Modern anlamda kapitalizmin Batı’da ortaya çıkışı Rönesans ve Reform hareketleri sonrasında toplumsal, siyasi ve ekonomik alandaki değişimlerle ilişkilendirilir. Bu ilişkilendirmede en önemli noktalardan biri de dindir. Söz konusu ilişkilendirmeyi Protestanlık ve Kalvenizm gibi Hıristiyanlığın ‘piyasaya’ yönelik yeniden yorumlanmasına bağlayan Weberyan görüş, sosyolojik ve siyasi bakımdan süreci anlamlandırma bağlamında önemli bir açılım sunar. Bu yeni yorumlar üzerinden zenginleşme ümidinin özgürleşme cilasıyla parlatılması yoluyla oluşturulan anlayış Kilise’nin var olan kanaat ve bağlılık doktrinini Batı dünyasından söküp atmıştır desek yanılmış olmayız. Kilise’ye karşı kazanılan zaferin meydana getirdiği yıkıcı rüzgârı arkasına alan Aydınlanma ve pozitivist bilim anlayışı kapitalist hegemonyanın başat gücünü oluşturarak Batı merkezli gelişim ve ilerlemenin ideal formunu ortaya çıkarmıştır.
Başta İslam coğrafyası olmak üzere Batı dışı toplumların Batı’nın geçtiği süreci yaşamamış olması söz konusu idealden uzak olduğu ya da ayrı kaldığı anlamına gelmiyor. Söz konusu gelişme ve ilerleme ideali uzun süredir seçim ya da talep konusu olmaktan çıkarak bir ‘mecburiyet’ haline almış durumda. Zira başlarda dayatılan bu anlayışın artık rızaya yönelik bir eğilim olduğu görülüyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra baskısını arttırarak devam ettiren bu anlayışın küreselleşme miti sayesinde en kapalı toplumlara kadar sirayet ettiğini görmek şaşırtıcı değil. Geçen süreç içerisinde bazı toplumların oluşturduğu suni kapalılığın işe yaramayarak kısa sürede dağılmış olması kendiliğinden kapalı olan toplumların vereceği tepkiyi merak ettiriyor. Şimdiye kadar iyi bir görüntü sergileyemeyen İslam coğrafyası çatışmanın en yoğun yaşandığı bölge olarak göze çarpıyor. Piyasa İslamı adlı kitap Müslümanların bu çatışmayı nasıl yaşadığını ve neye evrildiklerini anlamaya yönelik bir çalışma.
Patrick Haenni imzasını taşıyan Piyasa İslamı adlı eser Heretik Yayınları’ndan çıkmış. “İslam Suretinde Neoliberalizm” alt başlığı taşıyan ve sosyolog-siyaset bilimci Ali Yaşar Sarıbay’ın takdimiyle sunulan eseri "Türkçe Söyleyen" ise Levent Ünsaldı.
Giriş ve sonuç hariç dört bölümden oluşan eserde geçtiğimiz yüzyılın son yarısından bu yana hızlı bir dönüşüm yaşayan Müslüman toplumların yaşadığı değişim ekonomik ve siyasi olarak irdeleniyor. Çalışmada ele alınan konu özellikle Mısır, Türkiye ve Endonezya’da yaşanan siyasi ve ekonomik gelişmeler ekseninde genele yayılmaya çalışılmış. Geleneksel dini anlayışın yerini Batı değerleriyle uzlaşan ve Batı’nın kurumlarına eklemlenerek para ve güç devşirmeye çalışan bir anlayışın aldığını belirten yazar bu dönüşümün nereye varacağını açıklamaya çalışıyor.
İslamcılığı Aşmak adlı ilk bölümde gelenekselci ve militan ütopyacı İslami anlayışın değişim ve dönüşümü ele alınıyor. Buna göre artık örgütlenme biçimi devlet ve siyasi merkezli olmaktan kültürel ve dışa dönüklüğü yansıtan dinsel yaşam şekline evrilmiştir. Burjuvalaşan Müslümanlar dünyaya açılarak Batı toplumlarının ‘kompleksiz ve rahat yaşam tarzlarını’ dinsel yaşamlarının içine yerleştirmişlerdir. Bu anlayış özellikle fıkıh alanında kendini göstererek geleneğin reddettiği birçok şey artık kabul edilir hale getirmiştir. Başta müzik olmak üzere sanattan modaya, spordan eğlenceye kadar öncekilerin edep sınırları dışında tuttuğu hatta yasak (haram/günah) saydığı şeyler yaşamın birer vazgeçilmezi olmuştur. Artık Müslümanlar için çileli yaşam biçiminin yerini kendilerini mutlu eden popüler kültür ikonları almıştır.
İkinci bölümde dönüşüme uğrayan Müslüman profilinin apolitikleşerek iş hayatına yönelişinin anlatıldığı Piyasa Destekli Dinsellik başlığını taşıyor. Bu yeni tip Müslüman profili kazanımlarını ekonomik alanda elde ederek dinselliğini “rahatça” ifade etmektedir. Artık amaç, kitleleri değişmez bir katılığa ikna ederek harekete geçirmek değil hedef grupların taleplerine yönelik arz sunmaktır. Bu bağlamda İslam (ticari) kâr için araçsallıştırılarak bir pazarlama yönteminin parçası haline getirilmiştir. Geleneksel ve radikal söylem ile arası açılan bu anlayış için ‘hicret’ militan ve cihadist olmaktan çıkmış burjuva ve ticari yönelimli bir hareket olmuştur. Bu yeni anlayış küresellik ve sekülerlik kavramlarının ahlakiliği sorunsalını evrensellik adı altında etik bir forma sokarak geçiştirmeyi ve meşrulaştırmayı başarmıştır.
Kültürel çekişmenin konu edildiği üçüncü bölüm Piyasa İslamı’nın Kültür Savaşları adını taşıyor. Kendini siyasi olarak tanımlamayan yeni Müslüman profili ekonomik alandaki başarılarıyla yeni bir kimlik oluşturmaktadır. Yalnız bu yeni tipolojinin burada atladığı şey İslam’ın kapitalist ekonomiye ilişkin yasaklamalarıdır. Bu süreçleri özellikle Türkiye, Mısır ve Endonezya’nın 1980’ler ve sonrasını ele alarak değerlendiren yazar söz konusu toplumların muhafazakârlaşarak burjuvalaştığını belirtiyor. Ortaya çıkan yeni anlayışa göre İslam fakir ve cahillerin dini olmaktan çıkmalı, Müslüman kaliteli bir yaşam sürmeli, zengin, güçlü ve refah içinde olmalıdır. Bunun için de var olan tamahkâr, kaderci ve çileci yani geleneksel dini anlayış terkedilmelidir. Yazarın, Avrupa’daki Protestanlık ve Kalvenizm dönüşümüne benzettiği bu anlayış için hatırı sayılır bir literatür de oluşmuştur. Kültürel alandan siyasi alana da kayan bu tutum, üzerinde epeyce ‘bilimsel’ çalışma yapılan işletme yönetimi biçimiyle yeni İslami ütopyanın temelidir ve Müslümanlar bir anlamda Batı’nın silahı olan kapitalizme küfretmek yerine ona nüfuz ederek Batı’yı kendi silahıyla vurmalıdır. Yazar bu bölümde başlıkla ilgili olarak 1980 darbesi sonrası Türkiye’de yürütülen siyasete ağırlıklı olarak değiniyor.
Sosyal Devletin Kuyusunu Kazanlar başlığını taşıyan dördüncü bölümde yazar ‘Piyasa İslamı’ olarak tanımladığı kavramın yeni bir dini-siyasal duruşun doğmasına katkı sağladığını belirtiyor. Müslümanlar artık İslami bir devlet kurgusuyla değil masrafları en alt seviyeye çekilmiş kârlı bir şirket ideali ve bunun politik düzeydeki karşılığı minimum devlet mekanizmasıyla ilgilenmektedir. Özelleştirme politikalarından özel sektöre tanınan ayrıcalıklara kadar hem devleti hem de piyasayı yapılandıran yeni projeler sunulmaktadır. Örneğin, bazı hizmetler bürokrasi yerine daha özgür hareket edebilen sivil toplum eliyle yapılması gerektiği anlayışı geliştirilerek uygun ortam sağlanmaktadır. Bu bağlamda dini vakıf ve cemaatler kullanışlı ve önemli bir kaynak olarak değerlendirilmektedir. Yazar tüm bu uygulamaların Avrupa değerlerinden öte Amerikan muhafazakârlığının tipik bir kopyası olduğunu söylüyor.
Sonuç bölümünde Müslümanların geldiği noktanın neoliberalist görüşlerin ta kendisi olduğunu belirten yazar aslında bu durumun giderek kendine özgü biçimde dindarlaşan muhafazakâr Amerika’nın net bir yansıması olduğunu ifade ediyor. Yazara göre İslam coğrafyasındaki bu gelişmelerle birlikte ortaya çıkan yapı ABD ve İslam coğrafyasının ittifakı anlamına geliyor ve bu ittifak giderek daha fazla Müslümanı sisteme dâhil ediyor. Sonuç itibariyle din, müntesipleri tarafından araçsallaştırılarak kapitalist bir form kazandırılmış ve piyasaya eklemlenmiş oluyor.
Son yüzyıl içinde Müslümanların sosyo-ekonomik ve siyasi değişimini anlamak bağlamında önemli açılımlar sunan kitapta Müslüman toplumların uğradığı değişim ve dönüşüm ustalıkla yazıya dökülmüş. Türkiye, Mısır ve Endonezya özelinde yapılan değerlendirmede İran ve Körfez Bölgesi’ne yer verilmemesi hayıflandıran bir eksiklik diyebilirim. Bunun dışında yazarın geleneksel din anlayışı ile ilgili yaptığı değerlendirmeyi ayrıca ele almak gerektiğini düşünüyorum. Kitapta yer yer değinilen geleneksel İslami anlayışın (sanki) Batı emperyalizmine karşı koyma potansiyeli varmış ama söz konusu değişim sebebiyle bu güç ortadan kalkmış gibi bir anlam oluşuyor. Öncesi tartışılır lakin İslam coğrafyasının Batı’ya karşı varlık gösterebilme olasılığının Sanayi Devrimi’yle birlikte tamamen ortadan kalktığı su götürmez bir gerçek. Süreç içinde sadece sosyo-ekonomik ve siyasi anlamda değil (belki de en çok) entelektüel anlamda da son derece yetersiz bir yapı bulunduğunu belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla yazarın işaret ettiği değişim/dönüşüm aslında var olan geleneksel anlayışın zaaf ve eksikliklerinin doğal bir sonucu olarak değerlendirilmeli. Bu bağlamda kapalı toplum olmanın koruyucu bir güç olmaktan ziyade süreci geciktirmek dışında hiçbir işe yaramayan bir zaafa tekabül etmesi, üzerinde durulması gereken başka bir gerçek olarak ortaya çıkıyor.
Dipnot: İsmet Özel’in Esenlik Bildirisi şiirinin “Duygular paketlenmiş, tecime elverişli” dizesinden esinlenerek oluşturduğum başlık için şair ve sevenlerinin mazur görmesini isterim.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp