Gerçek ile kurgu, sahte ile hakikî arasındaki çatışmanın zirve yaptığı çiğ bir çağın çocukları olarak açtık gözümüzü dünyaya. En basit, günlük işlerimizde, ilişkilerimizde dahi sonuçları bir güven bunalımına dönüşen, ruhumuzu örseleyen şizofrenik bir durum yaşadığımız. Tarafında olduğumuz yahut karşısında durduğumuz şeyler bütünlük algımızdaki eksiklik ve daha çok zayıflayan hafızamız sebebiyle sürekli yer değiştirip durmakta. Türlü kalbî hastalığın pençesinde can çekişen insanlar olarak kesilen dermanımıza yüksek dozlu heyecan yüklü gelecek söylemleri ile eczalar arıyoruz. Bu cümleleri yazınca annemin de çokça kullandığı bir deyimi hatırladım: Boşa yelmek.
Kelimelerden serbest sıçrayışlar yapmanın kaçınılmazlığından aldığım cesaretle sözü İspanyol yazar Cervantes’in 17. yüzyılda kaleme aldığı ve o dönemin tüm yazınsal türlerin otoritesini yıkan ve hatta postmodern anlatıyı dört yüz sene önceden haber veren meşhur Don Kişot romanına getireyim.
Malumunuzdur ki Batı edebiyatı için romanslardan romana geçişte bir başlangıç sayılan bu romanda, okuduğu şövalye romanlarından etkilenen, Le Mancha bölgesinde yaşayan daha sonra Don Quijote ismini alacak Alonso Quijano ve silahtârı Sancho Panza’nın serüvenleri anlatılır. Ünlü Rus yazar Dostoyevski’nin “İnsan düşüncesinin son ve en yüce sözlüğü” olarak tanımladığı eserde ironik bir dille o dönemde fevkalâde alaka gören şövalye romanlarının bir çeşit eleştirisi yapılır.
Toplum içinde Don Quijote deli olarak görülür. Romanda esasında deli olanın toplumun kendisi olduğuna dair bir alt mesaj verilmeye çalışılır. Sevdiği ve uğruna yel değirmenlerine saldırdığı Dulsinya’yı bir köylü kızı iken asil bir hanımefendi olarak gören kahramanın sevimli, tutkulu ve tabiî bir portresini çizen Cervantes’in romanın ilk bölümünde kendi gerçekliği ile ideali arasındaki bariz bir uçurum ve türlü maceralarıyla ünlenen Don Quijote’u, ikinci bölümde kafasındaki kurguladıkları ile yüzleştirdiğini görürüz. Özetle Dük ve Düşes’in davetiyle şatoda gerçek bir şövalye gibi iltifat gören Don Quijote ve kendisine bir ada niyetiyle bir çiftlik parçasının valiliği verilen arkadaşı Sancho Panza kendi kurgularına uygun bulmayınca bu gerçekliği, tekrar eski hayatlarına geri dönerler. Bir manada iyileşmiştir Don Quijote ancak onu yaşatan hayallerini kaybetmiştir.
Zihnimizin iki zıt kutup ucuna dokunan sorular karşısında her zaman kısa devre yapma tehlikesinin varlığını unutmadan gelin bir başka sıçrayış yapalım başka bir hikâyeye, ilk gençlik yıllarından itibaren kâinatı ve içindeki konumunu, içinde yaşadığı toplumun eğilimlerini sorgulamaya başlayan, kendisini dönemin hâkim anlayışına karşı hikmetli bir mücahedenin içinde bulan bir peygamberin Hz. İbrahim (a.s)’ın hikâyesine.
Kur’an-ı Kerîm’deki ifadesiyle “İbrahim çok içli, bağrı yanık ve Allah’a yönelen bir kimseydi.” (Hûd 75). İbrahim (a.s) çok farklı şekillerde sınanmış ve teslim olduğu ilahî irade tarafından risalet ile vazifelendirilmiş daha sonra da türlü eza ile yüzleşmiş bir peygamberdir. Gençlik yıllarında babası ve içinde yaşadığı toplum ile yaşlılık döneminde ise oğlu İsmâil (a.s) ile imtihan edilmiştir. Onun ulvî mücadelesinde “Halîl” olmanın verdiği yüksek bir seciyeye şahit olur kulak verenler. Hz. İbrahim (a.s) hayalin peşinde değildir, bilakis son derece buhranlı, her zaman mutmainliğin peşinde hikmetli bir arayışın içindedir. Karşısına aldığı her şeyin zorbalığı ve yalnızlığındaki ıstırap son derece gerçek ve gönül yakıcıdır. Ateşin bir selamet yurdu olması ilahî nusreti celbeden bir teslimiyet ve hakikî bir yöneliş sebebiyledir. Nemrut’un ateşinde yanmayan İbrahîm (a.s)’i en yakınlarını bile tasallutu altına alan sahtelik yakmıştır. Buna rağmen babası ile diyaloglarında, dualarındaki içli tavırda onun mücadelesindeki samimiliği ve hakikiliği görebiliriz. Onunkisi bir hülyanın peşinde koşmak değil bilakis belini büken bir yükün altına girmektir.
Çıplak gözle bakıldığında yaşadıkları toplum nazarında her iki hikâyenin kahramanına benzer bir şekilde delilik izafe edildiği görülür. Ancak iki kahraman arasında esastan bir mahiyet farkı vardır. Bize düşen belki bu iki hikayede, çabasını verdiğimiz şeylerin Don Quijote’a bir öykünme mi yoksa evvelâ kendimizi, insanlığımızı olgunlaştıran bağrı yanık, içli, İbrâhimî bir mücadele mi olduğu konusundaki empati tercihidir. Boşa mı geldik doluya mı? Soru bu. Hem ne demiş şair:
“Eğer âşık isen yâre
Sakın aldanma ağyâre
Düş İbrahim gibi nâre
Bu gülşende yanar olmaz”
Orhan Gazi Gökçe
twitter.com/OGGokce