Hani bir sözcük yazarsınız, sonra üstünü karalayıp başka bir kelimeyi denersiniz de camdaki su damlalarının kıvrılıp gittiği incecik bir selinti oluşur. İşte böyle bir kitap Hasan Yurtoğlu’nun Pathika’sı.
Üslubundaki efendiliği koruyan, yer yer de düşünce dozunu artırarak abartısındaki samimiyetle destekleyen bir anlatımla ve ancak felsefeye rağmen felsefe yapmak kaydıyla öykücülük adına özgül bir ilerleme sağlıyor. Biçimci yanı ağır basan kitap belli sorunsallar oluşturarak parmaklarınızın arasında kayıp gidiyor. Yerellik taşıyan deyim ve benzetilerden sıkça yararlanan, bu yönüyle de tanıdık gelen öyküleri, çocukluğa dair izler taşıyan bir dağardan kendisine çeşni olarak katıyor.
İlk karşılaştığımız güçlük, kimlik bağlamında bir çözümlemeyi güç hale getiriyor. Zaman zaman yazarın özdeşlik ilişkisi içinde sunduğu, gerçek bir isimle mi yoksa çıldırmanın eşiğinden yazıya akan bir tür kara güldürüyle mi okuduğumuzu ayırt edemiyoruz.
Kitapta açlık, kimlik arayışı, etik değerler, alışveriş teorisi, yemek ve yolculuk zamanı üzerine sözünü ettiğimiz tüm bu sorunsallara dair de tikel bir yaklaşımın denendiğini söyleyebiliriz. Korkmayın, Spinoza’dan, Hegel’den, Kant’tan, Feridüddin Attar’dan yararlanıyor görünse de kitap baş etmesi zor felsefi bilgiyi lümpen aşk şarkılarının, gündelik duyumların arasına ve çizgi dışı bir serüvene aktarmada başarılı. Kimlik arayışı, bireyin aşk çıldırmasından kurtulmak için sığındığı dünya, mesleki dezenformasyona ait uçurum ve rakip gördüğü kişiye karşı etik tutum her kelimede aşkla modern dünyanın eşiğinden tahayyül etmesi hoşnutluk uyandırıcı bir karakterizasyon çiziyor sınırlarıyla…
İlk kitap Veysel Paradoksu’ndaki aynı alaycı güldürü üslûbu, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar önsözünde söylendiği gibi gümbürtülü davulunu bütün insan coğrafyasına teşmil etmeyi de kotarıyor. En tutarlı felsefi bir akıl yürütmeden birkaç sayfa içinde Türkiye’deki adsız kalabalığın devinimiyle yüklü bir parçaya denk geliveriyorsunuz. Derişik (yoğun-konsantre) bir anlatım sanırım kitabı her şeyin teorisi olarak okumaya çekiyor okuru. Doğru-yanlış, iyi-kötü üzerine Spinoza’nın söyleyebileceğinden daha az hatayla söz açabilen, hafif çatlak bir felsefe hocasının sevimliliğinde hayat bulan kendi değerini kendi biçen gözüpek bir yazarla karşı karşıyasınız.
Karakum Yayınları en arka sayfanın arkasına boş kâğıtlar bırakarak yeniden basarsa, kitaptaki sayfaları boş kitap metaforu Edgar Poe’nun çağdaşı bir kalem olarak belki o dört sayfalık mutluluk veren kitapçığı bulabilir.
Şu cümleyi rastgele alıntılıyorum:
“Yaşlı amcalar evimizi sorduklarında, ben çoktan kaybolmuş bir çocuktum.”
Kitap açısından eleştiri:
Hasan Yurtoğlu’nun ikinci kitabı Pathika, hemen söyleyeyim, ilk kitap Veysel Paradoksu'nun devamı; ancak yalnız bu ikincisini okursanız da samimiyetini hiç yitirmeyen bir yazarın sıcak anlatımıyla karşılanmış olacaksınız. Öykü, daha çok bir hayalet yazarın yazar hayaletinin izini sıcağı sıcağına yakalaması esasına dayanıyor. İyi kitaplarda arıyor olduğumuz sanılan bir yazar siluetinin hırsla bizi bir kitap yazma gayretine sürükleme olasılığı bu kitapta hızla gerçeklikle bağıntısını yitirmeyen yazar tarafından bölünüyor neyse ki. Böylece metni yazarın handiyse iç sesini duyacak kadar yakından dinliyoruz. Yani ben öyle yaptım. Kitabın beni sürüklemesine izin vermedim. Oldukça gözüpek bir bakış siyasete ve medyaya oradan da kişisel hayat yanılsamasına ışık tutuyor. En personel, girilmez yerden giriyor en impersonel eşyaya… Kitaba dair özel bir gerçekliğin yerini daima inancasıyla sınayarak. Yanlış bir sözcükten, yanlış çekirdek inanışlarına, vicdanına çağıran sesten uçuk kaçık felsefe öğreniminin değeri bilinmedik yanlarına sizi ustaca sürüklüyor. Okurun donanımına ihtiyaç duymuyor dersek yalan söylemiş oluruz. Okuru bilgilendirme görevini sıkı sıkıya etik bir sorumlulukla sürdürüyor yer yer de varılan yanlışın yergilenmesi hayıflanmasına dönüşüyor sesi. Nesne kitap bir çıkrığa dönüşmüştür ve bir çıkmazda altın bir el elinizi tutmuş gibi oluyorsunuz.
Okur açısından eleştiri:
Hayalet bir yazar olarak kendimi şaşırtma görevini üstlendiğim tuhaf gülümseme anlarında binlerce kitabın bir yerleri arasına gizlediğim yazı, tüy, çiçek karşıma tesadüfen çıktığında şaşkınlığımı ya belli edemiyorum, şaşırmıyorum ya da… Olası hayalet yazar bu kez Behçet Necatigil’in Radyo Oyunları kitabının içine gizlenmiş şiirlerle çıktı. Bunlar Necatigil’in kendi şiirleriydi benim el yazımla yazılmış. Çok şaşırdım canım yalan mı söyleyeyim. Bu şaşırmayan bene güvenilmez. Çünkü bense beklerdim ki kendime ait bir şiir çıksın. Oysa kitabın kalınlığına şaşıran ben aynı kitabın tekli formalardaki küçük versiyonuna da bir kendi kule şiirini yazamadığı hatırlatmasını not etmişti. Bütün bunlar hiç şaşırtmıyorsa kitabın arka kapak yazısı şuydu ki şu ana kadar da etkiledi: “Yolunu arayanların, bulduğu anda yitirenlerin, kendileri olamayanların hikâyelerini dinleyeceksiniz. Aşk uğruna her yaşanmışlık parçasını rastgele savuranların, yolları sonunda kendilerine çıkanların replikleri dolduracak odanızı. Seversiniz ya da hoşlanmazsınız, ama onları tanıyacaksınız. Yolda yanınızdan geçen insanların düşündüklerini, parçalanmış hayatlarını bütünleştirme çabalarını öğreneceksiniz.”. Şiirler kitabın tam da Yol Radyo oyunu arasında otel aradıkları yere yerleştirilmişti. O kitabı okurken bu kitabın etkisinden kurtulamamıştım. Hasan Yurtoğlu da Feridüddin Attar gibi bir yazarın etkisinden sıyrılarak adım adım kayboluşa ilerliyor. Sanırım kuantum evrende olduğu gibi sayısız ikiz var orda, özneden tam bağımsız olmamalarına rağmen…
Yazar açısından eleştiri:
Felsefede yeni yönelimlerden bahsedeceğim biraz: Pascal Quignard’ı hiç duymuş muydunuz? Kitabı okurken Enis Batur’la da ilişkilendirirsin bu yazdıklarını olur biter demiştim. Arka kapak yazısı şöyle devam ediyor: “bir dil ustası farklı kişilikleri sizin için sizin adınıza konuşturmuştu. Şimdi onu dinleme zamanı. Kendinizden ve çevrenizden çok şeyler bulacaksınız.”
"Bir takım hayatlar elinizde. Herkes kendi repliğini seçecektir kuşkusuz. Benim üzüntüm kitabın fişidir. 1.700.000 yazıyor ya işte ona sarılıp parmağımı emmektir. Sıkı bürokrasinin içinden yalnızca yazarlık heyecanıyla beni çekip kurtaran kitabın çok başarılı arka kapak yazısıdır. Başlıklar ne kadar etkiliyse arka kapak yazıları da o derece kurtarıcı rol üstleniyor kitaplarda. Salim bir kıyıya yanaşan bir denizci gibi söylersek parçaların bütüne irca ettiği o yerde duyulur bu nameler.”
Yazarın şiirleri de olduğunu unutulmaz bir utangaçlık kisvesi altında onları herkesten gizlediğini mahcubiyetinin altında bu şiirin öbeklendiği utanç çemberinde okuyorsunuz daha çok.
Hüve Hiye Hüme
Huvva hiyya humma
Huvva hiyya humma
Huvva hiyya humma
Ben kendim geldim
Kendim kendim geldim
Ben kendim geldim
Kendim kendim geldim
Ben eleştiri yazısı yazamıyorum. Bu kitabı okumalısınız diyorum yalnız.
Gökhan Ünen