Kubbealtı Vakfı’nın kurucularından, ömrünü milli ve manevi değerlerimiz, dil ve kültürümüze hizmet için vakfetmiş, medeniyetimizin yetiştirdiği zirve şahsiyetlerden biri olan mütefekkir yazar Sâmiha Ayverdi Hanımefendi, 2013’te, vefatının 20. yılı münasebetiyle düzenlenen bir sempozyumla anılmış. İstanbul Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi ve Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın işbirliğiyle 31 Ekim 2013 tarihinde üniversitenin Yenikapı Mevlevihanesi yerleşkesinde gerçekleştirilen sempozyumda edebiyat başta olmak üzere, tarih, ilahiyat, felsefe, mimarlık ve iktisat gibi farklı disiplinlere mensup uzmanlar tarafından Sâmiha Ayverdi’nin eserleri değişik vecheleriyle değerlendirilmiş.
Kubbealtı Neşriyat 2014 yılında bu sempozyumda sunulan bildirileri Sâmiha Ayverdi’nın İstanbul’u başlığıyla kitap haline getirerek yayınlamıştır. Meydana çıkan eser, hem mütefekkir ve edebi kimliğiyle öne çıkan Ayverdi’nin eserleri hakkında genel bir fikir edinmek, hem de onun başlıca konusu olan, özelde İstanbul, genelde şehir ve medeniyet ekseninde düşüncelerinden istifade etmek bağlamında bir kazanım olmuş.
Şiirden musikiye, mimarlıktan tezyini sanatlara, bir milletin kültürünün en olgun numuneleri başşehrinde oluşur. Hem doğal güzellikleriyle hem de imparatorluklara başkentlik yapmış olmasıyla eşsiz İstanbul’u anlatan ve bu anlamda ihtisas kesbeden yazarların varlığı gayet tabidir. Ayverdi hiç kuşkusuz onlardan biri olmakla birlikte bazı hususiyetleri ile diğerlerinden ayrılır. Bu yazarların kimisi geçmişte kalan İstanbul hayatını bir nostalji havası içinde veya 19. yy’dan 20. yy’a geçişte modernleşme dönemi aydınlarından çoğunda görülen şekilde gizli bir oryantalist bakış açısıyla yapmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal ve Ayverdi’nin içinde bulunduğu diğer bir grup ise şehri yapan kültür elemanlarını zenginleştirici bir birikim olarak geçmişten bugüne aktarma yönünde farklı bir yerde dururlar. Ayverdi için bu duruş kitapta söyle izah edilmiş: “Evvel emirde belirtilmelidir ki onun eserlerinde İstanbul idealize edilen bir varlık, bir birim olarak yüceltilmez. Zaten geçmişinde yüce bir hayat tarzı ve mevcudiyet ortaya koymuş olan İstanbul’un arkasından adeta hayıflanılır. Ve bu birikimin ve birimin belirli ögeleri seçilerek alınır, günün ve sonrasının kuşaklarına ideal modeller olarak sunulur. Bu yalnızca lirik bir şehir mersiyesi ya da medhiyesi hiç değildir. Tam tersine geleceğe örnekler, gelecek nesillere modeller inşa etme çabasıdır.” (Sayfa 19 -20)
Yine başka bir açıdan bu duruş şöyle özetlenmiş: “Yazarımız sanki geçmişi, eski İstanbul’u ve İstanbulluları anlatmak değil, günümüz insanının eksiklerini, zaaflarını geçmişten uygulamalı örnekler vererek tamamlamak, gidermek ister. Toplumun yapısını sağlamlaştıran, kişiler arasındaki ilişkileri kuvvetlendiren değerlerin kaybıyla toplumun yaşadığı problemleri çözmeyi teklif eder gibidir.” (Sayfa -43)
Ayverdi, 1905 yılında Şehzadebaşı gibi İstanbul’un tam kalbinde yer alan bir semtte, aristokrat denilebilecek bir ailede hayata gözlerini açmış, uzun ve bereketli ömrünü, Şehzadebaşı- Hırka-ı Şerif ekseninde tamamlamış son Osmanlılardan biridir. Allah vergisi yazma kabiliyeti ile doğal olarak bütün incelikleriyle bildiği İstanbul’un fiziksel mekânlarını, insanlarını, mahalle hayatını, insan ilişkileri ve arkasında duran ruhu, son derece iyi nüfuz ederek tespit etmiştir. 1993’te bu dünyadan göçtüğünde arkasında akıcı bir üslup ve güzel bir Türkçe ile yazılmış 40’ın üzerinde kitaptan oluşan bir külliyat bırakmıştır.
Sâmiha Ayverdi’nin şahsiyetinin oluşmasında en önemli etkenlerden biri, belki de birincisi, hiç kuşkusuz aldığı tasavvuf terbiyesidir. Esasen onun dünyaya geldiği 20. yy’ın başında 300’den fazla dergaha ev sahipliği yapan İstanbul’da tasavvufi hayat son derece tabii ve yaygındır. Derviş olmak için erken denilebilecek bir zamanda, henüz 20’li yaşlarında mürşid-i âlîsine gönül verir. Sâmiha Ayverdi’nin ‘gönül ve sevgi kalesi’ olarak tavsif ettiği bu mübarek zat, Ken’an Rifai (Büyükaksoy) Efendi idi.
Efendi hazretlerinin terbiye halkasına dahil olan Ayverdi, fiziki olarak da ona yakın olmak gayesiyle 1935’te Hırka-ı Şerif’e taşınacak ve ölünceye kadar burada ikamet edecektir. Fakat Hırka-ı Şerif hatıraları kitaplarında, yaşadığı diğer muhitler kadar ayrıntılarıyla yer almamıştır. Bunun nedeni elimizdeki kitapta şöyle izah ediliyor: "Hırka-ı Şerif’te oturulmuş, müstesna bir tarih ve çevre şuuru ile burada doya doya yaşanılmış, ancak yazılmamıştır. Bunun sebebi nedir? Hırka-ı Şerif, kendisini ‘zaman tezgahında beraberce bez çözer, elvan elvan canfes, diba dokurduk" dediği Kenan Rifa’i Efendi’nin dergah ve konağına taşıyan Sâmiha Hanım’ı yaşarken hamuş kılmış olsa gerektir. Artık coğrafi zemin buharlaşmış, madde ve ruha dönmüştür. Ken’an Efendi ile Sâmiha Hanım arasında geçen şu soru-cevap, ihtimal ki yolumuzu aydınlatıyor:
Sâmiha Hanım: Âşığa dediler ki: Çok şehirler gezdin, hangisi daha güzeldir? Dedi ki: O şehir ki yâr oradadır.
Kenan Efendi: Evet ( bir an sükut) Ben olsam o âşığa derim ki, Onun olmadığı şehir var mı?”
(Sayfa -95)
Bundan sonra hayatına istikamet veren dervişlik Sâmiha Ayverdi’nin kaleminden alıntıyla şöyle tasvir ediliyor: “Her yolcuya, her yabancıya, her ziyaretçiye, kaynayan aşından ve gönül hoşluğundan hisse düşüren derviş, bir cemiyet fedaisi, prensipleri ve imanı ile yaşayan adamdı. Zira bir mürşide ikrar vermek demek, insan olarak taahhüt etmek mevkiinde kaldığımız vazife ve mesuliyetleri, bu dünya planında bir kez daha hatırlayıp o ezel mukavelesini yeniden imzalamamız ve mührümüzü bastığımız bu mukaveleyi de, bir ruh inzibatı içinde kendimizden safra ata ata ifa etmeye başlamamız demekti.” (Sayfa- 144)
“Sanatkar şehir”, “medeniyet şehri” diye vasıflandırdığı İstanbul, Ayverdi için bizim medeniyetimizin mahiyeti itibariyle kendini açığa vurduğu yerdi. Şehrin kuruluşunda mimarlık kadar önemli olan, bu şehrin anlamı ile bütünleşmek durumunda olan insan’ın davasıydı asıl davası. Bu anlamda İstanbul’un fethine verdiği mana insanlığa ve medeniyete açılış ve bunun temeline insanı koyuştu: “Bizim şehirlerimizde özellikle farklı ekonomik seviyeler birlikte yaşarlar. İçinde bulunulan ahenkli bütünlük, topyekun bir insanlık âleminin küçük bir numunesi gibi olmalıdır. Belki farklı inanç toplulukları birbirlerinden çok uzak olmasalar ve birbirleriyle beşeri ve insani alışveriş içinde olsalar da çoğunlukla ayrı mahallelerde yaşıyorlar. Bu şunu gösteriyor ki, farklı ekonomik ve sosyal çevreleri bir arada tutan zemin inançtır; fakat bu inanç kendi sınırları içinde diğerleri ile temasta olmayı engellemez. Bu İstanbul’un oluşturduğu Tevhid medeniyetinin başka bir göstergesidir. Hiçbir mahalle kendi içinde bir atom, diğerleriyle irtibatsız bir biçimde oluşan bir ada değildir. Tıpkı medeniyet kavramının mahiyetinde olduğu gibi, İstanbul medeniyetinin manası da bütünleştiricidir ve içinde yaşayan bütün unsurları bir şekilde himayesine alır.” (Sayfa- 151)
İslam şehirciliğinin devamı olması yanında bu anlayışın en yüksek mertebesine ulaşan İstanbul’u Türk kültür ve medeniyetinin mücessem numunesi olarak değerlendiren Sâmiha Ayverdi, hayatı boyunca kalemini insanımız için kullanırken, “Doğru dil, doğru din ve doğru tarih ve kültürün” önemini bilhassa gençlerimize telkin ederek bereketli bir ömür yaşadı.
Bu satırların yazarı da, İstanbul medeniyetinin vakur ve zarif bir temsilcisi muhterem hanımefendiyi, 1980’li yılların ortalarında bir üniversite öğrencisiyken ara sıra gittiği Kubbealtı Vakfı’ndan hatırlıyor. O yaşında, adeta ulu bir çınar gibi davası uğrunda gösterdiği gayreti hürmet ve hayranlıkla yad ediyorum. Gençliğin serkeşliği ile zat-ı alilerinden yeterince istifade edememiş olmaktan dolayı da elem duyuyorum. Sevenlerinin ifadesi ile Sâmiha annenin ruhu şad, derecâtı âlî olsun.
Kuşkusuz eserleriyle yaşıyor ve yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor kendisi. Bu sempozyum ve sonucunda oluşan Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul’u kitabı da, bu son devir mütefekkiremizin düşünce dünyası ve eserleri hakkında toplu bir fikir vermesi bakımından güzel bir hizmet olmuştur. Bu hazineden gençlerimizin istifade etmesi temennisiyle emek verip katkı sağlayanlara teşekkürler.
Yasemin Dutoğlu
twitter.com/YDutolu
* Bu yazı daha önce dunyabizim'de yayınlanmıştır.