"Yunus Emre ya da Süleyman Çelebi" dedi, "eserlerini vermemiş olsa bugün burada olmayacağımızı düşünürüm hep bu yüzden. Biri çıkıp o anımsatan hikâyeyi anlatmak zorunda. Nasıl ve ne şekilde yapacak, ben nereden bilebilirim, ben sana zorunda olduğunu söylüyorum."
2019 yılında Ketebe’den çıkan Dünyayı Başlarına Yıkacağız adlı kitabının daha ikinci sayfasında dikkat çeken bu cümlelere yer vermişti Silvan Alpoğuz. Ya da benim çok dikkatimi çekmişti bu cümleler. 173 sayfadan oluşan kitaptaki bu cümleleri adeta ezberlemiş, derslerimde öğrencilerimle paylaşmıştım. Yazarımız İç Anadolu’lu olması hasebiyle Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş-ı Veli’nin hemşerisi idi. Süleyman Çelebi Bursalı olsa bile Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerif’i yazarken ilham aldığı Aşık Paşa, Anadolu’nun bir bozkır şehrinde medfun. Türkistan bozkırında yanan ateş bir dut dalı ile Anadolu’ya ulaşmış ve burada da bir bozkır bulmuştu kendine. Tam da o dut dalının düştüğü yerlerin bir çocuğu Silvan Alpoğuz. Ve havasını soluduğu, suyunu içtiği toprakların bin yıldır yaşattığı geleneğin farkında. Yukarıdaki cümlelerinde de bin yıl önceki hikâyeyi bugüne taşımanın derdi ile yandığını ifade etmiş zaten. Nasıl ve ne şekilde olacak, bilmiyor ama o hikâyenin anlatılmak zorunda olduğunun farkında. Çünkü burada bulunuşumuz, buraları yurt tutuşumuz, yar sevişimiz o hikâye sayesinde. Yazarın birkaç ay evvel Ketebe’den çıkan ve Kimse Kalmadığında Bunu Hatırla adlı kitabı 'o anımsatan hikâye'yi anlatma gayretinin bir ürünü. Bozkırın kadim hikâye etme geleneğini modern teknikler ile devam ettiriyor yazar. Yakın tarihten bir hikâye anlatıyor fakat hem hikaye etme geleneğini sürdürüyor hem de kadim anlatılar ile modern hikâyeyi harmanlıyor kitabın içerisinde böylece iki katmanlı bir olay örgüsü ile karşılaşıyor okur. Bir yanda yüz yıllık bir hikaye fakat hem onun içerisinde hem de onu çepeçevre kuşatan kadim bir anlatı. Bu çift katmanlılık zaman zaman okuru yorsa da ‘külfetsiz nimet olmaz’ diyerek okumakta ısrar ediyorum kitabı. Bir arkadaşım kolaylıkla okunan içi boş kitaplar için ‘plaj kitabı’ derdi. Alpoğuz’unki ise bir bozkır kitabı. "Bozkır tedbirden ibarettir. Şehir hayatının yosma güvenliğine ihtiyaç hasıl olmaz orada" diyerek veciz bir şekilde ifade ediyor ya şehir ve bozkır farkını. Bozkır öyledir; zahmetli, hassas ama bereketli.
Akademik metinlerde anahtar kelimeler olur ya hani. Bu hikaye için anahtar kelimeler belirlesem bunlardan ikisi yar sevmek ile yurt tutmak olurdu herhalde. Buradan hemen asker ocağına götüreyim sizi. Bedelli askerlik bahsini ayrı tutalım fakat bu topraklarda uzun yıllar boyunca askerlik yapmayana kız verilmemiş, askerlik yapmayan adamdan bile sayılmamış. Oğlan askere gidecek orada yurt tutmayı öğrenecek nişanlı ya da sözlü olarak gittiği askerden dönünce de sevdiğini hak edecek. Bugün bizlere ne kadar anlamsız gelse de birkaç yüzyılını açlık, yokluk ve savaşlar içerisinde geçiren bir milletin bu tecrübeler neticesinde ortaya çıkardığı bu tavrın elbette bir hikmeti vardır. Yazar da hikâyeye böyle başlıyor. Beldesinden hiç çıkmamış, hiç toprak sahibi olmamış anasız babası bir Anadolu delikanlısının hizmetini gördüğü ağanın oğlunun yerine askere alınması ile başlıyor hikâye: rütbesizlerin, isimsizlerin hikâyesi. Burada ‘zenginimiz bedel öder, askerimiz fakirdendir’ diye inleyen türküye kulak vermeliyiz elbette. Yıl 1920 mekan Batı Anadolu’dur. Kafir Yunan her yere bayrak asmıştır. Eski bir ahır da Yunan işgalciler tarafından cephanelik yapılmıştır. Bu cephaneliğe gizlice sızma görevini layıkıyla yerine getiren Hakkı komutanlarının takdirini kazanır. Bu cephanelik görevinde Hakkı’nın en büyük yardımcısı atalarından dinlediği menkıbeler olmuştur. Er Hakkı dedesinden dinlediği menkıbeleri hatırlamış, ‘o hikâyeyi anımsamış’ ve cephanelik baskınında komutanları dahi şaşırtan bir kahramanlık göstermiştir. Bir avuç toprağı olmayan Er Hakkı koca bir yurt için savaşmaktadır şimdi. Mal ve rızık için ölmenin şehitlik olduğunu da asker ocağında öğrenmiştir Hakkı. Mülkiyet nedir bilmeyen, soru sormaya dahi cesareti olmayan Er Hakkı için askerdeki cephanelik görevinin ardından her şey ağır bir deveran ile değişmeye başlar. Asker ocağından köyüne döndüğünde de rızkının peşinde koşup şehit olmayı göze alacaktır. Hakkı bayrağı göndere çekerken onu evlatlarının yerine askere yollayan ağalar ambar doldurmanın peşindedirler ve görülecek daha çok hesap vardır Hakkı için. Asker ocağının Hakkı üzerindeki bu etkisini Sakarya Fırat dizisinin 67. Bölümündeki bir sahne ile daha iyi anlıyorum. Vaktiyle şehit edilmiş bir bürokratın oğlu üniversite mezunu oğlu askerlik vazifesini yapmak üzere Şırnak’taki bir dağ karakoluna gelir gönülsüzce. Bir çatışma esnasında esir olur ve teröristler askerin ismine bakarak kısa bir araştırmadan sonra onun şehit bürokratın oğlu olduğunu anlarlar. Bunu fark eden askerde teröristin yüzüne tükürür orada. O gönülsüz çocuk orada yurt tutmanın ne demek olduğunu anlar ve babasının niçin şehit olduğunu da. Teröristlerin elinden kurutulup da karakola döndüğünde yaşadıklarını komutanı ile paylaşır. Edebiyat öğretmeni asteğmen, Hacı Bayram Veli Hazretlerinin müstesna dörtlüğünü okur orada.
Nagehan ol şara vardım
Ol şarı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım
Taş u toprak arasında.
Bu dörtlükten sonra komutan şu veciz konuşma ile açıklar meramını: "Ben bir yapıya vardım, o yapılırken – o taş toprak içerisinde- ben de yapıldım yani kendimi buldum. Burası berbat bir yer. Korkunç bir şey. Ölüm korkusu, pusu korkusu, barut kokusu, sırtımızda taşıdığımız şehitler… Ama işte, bir şekilde kendimizi bu yapının içinde bulmaya çalışıyoruz. Yani kendimizi yeniden tanıyoruz, yeniden tanımlıyoruz.". Silvan Alpoğuz bu diziyi izlemiş midir bilmem ama dizinin bu beş dakikalık kesiti ile kitabın ilk 30 sayfası epey anlamlı bir ilişki kuruyor. Kitabı okursanız mutlaka dizinin ilgili bölümünü de izlemenizi tavsiye ederim.
Nihayet askerlik biter ve Hakkı , koyunlarını otlattığı, oğlunun yerine askere gittiği Topal Ağa’nın ocağına geri döner. Dönmeye başka yeri yoktur. Hakkı askerdeyken Topal Ağa servetine servet katmış, Anadolu’da İstanbul hükümeti ile kuvvacılar arasında mücadele başlamış şartlar epey değişmiştir. Dahası da olmuş Hakkı’nın askere gitmeden önce sözleştiği Esma, ağanın oğlu ile evlenmiştir. Bu sözleşme çiftlikteki herkesim malumu olmasına rağmen hiç kimse Hakkı’nın hakkını gözetmemiş ağanın dediği olmuştur. Yurt kazanılırken Esma kaybedilmiştir. Şimdi Hakkı için yeni bir savaş başlar. Kendi mülkünü ve kendi yârini kurtarma savaşı. Askerden önce kim olduğunu, Topal Ağa’nın niçin bu kadar zengin olduğunu sormayan Hakkı şimdi her şeyi sormuş ve aldığı cevaplar onu harekete geçirmiştir. Hakkı önce Topal Ağa’nın yıllar evvel kendi babasından gasp ettiği toprakları sonra da Esma’yı geri almıştır. Bu mücadelenin her bir anında Anadolu topraklarına üflenen ruh, Horasan’dan gelen ateş, ataların anlattığı hikâyeler Hakkı’nın yoldaşı olur. Mübarek ırmaklar, hüdayinabit ağaç ve yemişler de yanındadır hep.
Toprağını ve Esma’yı kurtaran Hakkı çocuk sahibi olur evvela. Bu sürece Türkiye’nin dönüşümü de eşlik eder. Hakkı’nın çocuklarının gençlik yılları 1980’li yıllara denk gelir. Çocuklarından biri üniversitede asistanlığa hazırlanırken diğeri de askere gitmeden önce yakalanır 12 Eylül darbesine. Babalarının hayatında önemli yer tutan asker ocağı şimdi evlatların hayatlarında bambaşka dönüşümlerin öznesi olacaktır. Bu esnada olaylar Hakkı’nın torunun etrafında şekilleniyor ve dikkat çekici bir şekilde torunun ismini hep gizli tutuyor yazar. Askeri darbe ve sonrasındaki sivil yönetim Türkiye’de her alanda hızlı ve köklü değişiklikleri beraberinde getiriyor. İstanbul merkezli tarikatlar Anadolu’ya açılmaya burada yurt,vakıf,dernek kurmaya başlıyorlar. Bu tarikatlardan biri de Hakkı’nın köyünü seçiyor kendine. Hakkı’nın oğullarından birinin daveti ile gelişiyor bu yurt tutma hadisesi. Köy halkı ile ihvan arasındaki anlaşmazlıklar ve bunların eserde hikaye edilmesi Türkiye’deki kimi tarikat yapılanmaları ve bunların halkla olan ilişkileri açısından önemli veriler sunuyor. Bu açıdan bakıldığında kitabın her bir sayfasının tasavvuf, sosyoloji, tarih, siyaset ,mitoloji gibi apayrı disiplinlere kapı araladığını söylemek mümkün. Bu açıdan kitap okuyucuya kolay bir süreç vaad etmiyor. Bu zorluklara beraber insanı araştırmaya sevk eden bir tarafı var kitabın ve her araştırma yeni bir deryaya sürüklüyor okuyucuyu. Bir bulmacaya takip eder, bir yapbozun parçalarını birleştirir gibi devam ediyor okuma ve araştırma süreci. Yazarın kitabı yazarken menkıbelerden, mitolojiden, halk hikayelerinden beslenmesi kitaba da menkıbevi bir hava katmış desem hata yapmış olmam sanıyorum. Okuma sürecini etkili ve sürdürülebilir kılan da bu zaten. Yazarın halk hikayeleri ve menkıbeleri bu kadar güçlü kullanması bana ‘keşke dedemden, babannemden dinlediğim hikâyeleri not alsaydım' pişmanlığını tekrar hissettirdi. Öyle hikâyeler anlatırlardı ki çocukken heyecanla dinlerdim,bunları not alıp geleceğe aktarmak ancak bir yetişkin olduğumda aklıma geldi şimdi ise hikâye anlatıcılarım dünyada değil. Gece boyunca ahırda dinlenmiş olmasına rağmen sabah baktıklarında terin suyun içinde kalmış atlar, yol açılmak üzere başka bir yere taşınacağı esnada iş makinelerine kafa tutan kabirler, devletin vereceği bir çinik buğday için 60 km yol yürüyen dedem, yıllarca süren esaretin ardından köyüne döndüğünde kendi evinin önündeki gelinlerin bile tanıyamadığı artık hayatından umut kesilmiş rütbesizler ve daha niceleri.
Silvan Alpoğuz kurucu metinler/zemin metinler olarak ifade edilen millet hayatının en mühim meselelerini anlatarak yine milletin geleceğini tayin eden metinlerde hakim bir yazar. İyi bir okuyucu yazarın kitap boyunca bu metinlere yaptığı açık/gizli göndermeleri fark edecektir. Bu da kitap ile ilgili önemsediğim hususlardan biri.
Yazının başında birinin 'o hikâyeyi anlatması' gerektiğinden bahsetmiştik. Hikâye milletimiz için çok önemli. Öyle ki millet hayatını kuşatan din bile menkıbe ve hikayeler ile yerleşmiş Anadolu insanının gönlüne. Yazar dilden dile, nesilden nesile, gönülden gönüle aktarılan bu hikâyeleri modern bir teknik ve yakın tarihten bir olay ile harmanlayarak sunuyor okuyucuya. Bu yakın tarihteki olay da Anadolu’yu -aralıksız bir şekilde kazanılması gereken o mübarek yurdu- yeniden yurt edinmemizi sağlayan Milli Mücadele dönemine denk geliyor. Bu açıdan bakıldığından kitaba bir 100. yıl kitabı demek de mümkün oluyor.
Enes Akçay
twitter.com/enesakcay_h