Ne oldu da kozmetik diye bir sektörün doğmasına sebep olduk bilmiyorum. Mutlu görünen mutsuzlar sürüsü olmamıza sebep olan, bizi sabah evden çıkarken saçımıza jöle sürmeye mecbur bırakan devre yazıklar olsun...
Dış görünüşün büsbütün önemli olduğu bu fondöten çağında insanların mâneviyat, inanç, gönül, muhabbet gibi kavramlara ilgili olmasını beklemek, istisnalar hariç, körden beyazı tarif etmesini beklemekten farksız. Ne yazık, kozmetik çağı bizleri boktan birer mekanizmaya dönüştürdü.
Bu halden muzdariplerin, çağı Necatigil gibi "çok çiğ çağ" bulanların hayatında gönlü muhabbetle çağlayanların yazdığı kitaplar çok önemli bir yer tutuyor. Eskazâ, ruhları birazcık daralsa bu metinlerin şifalı sayfalarına bırakıveriyorlar kendilerini.
İşte "O ve Ben" o metinlerden biri. Yarı ömrünü, içindeki noksanlığı bulmaya adamış birinin samimiyetle yazılmış otobiyografisi. Öyle ki, Üstâd'ın siyah ve beyaz gibi ikiye ayırdığı yaşamına hevesle ortak oluveriyorsunuz.
Kitabın adının 'Ben ve O' değilde 'O ve Ben' olmasının sırrını ancak kitabı bitirdiğinizde anlayabiliyorsunuz. Bu isim Necip Fazıl'ın yaşamının yarısından itibaren katettiği yolun ulvîliğini gösteriyor bizlere. Onlarca yenilgiden sonra gelen zaferin sancağıymışçasına...
O. Abdulhâkim Arvâsi Hazretleri. Allah'ın azametini "Ne ki O sanılır, O'na peçedir" cümlesiyle, olması gereken en net biçimde anlatan velî.
Ben. Necip Fazıl Kısakürek. O'nu tanıdığı günü kendine mîlat belleyen, "Resûl'e Allah dememek şartı ile ne denilse az" diyen, "Her şey o kadar yok ki, yalnız Allah var; Allah öyle var ki, kendisinden başka hiçbir şey yok!" diyen usta, üstâd.
Kendi deyimiyle "meselesiz kafalarla" geçen otuz yıldan sonra kendisine bir kılavuz aramak, hattâ bir kılavuza ihtiyacı olduğu idrâkine ulaşmak Üstâd'ı etrafındaki kuru kalabalığı yeniden sorgulamaya sevk etti. Hatta bu kalabalıktan öyle sözler duydu ki, işittikleri O'na daha fazla yakınlık duymasına sebep oldu.
"Ne örümcek, ne füsûn;
Kâbe Arabın olsun,
Çankaya bize yeter!"
Mürşîd eşiğinden içeri göz kırpışından sonra büsbütün tadı kaçan bu eski dostluklarla ilgili şunları yazdı:
"Türkiye'nin en büyük şairi bilinirken Müslümanlıktan başka gâye tanımayışım meydana çıkınca benden teker teker el çekenlerle bir hizada pörsüyen, tekrar canlanan ve aynı gâyede buluşuyormuşuz hissi veren; yine çatlayıp kuruyan ve öylece kalan mahzun bir dostluk..."
Necip Fâzıl, bohem hayatın karanlıklarından "Allah, sırrını emînine verir; bilen söylemez, söyleyen bilmez"e uzanan yetmiş dokuz yıla, tesiri asırlara uzanacak mücadeleler sığdırdı.
O ve Ben, bu mücadelenin en keskin virajına şahitlik etmek isteyenlerin ilk uğrak yeri niteliğinde.
Ancak üzülerek belirteyim; o yere makyajsız giriliyor…
Ufuk Sarımehmetoğlu
twitter.com/usarimehmetoglu