"Bir insan, kendine ait olmayan bir biçimde ne kadar uzun süre kalırsa, tehlike de o kadar büyük olurdu."
- Ursula K. Le Guin, Yerdeniz Büyücüsü
"İçi insanlarla dolu büyük evler var karşıda, gene de tek odada bir başına olmak, bir evde yalnız yaşamak, yaşamın en önemli yanı, daha doğrusu: Kimi zaman yalnız kalabilmek mutluluğun ilk koşulu."
- Franz Kafka, Milena'ya Mektuplar
Yalnız kelimesi, tek başına kullanıldığında birçok anlam çağrıştırıyor. Yanına gelen bir başka kelime çağrıştırdığı anlamı daha çok belli ediyor. Yalnız olmak, yalnız kalmak, yalnız gitmek gibi. Yalnızlık ise bir hâl gibi sanki. Oysa bu durumu anlatan başka bir iki kelime var: tek başına(lık). O da yanına gelen kelimelerle güçlenebiliyor. Tek başına olmak, tek başına kalmak... Bu durum yalnızlıkla tek başınalığı birbirinin eş anlamlısı gibi gösterse de aslında durum hiç de öyle değil.
Yalnızlık daha çok hislerin, eksikliklerin sembolü olmuş bir kelime. Yaşam içinde bir şeyler olmuş ve sonra yalnızlık doğmuş gibi. Tek başınalık benliğin karar verdiği bir şey. İnsanlar bazen çok kalabalık bir caddede yürürken ya da ağzına kadar dolu bir otobüste bir yerden bir yere giderken de kendilerini yalnız hissedebilirler; bir ayrılık ya da ölüm sonrası olduğu gibi. Tek başınalık ise tercih edilmiş bir şey. Yani olumlu tarafı daha belirgin. Bir insan "yalnızım!" dediğinde içinde düştüğü durumun olumsuzluğundan dem vurur. Oysa "tek başınayım!" dediğinde her şeye rağmen ayakta kaldığını ve bunun aslında kendi tercihi olduğunu vurgular. Hâlâ çözülmemiş bir muamma bu ama hayatla birlikte karşılaşılan, yaşanılan bir şey.
Lars Svendsen'in kitapları dilimize kazandırılmaya devam ediyor. Redingot Kitap daha önce Murat Erşen çevirisiyle Korkunun Felsefesi'ni neşretmişti. Bu kez yine Erşen çevirisiyle Yalnızlığın Felsefesi neşredildi. Popüler kültüre temas eden yalnızlık temalı bir kapağı var, kalabalıklar içindeki yalnızlığı temsil eder gibi. Kulaklık bu anlamda özel bir imge. Ancak müzikle buluşan ruhun yalnızlığa gömüldüğünü değil daha çok tek başınalığa çekildiğini düşünüyorum ben. Yıllardır e-ticaret ve pazarlama sektöründe çalışan biri olarak turuncu kapakta da bir anlam aradım. Turuncu daha çok harekete geçiren, aktifliği ve egoyu temsil eden bir renk. Neticede beğenilen görsellerin temelinde tezatların yattığını söyleyebiliriz.
Kentleşme, nüfus hareketliliği, savaşlar, yeni politik düzen ve ekonomik gelgitler insanlığı derinden yaralarken, yalnızlık psikolojisi üzerine kitaplarla tanışmak umut verici. Çünkü bizlerin her şeyden önce ruhumuzdan gelen sesleri dinlememiz gerekiyor. Bu sesleri nota ettikten sonra, yani tespit işlemini gerçekleştirdikten sonra ancak çareler arayabiliriz. Hâlimizi bilmeden çare aramak yorar, bitkin düşürür ve bu dayanılmaz bir hayatı çekmemize, mecburiyet duygusuyla yaşamamıza sebep olur. Kulağa yeterince korkunç geldiyse kitaba dönelim.
Murat Erşen'in çevirisi takdire şayan. İçinde edebiyattan psikolojiye, felsefeden sosyolojiye birçok konuyu misafir eden kitaplarda konsantrasyonu diri tutmak gerekiyor. Dil yorarsa bu konsantrasyonu sağlamak daha da zorlaşıyor. Ancak bu kitap çok rahat okunabiliyor. Bazen not almaya imkân tanımayacak kadar. Burada da bölümler devreye giriyor, ben ancak o nefes aralıklarında notlarımı alabildim ve gözden geçirebildim.
Yalnızlığın özü, duygu olarak yalnızlık, kimler yalnızdır, yalnızlık ve güven, yalnızlık dostluk ve sevgi, bireycilik ve yalnızlık, tek başınalık, yalnızlık ve sorumluluk başlıklarına sahip sekiz bölümü var kitabın. Svendsen, "yalnızlık hakkında bildiğimi düşündüğüm neredeyse her şeyin yanlış çıktı" diyerek başlıyor söze. Norveçli yazar, doğduğu ülkenin neredeyse genlerinde olan yalnızlığın gerek kelime olarak gerek hayatın içindeki yeri ve tavrı olarak birçok anlam ifade ettiğini söylüyor. Yalnızlığın sadakatle, alışkanlıkla, samimiyetle, küslükle, savaşla, sağlıkla olan ilişkisi de sık sık sorgulanıyor. Çünkü yalnızlık duygusu, yaşamın duygusal yanını bütünüyle işgal edebilen, dolayısıyla 'ben'in etrafını çembere alan bir yapıya sahip. Yani yalnızlıkla şekillenen bir birey ansızın 'yalnızlık ömür boyu' duygusuna tutulabilir, bunda haklıdır da. Ancak kişinin duygularının değişkenliği noktasında biraz dikkatli olması gerekiyor, çünkü: "Belli bir halet-i ruhiye içindeyseniz, dünya size belirli bir olanaklar alanı barındırıyormuş gibi görünür. Farklı ruh halleri, bir bitün olarak dünyayla, nesnelerle ve başka insanlarla farklı ilişkiler kurmayı kolaylaştırır. Bununla birlikte ruh halleri basit bir irade eylemiyle değiştirilemez. Heidegger'in de ifade ettiği gibi, bir çift eldiven gibi bir ruh halini öylece çıkarıp giyemezsiniz."
Meşhur olma, kendini gösterme, sürekli mış gibi yapma, çağın hastalıkları. Dolayısıyla "Norveç Yalnızlığı" üzerine bir kez daha düşünmek gerekiyor Svendsen'e göre. Çünkü sadece istatistiklerle yorum yapmak bu konuda oldukça problemli bir netice doğuruyor. Sosyal medya vasıtasıyla çok ciddi bir insan psikolojisi röntgeni çekilebilir. Sık sık, ara sıra, nadiren, kronik yalnızlık grupları var ve bunları birbirinden ayıran özelliklere ciddiyetle eğilmek gerekiyor. Bu arada popüler kültürün illüzyonu da insanları 'yaşatmaya' devam ediyor. Bazen yalnızlık bünyeyi öyle bir kaplıyor ki her gün biriyle görüşerek giderileceği düşünülüyor. Oysa: "Her gün arkadaşlarıyla buluşanların ahbaplarıyla daha az bir araya gelen kişilere nazaran daha yüksek bir yalnızlık oranı sunması ilginç bir veri olarak anılmaya değer."
Başta belirtmek istediğim gibi yalnızlık ve tek başınalık önemli bir ayrım. Bunun farkına varmak bile kişinin bazı şeyleri daha net görebilmesini sağlayabilir. Belki de bunun için 'yalnız kalma' hissinden 'tek başına olma' hissine geçmek gerekebilir. Johann Georg Zimmermann, "Gerçek bilgelik, dünya ile tek başınalık arasında uzanır. Bir kişiye hakiki ihtiyaçlarını gösteren, tek başınalıktır." diyor. Eğer buradaki tek başınalıkla aynı anlamda düşünecek olursak William Wordsworth'ü de dinleyebiliriz: "Yüzümüz düştüğünde, bıkıp angaryalardan, dünyanın eğlencelerinden, ne kadar lütufkâr ne kadar iyi gelir yalnızlık."
Svendsen, Zimmermann'ın fikirlerinden bahsettikten sonra yine onun On Solitude (Yalnızlık Üzerine) kitabından yararlanarak şu cümleleri kuruyor, şahsen katılıyorum: "Zimmermann'ın analizi topluluktan çok daha fazla tek başınalığın bir savunusudur. Bir kişiye "hakiki ihtiyaçlarını" gösteren tek başınalıktır. Topluluğa ya da ortaklığa gelince, o çoğunlukla oyalanma ve dedikodu için sosyal bir alan olarak görülür. Tek başınalık hakiki tanınmayı ve hakiki yaşamı barındırır, oysa toplum yalanın ve sahteliğin dünyasıdır."
Yazarın sık sık fikirlerine başvurduğu Heidegger için kendini tanımanın yolu tek başına olabilmekten geçer. Tek başına olabilen bir insan her konuda esas olana ve hakikate yaklaşabilir. Bir insan ancak tek başınayken 'kendi' olabilir. Felsefenin en hakiki yüzü 'esrarengiz tek başınalıkta' görünür. Rousseau'ya göre de tek başınalık, kişinin tümüyle anda mevcut, hazır olduğu (şimdi ve burada) böylece yeryüzüyle neredeyse mistik bir birlik ve ahengi gerçekleştirdiği bir koşul olarak betimlenir. "Bu hal içinde, kişi tanrısal biçimde kendine yeterlidir."
Svendsen "kimsenin yalnızlık çekmediği bir hayata hakkı yoktur, kimsenin mutlu olma hakkı olmadığı gibi" der ve şu öneriyle kitabını sonlandırır: "Başkalarının sizi tanımasına o kadar da bağımlı olmayacağınız ama aynı zamanda başkalarını arayıp bulacağınız ve kendinizi onlara açacağınız şekilde kendinize bel bağlamayı öğrenmek suretiyle yalnızlık azaltılabilir. Yine de yalnızlık kaçınılmaz olarak zaman zaman tokat gibi çarpacaktır. Bu sorumluluğu almanız gereken bir yalnızlıktır. Çünkü her şeye rağmen, bu sizin yalnızlığınız."
Redingot Kitap, Svendsen'in diğer eserlerinin de yayın takvimlerinde olduğunu belirtiyor yazarın biyografisinde. İnsanın bu çağda, yaşadığı ve yaşa(ya)madığı duygulara, meselelere dair kolay okunabilir, nitelikli eserlere 'acil' ihtiyacı var. Yalnızlığın Felsefesi bu ihtiyacı karşılayan bir kitap.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Lars Fr. H. Svendsen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Lars Fr. H. Svendsen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
8 Mart 2018 Perşembe
4 Ocak 2018 Perşembe
Korkudan korkmamak için önce onu tanımak gerek
"Tüm korkular bir şey için duyduğumuz sevgiden kaynaklanır.''
- Thomas Aquinas
"Her şey bir yana, yürüme arzunu kaybetme. Yürüyüşe çıkabildiğim sürece hiçbir şeyden korkmuyorum, ölümden bile."
- Soren Kierkegaard
Yayın hayatına başladığından bu yana 'gerçekten' ilginç ve önemli kitaplar neşreden Redingot, bu kez de Murat Erşen çevirisiyle Korkunun Felsefesi'ni kazandırdı Türkçeye. Norveçli yazar ve düşünür Lars Fredrik Handler Svendsen'i daha önce dilimize çevrilmiş Sıkıntının Felsefesi kitabıyla tanıyoruz. Yazarın önceliği, modern çağın ve modern insanın en temel sorunlarını irdelemek. Sıkıntı ve korku; hangimizin temel sorunu değil ki? Hayatımızın her günü uyanıştan uyuyuşa dek bu iki hisin gerilimiyle savruluyor. Evden çıktığımız anda korku yanımızda bir gölge gibi beliriyor. "Korktuğumuz bir dünya kendimizi bütünüyle evde hissedemeyeceğimiz bir yerdir" diyor Svendsen. Birçok felsefecinin düşüncelerinden faydalanarak korkunun ne'liğine dair hatları çiziyor. Heidegger'e göre korkuyla birlikte kendi imkânlarımızı gözden kaybederiz. Sartre için korkudan kurtulmanın çaresi ise kendimizi kendi olanaklarımıza atmak. Biri korkuyla imkânlarını kaybediyor, diğeri korkudan kurtulmak için olanaklarına sarılıyor. Tabiri caizse korku birine kaybettiriyor diğerine bulduruyor.
Kaybediş ve buluş arasında Svendsen'in önerisi karamsar gibi gözükse de oldukça gerçekçi: kuvvetli bir idrak. Bu özgün bakışta, korkunun geçici değil sürekli bir his olduğu var. Çünkü varoluş; duran veya duraksayan bir şey değil. Süregiden bir eylem. Dolayısıyla korku ve varoluş için aynı yolun yolcusu diyebiliriz. Yani korkuya 'kapılmak'tansa onu tanımak ve hatta onunla arkadaş olmak hem insanın hem de toplumun ruh sağlığı için oldukça kritik. Spinoza korkunun 'fayda'sına dokunur "Ne umut korkudan vazgeçebilir, ne de korku umuttan" derken. Korkunun umut etmemizi sağladığı oldukça doğru. Korkun varsa umudun da vardır, korkmuyorsan umutsuzsundur. Dağ filmindeki komutan "Ben de insanım, ben de korkuyorum" demişti. Ama bu korku onun ve arkadaşlarının görev bilincini de daima diri tutmuştu.
İnsanın bir şeyi anlamadan tam olarak bilmesi mümkün olmadığı için önce korkuyu anlamak gerekiyor. Hangi durumlarda ortaya çıktığını ve insana, topluma ne gibi geri dönüşleri olduğunu. Sınırları belli olmayan bir şey insanı daha fazla korkutur, üstelik bu şey korkuysa varın gerisini siz düşünün. "Korku, cezadan daha berbattır, çünkü ceza bellidir, ağır veya hafif; bilinmeyene, sınırlandırılmamışa kıyasla ceza, daha az ürkütür." der Stefan Zweig. Evet korkudan sonrası daha yerleşmiş bir hastalık olan ürkmektir. Svendsen'in kitabı bizi ürkmekten uzak tutmak için elinden geleni yapıyor 192 sayfa boyunca. Peki hangi konular çevresinde dönüyor? Şöyle: Korku kültürü, korku nedir, korku ve risk, korkunun cazibesi, korku ve güven, korku politikaları, korkunun ötesi.
Svendsen kitabında felsefeden olduğu kadar edebiyattan ve sinemadan da fazlasıyla yararlanıyor. Özellikle bazı filmlerin korku sahnelerine yaptığı yorumlar bir taraftan korkuyu tanımlamamıza yardımcı olurken diğer taraftan beyazperdenin ve televizyonun hayatımıza korkuyu salmakta ne kadar kuvvetli olduğunu da hatırlatıyor. Bu 'mecra'ların uzun yıllardır en yoğun korku aracı olarak kullanan kuvvet ise devletler. Sadece haber bültenlerinde değil çizgi filmlerden dizilere ve hatta yarışmalara kadar korkuyu izleyebiliyoruz. Bu izleme eylemi o kadar sıradanlaşıyor ki Baudrillard'ın deyimiye iyice ilizyona dönüşmüş olan yaşamamımızda korku da yeni bir ilizyon sanatı. Politik bir sanat olarak korkuyu Machiavelli ve Montesquieu eserlerine değinerek anlatıyor Svendsen. Siyasi korkunun asla boşluktan doğmadığını; bilakis onun yaratıldığını ve sürdürüldüğünü söylüyor. Elbette bu tür korkunun işlevi de çeşitli siyasi uygulamaları desteklemek ve güçlendirmek. Devamını birlikte okuyalım:
"Korkunun nedenlerine karşı mücadelenin kendisi korku üreten bir şey haline gelmiştir. Eğer otoriteler, yurttaşların karşı karşıya bulunduğu terör tehlikesinin altını sürekli çizer, hatta abartırlarsa, aslında devletin de kendi vatandaşlarını terörize ettiğini iddia etmek mümkün olur. Teröristlerle otoriteler arasında bir ortak yaşam doğar çünkü birbirleriyle kavgalı olsalar da ikisi de aynı sonucu üretir: Korku içinde yaşayan bir halk. Yine her ikisi de bu korkuyu siyasi olarak sömürürler. Siyasi özgürlüğümüzün önemli bir bölümü tam da yaşamlarımızı çok fazla korku olmadan yaşayabilmekten oluşur. Örneğin herkesin terör saldırısına açık olduğu yönünde abartılı bir izlenim yaratarak korkuyu besleyen bir hükümet böylelikle vatadanşlarının özgürlüğünü sınırlar." [sf. 161]
Korku bizi kendimizden uzaklaştırır. Böylece derin ve sonsuz bir umutsuzluk çöker üzerimize. Korkuyu tanırsak, onu tanımak için mücadele edersek korkunun yanına umut gelebilir. Hatta umut, korkuyu yenebilir. Korkunun Felsefesi, korkunun muazzam baskısı altında dahi umutlu olmayı öğütlüyor.
Yağız Gönüler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)