“Ölmek, herşey gibi, bir sanattır, bu konuda yoktur üstüme,” der Sylvia Plath, Leydi Lazarus şiirinde. Otuz yaşında bir kadının on senede bir intihara teşebbüs etmesini anlatan şiir “Yine yaptım işte,” diye başlar ve “birincisinde on yaşındaydım, kazaydı. İkinci seferinde işi bitirmeye ve bir daha dönmemeye öyle kararlıydım ki,” diye devam eder. Plath bu dizeleri yazdıktan kısa bir süre sonra hayatına son verir. Şiiri, ölümünden iki sene sonra yayımlanır. Amerikalı şair, yazar Sylvia Plath otuz yaşında dünyaya veda ettiğinde ardında onlarca şiir ve bir yarı-otobiyografik roman bırakır. Şiirleri, dönemin önemli hareketlerinden olan Gizdökümcü (confesssional) akımının da başını çeker. Kişisel travmalarını, akıl hastalığını, intihara teşebbüsünü “ben anlatıcı” diliyle anlattığı şiirleri birer birer gün yüzüne çıkar. Ölümünden birkaç ay önce mahlasla yayımladığı romanı Sırça Fanus ise ölümünden dört yıl sonra Plath’ın kendi ismiyle yeniden basılır. İki binli yıllarda Plath’ın arşivlerini inceleyen bir akademisyen onun son günlerinde terapistine ve annesine yazdığı mektupların yanı sıra bir de öyküsüne ulaşır. Bu öykü Plath’ın yirmi yaşında (1952) Smith College’da okurken kaleme aldığı ve yayımlamaları için Mademoiselle dergisine gönderip, reddedildiği öyküdür. Yıllar içinde öyküsünü çalışır, yarısını atar, kısaltır ama Faber Yayınevi editörleri öykünün ilk halinin en güzeli olduğuna kanaat getirip bunu “yılın edebiyat olayı” diyerek kitaplaştırırlar. İşte Mary Ventura ve Dokuzuncu Krallık isimli kitabın ardında yatan hikâye budur.
Sylvia Plath’ın ilk kez gün ışığına çıkan bu öyküsü, İlknur Özdemir’in usta çevirisi ve Kırmızı Kedi Yayınevi etiketiyle (karantina günlerinde bile olsak) okurlarına kavuştu. Bir oturuşta okuyup bitirebileceğiniz bu öykünün üzerinizdeki etkisi ise okuma çabukluğunuzun aksine saatlerce ve hatta günlerce sürebilir zira Mary Ventura ve Dokuzuncu Krallık simgesel okumaya ve farklı yorumlamalara açık bir öykü. Plath da kendi öyküsü hakkında “anlaşılması güç, sembolik bir öykü” açıklamasını yapıyor. Öykünün geneline hakim olan tekinsiz ve karanlık hava, hafif gerilim okurun ilgisini çekerken bir yandan da özgür iradeyi, kaderi ve ölümü sorgulatıyor.
Mary Ventura ve Dokuzuncu Krallık gayet olağan bir günde, gündelik yaşamın ta içinden bir mekanda, bir tren garında başlıyor. Kırmızı neon ışıklar, Mary’nin annesinin kırmızı ruju, trenin kırmızı pelüş koltukları başta okurda bir şüphe uyandırmıyor. Genç bir kız olduğunu düşündüğümüz Mary Ventura’nın “bu yolculuğa çıkmaya henüz hazır değilim,” demesi ve anne babasının onu ısrarla bu trene bindirmesi ve o esnada yanından geçen gazete dağıtıcı çocuğun “on bin kişi daha mahkum oldu,” cümlesi de bizi rahatsız etmiyor hatta öykünün girişinde bir renk yelpazesine düşmüş olmamız hoşumuza bile gidiyor. Kondüktörün siyah üniforması, babanın gri fötr şapkası, peronun siyah kapısı, annenin siyah kadife şapkası, Mary’nin kırmızı mantosu, trendeki kadının mavi ceketi, bebeğin kirli beyaz battaniyesi, kadının yaprak yeşili örgüsü ve yine aynı kadınının kahverengi mantosu… Tüm bu renk cümbüşü tren kalkar kalmaz yerini griye ve koyu renklere bırakıyor. “Hava ne kadar ağır ve puslu, ” diyor Mary, “orman yangınları,” diye cevap veriyor trendeki kadın (sf:17). Hikâye tıpkı gökyüzü gibi koyu, kasvetli ve en önemlisi tekinsiz bir hal almaya başlıyor.
Hafif gizemli başlayan yolculuk, gittikçe tuhaflaşıyor, tren tekinsiz ve kurtulunması gereken bir mekana dönüşüyor. Sonlara doğru ise bunun dönüşü olmayan bir yolculuk olduğunu anlıyoruz. Yolcuların tek gidişlik bilete sahip olduğu ve dönüşün mümkün olmadığı uzun ve karanlık bir yolculuk. Altıncı durakta zorla indirilen bir kadının feryatlarına şahit olan Mary bir şeylerin ters gittiğini anlıyor ve bizler de fantastik bir dünyanın içinde olduğumuzu. Umutsuzca trenden kurtulmanın yollarını aramaya başlayan Mary’nin bu trenden kurtulup kurtulamayacağını, yani bir üst okumayla “kendi kaderini eline alıp alamayacağını” okura bırakıyorum. Ama bunu yaparken de trende yaşanılan her şeyi cennet, cehennem, Azrail örgüsünde okunduğu takdirde hikâyenin çok daha derinleşeceğini eklemekte fayda görüyorum. Plath da kendi yorumunda trende kavga eden kardeşlerin Habil ve Kabil olduğunu söylemekten geri durmuyor.
Hikâye sonlandıktan sonra en baştaki gazeteci çocuğa dönüyorum, “on bin kişi daha mahkum oldu,” diyen gazete haberi okuru düşünmeye itiyor. Acaba hikâyenin yazıldığı yıl (1952) Amerika’da bulunan Plath’ın McCarthy davalarına yaptığı bir atıf mı yoksa aynı sene Londra’da “hava kirliğinden” ölen on binlerce kişinin mecazi olarak bu dönüşü olmayan trene binmesi mi? Mary Ventura çocuk denecek yaşta bir kız olduğu için ikinci seçenek daha olası görünüyor.
Peki Plath, Robert Frost’un “Gidilmeyen Yol” isimli şiirinden ne kadar etkilenmiş acaba? Bir ormanda yürüyen gezginin “yol ikiye ayrıldı ve ben az kullanılmış olanı seçtim,” dediği sahneyi hatırlayanlar ne demek istediğimi anlayacaktır. Şairin “geri dönülmemiş olan” ya da “az kullanılan” dediği “yol” mecazi anlatımla ölümden başka bir şey değildir. Bu pencereden baktığımızda Plath’ın bu tekinsiz treni de tıpkı Yahya Kemal Beyatlı’nın “dönen yok seferinden,” dediği gemiler misali bir ölüm yolculuğunu anlatır.
Son olarak değinmeden geçmemekte fayda var, Plath’ın yirmi yaşında bir üniversite öğrencisiyken yazdığı ve belki birçok edebiyat eleştirmenine göre kısmen “acemice” bulunan bu öykü, aslında onun şiirlerinin ve Sırça Fanus romanının ayak sesleridir, alt yapısıdır. Gelişmekte olan bir Plath görürüz Mary Ventura’nın bu kısa anlatısında. Ölüm, Azrail temalarını işlerken kondüktörün erkek olması, genç bir kızın eril dünyaya karşı verdiği savaşın başlangıcı olarak da yorumlanabilir. Bu temalar daha sonra Ariel, Daddy gibi şiirlerinde olgunlaşacak, Sırça Fanus romanında pekişecektir. Bu sebeptendir ki Sylvia Plath’ın seneler sonra gün ışığına çıkan, üzerindeki tozları silkelenen ve “fantastik” sayılabilecek bu öyküsü gelişmekte olan bir yazarın okuruna ilk seslenişlerinden biridir. Kitap kurtlarına da onu zevkle okumak ve üzerine uzun uzun düşünmek kalıyor.
İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz