6.27 Treni, hiç belli etmese de bir ilk roman.Yayınlandıktan bir süre sonra büyük beğeni toplamış ve 29 dile birden çevrilmiş. Aysel Bora’nın özenli çerisiyle rahatça okunuyor. Yayınevinin notuna göre Diderlaurant’ın bu romanı bir aylık bir inziva döneminde yazdığını öğreniyoruz.
Bir geri dönüşüm fabrikasında kitapları öğüten dev bir makinenin Zerstor 500’ün kumandasındaki isim olan Guylain hem işinden hem de hayatından hiç de memnun değildir. “Hain Kukla” anlamına gelen ismi yüzünden yetişkin olana kadar bin türlü alaya muhatap olan Guylain görünmemeyi çare olarak seçmiştir. Tüm bu mutsuzluğunun üstüne her gün binlerce kitabı yok eden bu canavarı yönettiği içinse şeddeli bir bedbahtlık düşmüştür payına. Bir de en iyi dostlarından biri olan Gusippe bacaklarını bu makineye kaptırınca dünyası kararmak üzeredir ama o kelimelere sığınmakta bulur kendini ve yangından mal kaçırırcasına Zerstor 500’den kurtarabildiği kadar sayfa koparır ve çantasında taşırken banliyöde okumaya başlar. Önceleri bu yaptığının bir karşılığı olmadığını düşünse de ilerde başka kimselerin de tekdüze yolculuğunu güzelleştirdiğini anlayacaktır. En iyi dostu Gusippe iki bacağını birden kaybetmiş bir şekilde evde yatarken onu hayatta tutmanın yolunu da keşfeder Guylain. Bacaklarından parçalar taşıdığını düşündüğü imha edilen kitapların hamurundan yeniden kitap olan “Eski Zaman Bahçeleri” ve "Sebze Bostanları” isimli kitapların tüm baskılarına sahip olan Guylain belirli aralıklarla sanki sahafları gezerek buluyormuşçasına Gusippe’ye taşır onları. Gusippe bütün baskıları kitaplığında topladığında bacaklarına kavuşacağını düşünür. Yine de çok yalnızdır Guylain. O denli bir başınadır ki evindeki balığıyla konuşur uzun uzun. Balığı her öldüğünde gidip aynı desende balıktan alıp fanusa koyar ve hep aynı isimle seslenir ona. Ama hayatı trende tesadüfen bulduğu akıllı bellekle değişir ve belleğin içinde bulunan günlükleri okudukça yazılanların sahibi Julie âşık olmaya başladı. Julie bir alışveriş merkezinin tuvaletinde görevlidir ve o da Guylain gibi tutunmaya çalışanlardan sadece birisidir. O da işini hiç sevmez ve sevmediği bu dünyadan kelimelerin dünyasına kaçarak kendini iyileştirmeye çalışır. Çok da iyi bir hayal gücü olduğu yazdıklarından anlaşılmaktadır. Guylain banliyöde artık onun günlüklerini okumaya başlar ve birden herkesin ilgiyle dinlediğini fark eder. Arkadaşı Gusippe’nin dedektifvari sorgulamaları sayesinde Julie’yi bulur ve ona kocaman bir çiçek demeti ile birlikte mektup yazar. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyen Julie merakla Guylain’ı bekler.
Diderlaurant bize süslü cümleler kurmaz. Altı çizili satırlar sunmaz ama hikâyesi o denli etkileyici ki karakterlerle bir gönül bağı kurup onlar için üzülürken bir taraftan da iyi olmaları için sayfaları çevirmeye başlıyorsunuz.
6.27 Treni iki mutsuz insanın, en dipte yaşayan iki karakterin özne olduğu ve kelimelerle hayatlarını sağaltmaya çalıştıkları bir dünyanın hikâyesi.
“Her Perşembe Guylain annesine telefon ederdi. Annesinin salondaki koltuğuna rahatça kıvrılmış, seyretmeden televizyona bakarak, 1984’ün o Ağustos günü kocasının gidişiyle içine sürüklendiği ebedi şaşkınlık halinde donup kalmış halde oturduğunu biliyordu” diyerek anlattığı anne karakteri de dâhil olmak üzere romanda yer alan herkes yalnız ve mutsuz. Aslında alt metne dikkat edildiğinde birçok mesajı var kitabın. Kahramanımızın kitapların imha sürecine duyduğu tiksintiyle kitap düşmanlarına ve kitap oburluğuna sağlam eleştiriler yöneltirken özel sektörün işçi sınıfı üzerinde oluşturduğu baskı ve mezalime de değiniyor sık sık. Yine de kalabalık yalnızlıklar içinde debelenip iş hayatında kendine yabancılaşan “insan” bir yol bulup kafkavari bir böcekleşme yaşamadan hayata tutanabiliyor bu romanda. Okuyucuya umut aşılayan hikâyesiyle Diderlaurant okunmayı ve üzerine konuşulmayı hak ediyor. Bazı bölüm geçişleri indeki kopukluk dışında gözüme çarpan bir eksisi yok. Hikâye edişindeki kendiliğiyle de edebiyat dünyasında kalıcı olacağa benziyor.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf