor.
Haccac Ali çalışmasını Bauman ve Messiri’nin modernite/modernizm ve postmodernite/postmodernizm ile ilgili görüşlerini temele yerleştirerek gerçekleştiriyor. Amacını, Batılı seküler paradigmanın düşünsel haritasını süreç içinde kullanılan metaforlar aracılığıyla çıkarmak olarak belirten yazar, Bauman ve Messiri’nin bu konudaki görüşlerinin birçok yönde örtüştüğü tespitini yapıyor. Açıkçası eserin ağır içeriğinin belirli bir altyapı gerektirdiğini söylemeliyim zira hem atıflardan hem de çıkarımlardan anlamlı sonuçlar ele edebilmek bütünlükçü bir Batı felsefesi tarihi bilmeyle doğru orantılı. Özellikle Aydınlanma sonrasındaki felsefi yaklaşımların meydana getirdiği Batı kültürüne olan vukufiyet önem kazanıyor. Diğer taraftan bu durum, bizler gibi Batı dışı toplumların da hasbelkader maruz kaldığı modernizmin felsefi kökenlerinin ve sonuçlarının bilincine varmış olmak olarak da tarif edilebilir.
Haccac Ali, süreci ele alırken sekülarist modernist düşüncenin Tanrı’yı dünyadan/hayattan soyutlayarak insanı ve doğayı kutsamasıyla başladığını belirtiyor. Böylelikle dinin etkisi ortadan kaldırılarak laik/seküler düşüncenin temelleri atılıyor. Yeni kutsallar olan insan ve doğa üzerinden hümanizmin ve doğa(l) kanunlarının geçerliliğine vurgu yapıyor. Dinin tahakkümünden kurtarılan insan kendini gerçekleştirmektedir ve amaç insanlığı kendine yaraşır bir hayata taşımaktır. Sonraki aşamalarda bu kutsamadan en çok payını alan rasyonellik yani akılcılık oluyor. Akılcılığın ortaya çıkardığı yeni durumda belirleyici olarak bilimsellik öne çıkıyor ve pozitivist anlayış kendini gösteriyor. Tüm bu aşamalarla birlikte insanın manevi yönü ortadan kaldırılarak materyalist bir anlayış geliştiriliyor. Başta kutsanarak tanrılaştırılan insan doğanın bir parçası mesabesine, bir nesneye indirgeniyor ve verilen kutsallık elinden alınıyor. Hemen arkasından doğa fethedilecek, kontrol altına alınacak bir nesneye indirgeniyor ve böylelikle doğaya atfedilen kutsallık da onunla birlikte yok ediliyor. Sonuçta materyalizm ve bilimselliğin kutsandığı bir anlayış olan “modernite” ortaya çıkıyor.
Değişen dünya algısını ortaya koymaya çalışan Haccac Ali, Bauman ve Messiri’ye atıfla vurguladığı kavramlar olan “organizmacı” ve “mekanist” şeklindeki metaforların Batılı seküler paradigmanın insanı ve dünyayı/doğayı yorumlama biçimleri olduğunu belirtiyor. İnsanı (ve doğayı) bir makine olarak algılayan mekanist anlayış ya da insanı doğanın sıradan bir parçası olarak gören organizmacı anlayış ontolojik anlamda insanı basitleştirmiştir. Haccac’a göre gerek liberal düşünce ve kapitalizm gerekse sosyalist düşünce ve komünizm farklı gibi görünse de aynı kaynaklardan beslendiğinden materyalist birer ütopik ideoloji haline gelmiştir. Modernitenin birer yansıması olan bu oluşumlar iddia ettiği ve/veya vadettiği gibi insanlık için daha iyi bir hayat sunamamış aksine çok daha büyük sorunların çıkmasına neden olmuştur. Asıl önemli olan ise, seküler aklın paradigmasının oluşturduğu modernite bundan başka bir yere de çıkamayacaktır. Başka bir deyişle söylemek gerekirse, insanı özgürleştirmeyi, mutluluğu, refahı, ilerlemeyi, kısacası ‘dünyada cenneti kurmayı’ vadeden modernitenin insanlık için daha büyük sorunlar ortaya çıkarması onun yanlış anlaşılmasından ya da uygulamalardaki hatalardan kaynaklanmamaktadır. Gelinen nokta modernitenin sonucundan ziyade zorunluluğudur.
Modernitenin ortaya çıkardığı sorunlu yapıya getirilen eleştiriler postmodernitenin oluşmasına yol açmıştır fakat postmodernite değerlendirildiğinde modernite için duyulan çekincelerin hemen hemen hepsinin oluştuğu görülmektedir. Dolayısıyla, moderniteden postmoderniteye geçiş sorunları çözememiş, hatta farklı bağlamlarda büyütmüştür. Jürgen Habermas’ın (1929) “modernizm; tamamlanmamış proje” şeklindeki değerlendirmesi önemli bir noktaya temas ediyor. Modernitenin yıkıcı sonuçlarına karşın bir ümit olarak ortaya çıkan postmoderniteye rağmen değişen çok fazla bir şeyin olmaması bir yana postmodernite yapısöküme tabii tutulduğunda moderniteye formunu veren seküler aklın postmodernitenin de aslını oluşturduğu görülür. Haccac Ali moderniteden postmoderniteye geçişi Bauman ve Messiri’den aldığı kavramlar aracılığıyla ortaya koyuyor. Bauman’a göre moderniteden postmoderniteye geçiş “katı modernite”den “akışkan modernite”ye geçiştir. Bu tanımlar Bauman’ın modernizm/modernite görüşlerinin birer özeti gibidir. Modernitedeki kesinlik ve katılık postmodernitede muğlaklığa ve akışkanlığa dönüşmüştür. Benzer şekilde Messiri ise bu süreci “katı rasyonel materyalizm”den “akışkan irrasyonel materyalizm”e geçiş şeklinde tanımlıyor. Messiri’ye göre modernite ile metafizikten soyutlanan Batılı paradigma tümüyle materyalist bir form kazanmıştır ve süreç her halükarda maddeci olarak devam etmektedir. Sonuç itibariyle her iki tanımda da görülen şey, modernitenin en baştan kazandığı seküler aklın postmodern denilen dönemde de devam ettiği yönündedir. Sürece sadece bizatihi sekülarizmin metafizik boyutu eklenmiştir.
Haccac Ali bu aşamalar gerçekleşmesinde -çalışmanın da temel noktası olan- metaforların önemine ve etkisine dikkat çekerek seküler aklın haritası dediği olguyu ortaya koymaya çalışıyor. Örneğin Aydınlanma bir metafordur ve çağrıştırdığı şeyler nedeniyle insanlığın ilerlemesine, gelişmesine, özgürleşmesine atıf yapmaktadır. Benzer şekilde ilerleme, gelişme, akılcılık, bilim, hümanizm, pozitivizm, ulusçuluk gibi kavramların her biri aynı amaca hizmet eden metaforlardır. Fakat gelinen noktada insanlık Aydınlanma düşüncesinin vaatlerinden ve/veya iddialarından çok uzaktadır. Değerlendirmelerinde Bauman ve Messiri’nin kavramlaştırmalarından yardım alan Haccac Ali, ortaya çıkan seküler düşüncenin dini ekarte ederek dinsel terimleri kendine içkin olarak ama eski bağlamlarıyla birlikte kullandığını ortaya koymaya çalışıyor. Mesela seküler düşünce ‘dünyada cenneti kurmak’ gibi bir misyonla insanlığın karşısına çıkıyor. Cenneti kurmak dini bir metafordur ve öteki dünyayla bağını keserek somut dünya için böyle bir söylemde bulunmak modernist aklın insanlığı nasıl etkisi altına aldığını açıkça göstermektedir. Metaforlar, insandaki metafizik/mistik/manevi alanın soyutlanarak oluşturulan modernist düşüncede yeni bir dinsel dilin varlığını ortaya koymaktadır. İnsanda içkin/aşkın olarak bulunan manevi boşluk bu şekilde doldurulmaya çalışılmaktadır. Konu hakkında Bauman ve Messiri dışında birçok düşünüre de atıflar yapan Haccac Ali, kültürel saptamanın yapılabilmesi için kavramsal haritalandırılmanın oluşturulması gerektiğinin belirtiyor. Ona göre coğrafi haritalandırmanın yeryüzünün fiziki yapısına dair işlevinin beşeri alandaki karşılığı kavramsal haritalandırmadır ve Batı düşüncesinin kavramsal haritalandırılması da moderniteyle başlayan sekülerleşme sürecinin yapısöküme uğratılarak metaforların karşılıklarının ortaya konulmasıyla gerçekleştirilebilir. Zira modernitenin kullandığı metaforlar her ne kadar soyut görünseler de ampirik değerlerle desteklenen somut birer gerçekliğe karşılık gelirler. Bu metaforlar sayesinde ontolojik anlayış epistemolojik olarak yeniden şekillendirilerek bir yanılsama oluşturulmaktadır. Dolayısıyla sekülarizm bir illüzyondur ve Batı bu illüzyon ile diğer toplumları etkilemeye çalışmaktadır. Sekülerleşen Batı diğer toplumları hatta kendi içinde sorunlu gördüğü grupları bir yandan kendisiyle özdeşleşmeye, ilerlemeye, özgürleşmeye davet ederken bir yandan da ötekileştirmeye ve tahakküm altına almaya çalışmakta, gerekirse yok etmekte beis görmemektedir. Batı’nın bu tutumu alterenatif olarak sunulan postmodern dönemde de misliyle devam etmiştir ve aynı yanılsama yine metaforlar üzerinden oluşturulmaktadır.
Çok kapsamlı bir konunun oldukça yetkin bir şekilde ele alındığı bir eser olan Seküler Aklın Haritası’nı başta sosyal bilimciler olmak üzere Batı düşüncesine ilgi duyanlar severek okuyacaktır. Gerek yapılan atıflar gerekse ufuk açıcı çıkarımları nedeniyle çalışmanın birkaç kez okunarak gerçek manada sindirilebileceğini düşünüyorum.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp