Nazım Hikmet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nazım Hikmet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Şubat 2018 Çarşamba

Bir baba, bir dost: Nâzım Hikmet'i daha iyi anlamak

“Babanın rolü yüz öğretmeninkine bedeldir."
- George Herbert

Edebiyat dünyası, çocukluğunda veya yetişkinliğinde babasıyla türlü problemler yaşayan yazarlarla doludur. Franz Kafka, Cemal Süreya, Dostoyevski bir çırpıda sayabileceğimiz isimlerdendir. Bu problemlerin başında farklı dünya görüşleri, siyasi ayrımlar, dinî farklılaşmalar gelebilir fakat bu anlaşmazlıklardan çok iyi eserler de çıkmıştır.

Nâzım Hikmet’in Memet Fuat’a cezaevinden yazdığı mektuplardan gördüğümüz ise daha farklı bir baba oğul ilişkisinin olduğudur. Sadece Nâzım Hikmet’in yazdıklarını okuyabilsek de, Memet Fuat’ın da babasına karşı bir sevgisinin olduğunu hissedebiliyoruz. Memet Fuat Nâzım Hikmet’in öz oğlu olmasa dahi karşılıklı ve sağlıklı bu baba oğul ilişkisi, örnek alınabilecek bir baba oğul iletişimi de sunuyor bizlere. Üstelik, Nâzım’ın, Memet Fuat’ın annesi Piraye’yi aldatmasına rağmen, Fuat’ın Nâzım’la iletişimini kesmemesi de aralarındaki bağın kuvvetli olduğunu gösteriyor. Tabii ki bu duruma herkes aynı tepkiyi vermez, ekstrem bir durumdur ancak kuvvetli bir bağ olduğunu da inkâr edemeyiz.

Sözcükler Yayınları’ndan ilk basımı 2016 yılında yapılan “Cezaevinden Memet Fuat’a Mektuplar” kitabı, asıl ilk baskısını 1968’de Memet Fuat’ın sahibi olduğu de Yayınevi’nden yapmıştır. 150 sayfadan oluşan kitap, 1943-1950 yılları arasında Bursa cezaevinde bulunan Nâzım Hikmet tarafından oğluna yazılan, uzunlukları birbirinden farklı 53 mektuptan ve bu mektuplarda isimleri geçen bazı şiirlerin kitabın sonuna eklenmesinden oluşuyor.

Kitabın ilk yayımcısı Memet Fuat, kitabın başındaki “Birkaç Söz” adlı yazısında, mektuplarda kırıcı olmasın diye çıkarılan bir iki cümlenin, bir iki adın ötesinde herhangi bir değişiklik olmadığını söylüyor. Daha önce İthaki Yayınları’ndan neşredilen Nâzım Hikmet’in yazdığı “Kemal Tahir’e Mapushaneden Mektuplar” adlı eserde, hem hiç değişiklik olmamıştı hem de mektuplar nasıl yazıldıysa o şekilde basılmıştı. Bu sebeple birçok harf hatası dahi görüyorduk. Bu tür eserlerde yapılan değişiklikleri pek olumlu göremesem de, kitabın değeri olduğu yerinde duruyor. En önemli Türk şairlerinden biri olan Nâzım Hikmet’in, öz oğlu olmadığı halde nasıl bir sahiplenmeyle Memet Fuat’a mektuplar yazdığını bu kitap ve Memet Fuat olmasaydı öğrenemeyecektik.

Mektupları okurken ön planda hissedilen ilk şey sevgi ve bunun hemen yanında edebiyattır. Kendisi de bir edebiyatçı olan Memet Fuat’ı teşvik eden, yol gösteren, eserlerindeki hataları düzelten kişi büyük şair Nâzım Hikmet’tir. Memet Fuat’ın da şansı Nâzım’ın oğlu olmasıdır. Bursa cezaevinden Kemal Tahir ve Orhan Kemal gibi iki romancı yetiştiren Nâzım Hikmet, aynı zamanda oğlunu da yetiştirmiştir. Bu açıdan baktığımızda ‘verimli hapishane yılları’ gibi görünse de, eğer dışarıda olsaydı neler olabileceğini tahmin etmek zor değil. Zaten kendi de Memet Fuat’a sürekli, hapishaneden ancak bu kadar yardım edebildiğini ve dışarıda olsaydı çok daha iyi işler yapabileceklerini söylüyor.

Nâzım oğluna her zaman sevgi sözcükleriyle ve cümleleriyle yaklaşıyor. Memo dediği oğluna, büyük aşkı Piraye’ye duyduğu sevginin hemen yanında yer veriyor: “Dünyada en çok sevdiğim insanlardan biri anandır ve senin sevgin hemen bunun yanındadır ve ondan ayrılmaz.” “Sana oğlum derken içimin nasıl saadetle dolduğunu henüz kestiremeyecek kadar gençsin.

Kitap 93. sayfaya ve 34. mektuba kadar edebiyat ve hayat ekseninde dönüyor. Edebiyat açısından Nâzım’ın özel bir hayranlık beslediği Gorki, Şolohov, Balzac, Zola gibi isimler yer buluyor. Bu isimlerin mutlaka okunması gerektiğini oğluna söyleyen Nâzım Hikmet, bu yazarlarla ilgili tespitleri de ona yazıyor. İlk mektupla son mektup arasında yedi yıl var. Bu süreç, Memet Fuat’ın 17-24 yaş arasına denk geliyor. Yani yazı hayatına yeni yeni başladığı yıllar. Bu açıdan onun yazı hayatının temelini Nâzım Hikmet ve onun önerdiği yazarların belirlediğini söyleyebiliriz. Burada Nâzım’ın ilginç tespitlerinin de bulunduğunu ve birçok kişinin bu tespitlere katılmayacağını söyleyebiliriz. Özellikle dünya yazınında önemli yerde bulunan Andre Gide ve Proust hakkında dediklerine birçok kişi katılmayacaktır:

Romanı, hikâyeyi boş bir gevezelik, ukalalık doldurmak sanalar mütereddilerdir. Bilhassa bu son harpten önceki kısır Fransız romanının tesiri altında kalanlardır. Halbuki yine bu harpten önce hiç de kısır olmayan bir Fransız romanı vardı ki –onun en iyi mümessillerinden biri Andre Malraux’dur (Andre Maurois değil) ve dilimize çevrilmiş İnsanlığın Hali diye bir de kitabı vardır ve okumanı tavsiye ederim –işte bu verimli romancılığı değil de, Andre Gide’lerin, Prosut’ların filan hazım zamanları gevezeliğini okuyanlar ve onun tesiri altında kalanlar elbette ki sana o yanlış sözü söylerler.

İkili arasındaki mektuplardan hayat hakkında çıkarımlar da yapabiliyoruz. İstemediği bir tercümeyi parasız kaldığı için yapmak zorunda kalan Nâzım Hikmet, aslında hemen hemen 70 yıl öncesinden teknoloji çağındaki insanın durumunu da görüyor ve istemediği işlerde çalışanların varlığından bahsediyor. “Ne yaparsın, bugünkü dünyada insanların büyük bir çoğunluğu sevmediği işleri yaparak hayatlarını kazanmak zorundadırlar” diyerek oğlunun böyle bir durumda kalmamasını temenni ediyor. Mektupların hemen birçoğundan Nâzım Hikmet’in Memet Fuat’ı düzgün, onurlu ve iyi bir edebiyatçı olarak yetiştirme telâşında olduğunu görüyoruz. Bu, onu tenkit ederken de överken de mektuplara yansıyor. Muhtemelen bunu en iyi anlayan kişi Memet Fuat olmuştur.

Nâzım Hikmet’in, Kemal Tahir’e yazdığı mektuplarda siyasetin daha çok konuşulduğunu ve edebî konuların seviyesinin daha yüksek olduğunu okuyanlar görecektir. Oğluna yazdığı mektuplarda ise siyaset neredeyse hiç yok ve edebî konular daha açık ve seviyesi biraz daha düşük olarak tartışılmış. Bunun böyle olması da gayet doğal aslında. Fakat her iki durumda da Nâzım Hikmet’in edebiyata verdiği yoğun önemi fark edebiliyoruz. ‘Kurtuluş edebiyatta’ ilkesiyle hareket ediyor Nâzım ve bunun için sadece kendi yazdıklarına değil çevresinde bu işlerle uğraşan birçok kişiye yardım etme telâşına giriyor.

Kitabın 93. sayfasından sonra mektupların konuları biraz değişiyor. Piraye’yi dayısının kızı Münevver Berk’e âşık olarak aldatan Nâzım Hikmet, Münevver’in de kocasına dönmesiyle iyice yalnız kalıyor. Tabii bu süreçten sonra Piraye de Nâzım’a mektup yazmayı kesiyor ve Nâzım Hikmet’in oğluna yazdığı mektupların çoğunda Piraye’den haber alma telâşı başlıyor. Kendini, yaptığı şeyden dolayı “Bir an önce gebermeyi isteyecek kadar kendi kendimden iğreniyorum ve kendime karşı, fert insan olarak kendime karşı en ufak bir saygım kalmadı” ve “Ben dünyanın en iyi, en yiğit, en namuslu insanını, annemizi arkadan bıçaklamış, bunu yaparken de sırf kendi belden aşağısının zebunu olmuş, iradesiz domuzun biriyim” şeklinde tanımlıyor. Ara ara edebiyattan, Memet Fuat’ın edebî hayatından, hikâyelerinden konuşsalar da aslında tek isteği Piraye’yle barışmak olan Nâzım Hikmet’in çaresizliği mektuplarda net şekilde mevcut. Şaşırtıcı olan ise Memet Fuat’ın, annesini aldatan Nâzım Hikmet’le iletişimini devam ettirmesi. Birçok kişi için vicdan sorgulaması yaptıracak bu durumda keşke Memet Fuat’ın neler düşündüğünü öğrenebilseydik.

İlk mektuplarda daha çok bir baba oğul mektuplaşmasını görürken son mektuplara yaklaştıkça iki edebiyatçının mektuplarına şahit oluyoruz. Mektuplarda sıkça karşılaştığımız magazinsel durumlara bu mektuplarda çok rastlamıyoruz ve en azından 93. sayfaya kadar daha yoğun edebiyat ve hayat temalı yazılar okuyoruz. Bunları Nâzım Hikmet’in yazmış olması tabii ki değerini artırıyor bu mektupların. Şairin Piraye, K. Tahir ve oğluna yazdığı mektupları aslında bir bütün olarak okumak gerekiyor. Bunları okuduğumuzda bir eş olarak, bir baba olarak ve bir dost olarak şair Nâzım Hikmet’i daha iyi anlayabiliriz. Zaten bir insanı mektup ve hatıratlarından başka en iyi nasıl tanıyabiliriz ki?

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

19 Kasım 2017 Pazar

İki usta, çok mektup

"Mapusanelerde ışığıydı hürriyetimin
ekmeğimin katığıydı sürgünde
her biten akşamdaydı, her başlayan günde;
ulu kurtuluş düşü memleketimin."
- Nazım Hikmet, Niyazalant Sömürgesi

Mektup yazmanın samimiyetine inanıyorum; cıvık, mektup yazma üzerine olan nostaljiye ise inanmıyorum.

Mektupla küçükken tanıştım. Aslında, daha o zamanlarda mektup yazmak diye bir şey kalmamıştı; fakat mektubun verdiği samimiyeti fark edebilmiştim. Ben ki; Selimiye’ye girerken caminin heybetiyle birlikte, bu kapıdan Mimar Sinan da girmişti, diye düşünüp hislenen biriyim. Mektup konusunda da böyle düşünmem normal aslında. Mektup aldığım kişinin, benim önümdeki kâğıda dokunmuş olması, o kâğıtla bir süre de olsa hemhâl olmasıdır bana mektubu sevdiren. Tıpkı Mimar Sinan’la farklı yüzyıllarda da olsa aynı kapıdan geçmek gibi. (Burada; “asıl mesele onlar gibi olmakta”, gibi beylik lafları dikkate almıyorum.)

Yazarların, şairlerin velhasıl sanatçıların birbirleriyle mektuplaşmaları edebiyatımız için büyük bir kazançtır. Konuşulanların hâl-hatır sorma, havadis verme meselelerinden sonra edebi, siyasi ve sosyal meselelere gelmesi biz okurlar için büyük şans. Çünkü, özellikle günümüzde ortalıkta dolanan bilgiler içinden doğruyu seçme gayreti zor bir şey. Yığınlara kapılıp gidersek birçok şeyi kaçırabiliriz; fakat okursak, doğru bilgiyi edinme şansımız oldukça yüksek. Örneğin; Nâzım Hikmet’i hâlâ vatan haini olarak gören, “gomunist” diyerek onu aşağıladığını düşünen eski ve yeni kuşaklara Nâzım’ı anlatmak yerine mektuplarını okutmak (en azından belli kısımları) daha doğru bir değerlendirme yapılmasına olanak sağlayabilir. Tabii ki; Necip Fazıl gerici yobaz, İsmet Özel faşist, Nâzım Hikmet komünist, vatan haini diye direten bazı gözü kapalı, üstelik kendini okuryazar tayfasından gören zevatları işin içine katmıyorum.

Yazarların en iyi şekilde, yazdıklarının bütün hâlinde okunmasıyla tanınabileceğini düşünüyorum ve bunun için de en iyi türün mektup ve hatırat olduğuna inanıyorum. Başlarda dediğim samimiyet bahsi burada devreye giriyor. Bir insanın sürekli devam eden mektuplarında samimi olmayacağına inanmıyorum. (keza hatıratlarında da) Belki hapishanedekiler için istisna bir durum olabilir: Mektupları hapishane yönetimince okunduğu için karşısındakine demek istediklerini daha kapalı anlatabilir; fakat bu bile samimiyet bahsini ortadan kaldırmaz.

Nâzım Hikmet ve Kemal Tahir: Türk Edebiyatı’nın en önemli şair ve yazarlarından olan bu ikilinin Nâzım Hikmet tarafından yazılan mektuplarını, Kemal Tahir yayımladı. Daha önce farklı yayınevlerinden neşredilen kitap en son İthaki Yayınları etiketiyle okura sunuldu. Bu ikiliye edebiyatımız için özellikle önem gösteren benim gibi okurlar için, bu mektuplar bulunmaz bir kaynak. Hayıflanmam, Kemal Tahir’in mektuplarını okuyamadığımıza. Keşke İsmet Özel ve Ataol Behramoğlu’nda olduğu gibi, iki taraflı tanık olabilseydik aralarındaki konuşmalara.

Kemal Tahir’e Mapushaneden Mektuplar” Nâzım Hikmet’in Bursa cezaevinden Çankırı, Çorum, Malatya ve Nevşehir’deki cezaevlerinde bulunan Kemal Tahir’e gönderdiği, ilki 05.12.1940, sonuncusu 25.04.1950 tarihli 234 adet mektup ve telgraftan oluşuyor. Fakat bunlar, ikili arasında gidip gelen mektuplar olmasına rağmen, mektuplarda Raşid Kemalî (Orhan Kemal) ve Piraye de eksik olmuyor. Orhan Kemal, bir dönem Nâzım’ın yanında kaldığı ve okuryazar kesimden olduğu için (ya da o ortama yeni giriyor olduğu için) Nâzım Hikmet’in dikkatini bolca çekiyor ve Kemal Tahir’e Nâzım Hikmet tarafından sık sık övülüyor. Piraye ise, zaten bilmeyen yoktur, Nâzım’ın büyük aşkı. Fakat ben Piraye ve Kemal Tahir’in de bir dost, bir abla kardeş olduklarını bu mektuplar sayesinde öğrendim. Hatta yine İthaki’den neşredilen “Kemal Tahir’den Piraye’ye Mektuplar” adlı bir kitap olduğunun da farkına vardım.

Mektuplardan, bu ikilinin hâlet-i ruhiyelerini, günlük yaşamlarını, uğraşlarını, kişilik özelliklerini, düşüncelerini öğrendiğimiz gibi, devrin siyasi, içtimai, ekonomik vb. birçok özelliğini, hapishane hayatını, kurumların işleyişlerini, Anadolu insanını da öğrenebiliyoruz. Tabii ki Nâzım Hikmet tarafından daha çok tanıklık etsek de, Nâzım’ın yazdıklarından Kemal Tahir ve fikirleri açısından çıkarım yapmak da pek zor olmuyor. Bunların dışında, bu ikilinin edebi dozu yüksek konuşmaları, birbirlerinin eserleri hakkındaki övgü ve tenkitleri mektupların başından sonuna kadar devam ediyor. Sadece Türk Edebiyatı’ndan değil, dünya edebiyatından da önemli kişilerin bu mektuplarda yer alması birçok durumu kavramamız için bir ışık yakıyor. Kısaca bu mektuplarda; Hikmet Kıvılcımlı, Sait Faik, Maksim Gorki, Tolstoy, bolca Fransız romanı ve romancısı ve birçok yazar, şair ismi de geçiyor.

Kitap, Kemal Tahir’in ön sözüyle başlıyor. Tahir burada, bu mektupları yayımlamaya niçin karar verdiğinden bahsediyor ve okurlara bir öneri veriyor:

Okumanıza sunduğumuz bu mektuplar, her şeyden önce, bu boşluktaki yerlerini dolduracaklardır. Bugün yayımlanmalarının nedeni de, Moskova’da kurulan ‘Nazım Hikmet Arşivi’nin gerek çevirip yayımlamak, gerekse şairin sanatı üstünde inceleme yapmak isteyenlerin çalışmalarını sağlamak için mektupları fotokopyalarını istemesidir. Böyle bir isteği uzun boylu karşılıksız bırakmak Nâzım Hikmet’in kendisi ve edebiyat tarihimiz için haksızlık olurdu. Öte yandan, bir Türk Şairinin bir Türk romancısına yazdığı mektupların Türkçeden önce, başka bir dilde –bu dil, şairimize büyük dostluk göstermekle edebiyatımıza da değer vermiş hatırnaz bir komşu memleketin diliyle de olsa- yayımlanmasını doğru bulmadım.

Mektupları okurken –hele genç kuşaklar- şu noktaları göz önünde tutmalıdır: Bunlar, bir mapushaneden bir başka mapushaneye gönderildi. Yazıldıkları sıra, içerde, tek parti idaresi, dışarda, tarihin örneğini görmediği kanlı bir dünya savaşı, var kıyıcılığıyla sürüyordu.”. Görüldüğü gibi, Moskova’nın böyle bir isteği olmasa, biz belki de bu mektupları hiç okuyamayacaktık.

Nâzım Hikmet’i hiç okumadan onun vatanını, milletini, insanlarını sevmeyen bir şair olduğunu iddia edenler, onun hakkında birçok şeyi aslında şiirlerinde bulabileceklerdir. Şiirlerini okumasalar bile Kemal Tahir’e yazdığı mektupları okumak bile şairin vatan sevgisini anlamaya fazlasıyla yetecektir. Nâzım, kendisinin değil, asıl onu hapishaneye tıkanların vatanını sevmediklerini Kemal Tahir’e her fırsatta yazmıştır. Uyduruk nedenlerle hapse atılan şair, bu hâlde bile vatana hizmet etmekten geri kalmamış, ağır hapishane şartlarında iki büyük romancı -Orhan Kemal ve Kemal Tahir- kazandırmıştır bu topraklara. Üstelik birçok mektubunda, Tahir’i teşvik ederek, destekleyerek, hiçbir zaman çalışma azmini kaybetmemesini öğütlemiş, daima Türk Milleti ve Türkiye için çalışmaları gerektiğini tekrarlamıştır. Ayrıca böyle düşünmeyen münevverleri de eleştirmekten geri durmamıştır:

Memleketimiz, halkımız, dünyamız ve insanlarımız için en güzel şiirlerimizi en güzel hikâyelerimizi yazacağız… Rahatlığımızdan, şahsi emniyetimizden yüzümüz kızaracak, dehşetli azap duyacağız, fakat Türk halkına ve dünyamızın insanlarına söyleyebileceklerimizin en güzelini söyleyeceğiz.

Sayın münevverlerimiz arasında her şeyden önce Türk halkının ve yurdunun sahici menfaatlarını düşünmek ve bu sahici menfaatların mahiyetini tayin etmek bahis mevzuu olduğunu düşünen insanlar parmakla sayılacak kadar azdır.

Vatanını ve inşalarını çok seven şair, Tahir’e zaman zaman sitem etmekten de geri durmamıştır. Mektuplarında, hapiste olmasını kabul edemediğini söyleyen, bu durumu sık sık eleştiren şair, vatanını seven insanlar olarak, gördükleri muameleyi hazmedemediğini de yazmıştır:

Sana gayet enteresan bir haber vereyim: Ankara’da biri Alaman, biri Macar iki casus varmış. On beşer yıl ceza giymişler. Ama cezalarını Bahçelievler mahallesinde kiraladıkları bir hususi evde, bir gardiyan ve bir jandarma refakatinde ve çoluk çocukları, ahbap ve arkadaşlarıyla geçiriyorlarmış. Ne âlâ memleket. Casuslar cezalarını bahçeli evlerde çekerler; sonra bizler, yurtlarını ve halklarını en çok seven insanlar hapishane hapishane sürünürüz.

Nâzım Hikmet, hapishanede olduğu yıllarda, genelde çalışkanlığını sürdürmüştür. Sadece edebî anlamda değil; resimler çizmiş, dokuma makinesini işletmiş, bazı el eşyaları alıp satmış; bunlardan başka, çeviriler yapmış, böylece hem Piraye’ye hem Tahir’e az da olsa, devamlı sayılabilecek şekilde para göndermiştir. Edebî anlamda ise; birçok şiir yazmıştır. Örneğin, o ünlü 21-22 şiirleri bu dönemin ürünüdür. Ayrıca mektuplar boyunca, Nâzım’ın en önemli kitaplarından olan “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitabının fikrinin nasıl doğduğunun, nasıl geliştiğinin, nasıl sonlandırılmaya çalışıldığının izleğini sürebiliyoruz. Kemal Tahir açısından da hem “Sağırdere”nin hem de birçok öykünün ne şartlarda yazıldığının tanığı oluyoruz. Fakat bu üretken dönem zaman zaman öfke ve ümitsizliğe de dönmüştür. Nazım Hikmet, bir mektubunda bu durumdan şöyle bahseder Tahir’e:

Zaman oluyor ki dünyaya tek bir mitralyöz kurşunu olarak gelmediğime kızıyorum. Kurşun olmak, bu gördüğüm heybetli rüya içinde, şair olmaktan çok daha faydalı, hatta ne bileyim beton bir istihkamın bir çivisi olmak ve hiç olmazsa hayata, realiteye böyle cansız fakat hapisteki şairden çok aktif bir madde olarak karışmak, onun üzerinde müessir olmak.

Edebî mektuplarında çağın sanatının eksiklerini ve yanlışlarını da belirten Nâzım Hikmet, çağdan kopuk bir sanat anlayışını eleştirmiş, bunları söylerken Avrupa’da ortaya çıkan varoluşçuluğa da çatmıştır. Nâzım’a göre sanatçı, bu çağın bütününü ya da bir kısmını eserlerinde aksettirdiği müddetçe vardır.

Kemal Tahir’e Mapushaneden Mektuplar” bir dönemin önemli bölümünü anlatması bakımından çok kıymetli. Hem edebî hem sosyal hem de magazinel olarak birçok şeyi öğrenebileceğimiz, Nâzım’ın, Tahir’in, Piraye’nin, Orhan Kemal’in ve daha birçok kişinin hem düşüncelerine hem kişiliklerine tanık olabileceğimiz, zaman zaman II. Dünya Savaşı’nın, çok ayrıntılı olmasa da, izini sürebileceğimiz bir kitap. Örneğin Kemal Tahir’in çok iyi şiirler de yazabildiğinden fakat sürekli yazmadığından N.Hikmet şöyle şikâyet ediyor:

Kemal, şiirin çok güzeldi. Şiir yazmamakla eşeklik –affedersin- ediyorsun."

Kitabın önemli gördüğüm özelliklerinden biri, nadir de olsa iki ustanın birbirlerine gönderdikleri fotoğraflara yer verilmesinin yanında, imlâ ve noktalamanın Nâzım Hikmet nasıl kullanmışsa o şekilde kitapta yer alıyor olması. Bu sebeple Nâzım’ın dili nasıl kullandığına da tanıklık etmiş oluyoruz. (İpucu vereyim, şair bol bol imlâ ve noktalama hatası yapıyor.)

Yazının başında mektubun öneminden bahsetmeye çalışmıştım. Şu anda mektup belki çok gereksiz görülüyor fakat mektup olmasaydı da böyle bir eser bize ulaşmayacaktı. Evet, ünlü ve büyük yazarlar mektuplaşsınlar demiyorum ama bundan sonra böyle eserler okuyamayacağımızı da kabul ediyorum. Yoksa ileride “A’dan B’ye e-mailler” gibi eserler mi göreceğiz?

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

9 Mayıs 2013 Perşembe

Bir tahta bavul içinde saklanmış mektupları okumak isteyenlere

"Nâzım’ın, 1933’ ten 1950’ ye kadar, on yedi yıl boyunca, çeşitli cezaevlerinden kendisine yazdığı mektupları, Piraye bir tahta bavulda saklardı. Ceviz ağacından yapılmış, 41 x 26 x 14 cm boyutlarında küçük bir tahta bavul. Küçük olduğu için, belki "çanta" demek daha doğru. Bu ceviz çantayı ona Nâzım sanırım Çankırı Cezaevindeyken yapmıştı.”

Piraye’nin küçük tahta çantada sakladığı mektupları oğlu Memet Fuat derlemiş, toplamış, kitaplaştırmış. Ne iyi yapmış! İnsan mektupları okurken, Nazım’ın aklından, kalbinden geçenlerin arasında dolaşıyor sanki… Ve her satırda Nazım’ın Piraye’ye duyduğu derin aşk çarpıyor okuyanın yüzüne.

"Seni nasıl seviyorum biliyor musun? Ot yağmuru nasıl severse, ayna ışığı nasıl severse, balık suyu ve insan ekmeği nasıl severse, sarhoşun şarabı, şarabın billur kadehi sevdiği gibi, annenin çocukları, çocukların anneleri sevdikleri gibi, Lenin’in inkılâbı ve inkılâbın Marx’ı sevdiği kadar, velhasıl seni Nazım Hikmet’in Hatice Zekiye Pirayende Piraye’yi sevmesi gibi seviyorum."

Hapishanede mektuplar bekleyişini anlatıyor Nazım, şiirler yazıyor:

"Bulutlar geçiyor: haberlerle yüklü, ağır.
Buruşuyor hâlâ gelmeyen mektup avucumda.
Yürek kirpiklerin ucunda
Uzayıp giden toprak uğurlanır.
Benim bağırasım gelir : - "Pîrâye,
Pîrâye !.." - diye..."

Nazım, hapishane hayatından, gündelik telaşlarından bahsediyor sık sık; neler yaptığından, neler yapmak istediğinden, neleri yapamamanın acısını çektiğinden…

"Bizi esir ettiler. Bizi hapse attılar. Beni duvarların içinde, seni duvarların dışında."

Mektupları okurken Nazım’la Piraye’nin aşkının ötesinde, dönemin siyasi havasını da okuyorsunuz. Nazım’ın hayatının, yaşadıklarının şiirine nasıl yansıdığını görüyorsunuz apaçık. Ve en çok da, mektupları okurken, Piraye kadar sevilmiş bir kadın olmak istiyorsunuz…

"Bu geç vakit
Bu sonbahar gecesinde
Kelimelerinle doluyum;
Zaman gibi, madde gibi ebedî,
Göz gibi çıplak,
El gibi ağır
Ve yıldızlar gibi pırıl pırıl
Kelimeler.
Kelimelerin geldiler bana,
Yüreğinden, kafandan, etindendiler.
Kelimelerin getirdiler seni,
Onlar : ana,
Onlar : kadın
Ve yoldaş olan...
Mahzundular, acıydılar, sevinçli, umutlu, kahramandılar,
Kelimelerin insandılar..."

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

13 Eylül 2012 Perşembe

Hasretten ve derin duygulardan uzak olanlara

Dedesi şair Nâzım Paşa'nın etkisiyle şiire ilgi duyar Nâzım Hikmet. Henüz 17 yaşında ilk şiiri basılır. Sonrasında iyice şiire yoğunlaşır. Şiirlerine, özellikle şairin kalbini fersah fersah derinleştiren konular hakimdir. Aşk, hasret, memleket özlemi, istiklal savaşı, anadolu, baskı ve elbette sosyalizm.

"Yaşarsın karıcığım,
Kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda;
Yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı
En fazla bir yıl sürer
Yirminci asırlılarda
Ölüm acısı."

Nâzım Hikmet hakkında her zaman süren siyasi tartışmalara, zamanında Cemal Süreya bir yorum getirmiştir. Şöyledir:

"Şimdilerde Nâzım Hikmet’i değerlendiren iki aşırı uç belirmiş bulunuyor: kimi yazar onu dünyanın en büyük şairi olarak anarken, kimi yazar da sadece siyasal bir bildirinin taşıyıcısı olarak görmek istiyor. Kuşkusuz bu iki ucun ikisi de siyasal bir tavırdan çıkıyor. Hele sosyalizme karşı olanların Nâzım Hikmet’in üstünü çizerken ileri sürdükleri kanıtlar bütünüyle şiir dışı şeyler. Bununla birlikte Nâzım Hikmet’i tapınılacak bir şair olarak görmeyi istemek de, sanırım, önce gerçekçilik açısından, onun anısına hayınlık etmek olacaktır."

Güneşi İçenlerin Türküsü, Karıma Mektup, Kuvâyi Milliye, Türk Köylüsü, Yaşamaya Dair, Memleketimden İnsan Manzaraları, Hapiste Yatacak Olana Bazı Öğütler, Memet, Mavi Liman, Henüz Vakit Varken Gülüm ve Şehitler adlı şiirleri adeta efsaneleşmiştir. Nâzım Hikmet, "Otobiyografi" adlı şiiriye kendini özetlemiş, ölümünden 2 yıl önce Doğu Berlin'de yazdığı bu şiirde son sözlerini şöyle söylemiştir:

"Sözün kısası yoldaşlar
Bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
İnsanca yaşadım diyebilirim
Ve daha ne kadar yaşarım
Başımdan neler geçer daha
Kim bilir."


Ayrıca bu şiirindeki şu dizelerin, insanın içini burkmaması imkansızdır:

"Yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye'mde Türkçemle yasak."


Hasretten ve derin duygulardan uzaksa ruhunuz, Nâzım Hikmet çok şey katacaktır kalbinize.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler