Muhterem babam sayesinde çok küçük yaşta başlayan okuma yolculuğumda, okumakta en çok zorlandığım eserler, genellikle ideolojik bir taban üzerinde yükselmiş, ya da herhangi bir felsefik altyapısı olan eserler oldu, bunlar özellikle, sosyal konuları ihata eden eserlerdi. Bu sebepten ötürü Bozkurtlar’ı okumaya başlamadan önce de zorlanabileceğimi düşündüm. Ancak hiç de böyle olmadı. Atsız’ın ele aldığı konuyu işleyiş şekli, kitabın su gibi akmasına, minik bir tuğla denebilecek boyuttaki romanın kısa sürede bitmesine vesile oluyor. Gerçi, ben kitabın son sayfalarına yaklaştıkça hep “eyvah, bitecek,” endişesiyle okudum. Romandaki her sahne, zihninizde gerçek bir sahne olarak beliriyor, acıkan karakterlerle acıkıyor, susayan karakterlerle susuyorsunuz. Sevdiğiniz karakter öldüğünde, sanki bir dostunuzu kaybetmişçesine üzülüyorsunuz.
Birçok mecrada söylenen sözün ne olduğu değil de, nasıl söylendiğinin mühim olduğu mealinde bir laf duymuşuzdur. İşte bu, bir üslup meselesidir. Mevzu kitap olunca da üslup çok önemli bir yer kaplar, okuduğumuz kitap, çok sevdiğimiz bir konuyu ele alıyordur, ama üslubu bize yakın gelmediyse o kitabı okurken gerilir ve belki de yarım bırakırız. Tam aksine hiç temayül göstermediğimiz bir konuda yazılmış bir kitabı, sırf üslubun hoşluğu sebebiyle bir çırpıda okuyuveririz. Bozkurtlar’ın kurulumunda iki ana temel taş olduğunu düşünüyorum, bunlardan biri konu, diğeri de kuşkusuz üslup.
Aslında Bozkurtlar’da okurun karşısına çıkan üslup, diğer Atsız romanlarıyla örtüşüyor. Sonraki satırı merak ettiren, sayfalarca sürükleyen, zaman zaman yazarın postmodernizde olduğundan farklı bir şekilde kendi varlığını hatırlattığı, tılsımlı ve yalın bir üslup.
“Bunlar böylece saraya yürürken, deminden beri süren sağanakla çamurlanan Siganfu sokaklarında biri koşuyordu. Bazen bir su birikintisine basarak sıçrattığı çamurlar yüzünü boyuyor, bazen sertleşen rüzgarla soluğu kesilerek duruyor, sonra yeniden koşmaya başlıyordu.”
“Bu gece yüzbaşının gönlünde bir sıkıntı vardı. Bilmeden iş görüyordu. Ateşe doğru ısınmak için yürümüştü. Ateşe yaklaşınca yaz olduğunu, ısınmak gerekmediğini hatırladı. Çeriler et kızartıyorlardı. Ateşe varınca erlerden birisi yere diz vurarak yüzbaşıya bir çamçak kımız sundu. Işbara Alp kımızı dikti. İsteksizce içti. İkinci bir erin sunduğu et kızartmasını almayarak yanlarından ayrıldı. Biraz ilerideki büyük ağacın dibine geldi. Bir oyuğa oturdu. Baktı, dalakaldı."
Bozkurtlar, aslında Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor olmak üzere iki kitaptan oluşuyor. Bozkurtların Ölümü, Ateş çocuk dergisinin 7. sayısından, 29 ve 30. Sayılar haricinde 40. Sayıya kadar tefrika edilmiş ve yayınlandığı sene olan 1946’ya kadar yarım kalmış. Daha sonra 1949’da Bozkurtlar Diriliyor yayınlanmış. Ötüken Neşriyat tarafından tek bir baskıda toplanmış bu kitaplar. İsimlerinden de az çok sezileceği üzere, birinci kitap 1. Göktürk devletinin yıkılış sürecini, ikinci kitap da 2.Göktürk devletinin kuruluş sürecini ele alıyor. Bu bağlamda romanda olayların geçtiği zaman dilimi iki Göktürk devletinin yıkılış ve kuruluş dönemleri arasında bir köprü oluşturuyor.
Romanın kapsadığı zaman dilimi göz önünde bulundurulduğunda pek tabii bulunur ki, kitapta Köktürkçe ya da Türkçenin diğer eski dönemlerinde yaşamış kelimeler geçiyor, bu sayede okur kitabı okudukça yeni kelimeler ve yeni anlamlara doğru açılıyor.
“Öyleyse bil bakalım, yüzbaşı neden bu gece bunlu?(kederli)”
“…erlerden birisi yere diz vurarak yüzbaşıya bir çamçak(bardak) kımız…”
“Albız alsın!..(Şeytan alsın)”
Bozkurtlar, okuru sürükleyen, okura tarihi ve ideolojik bilgiler katan, su gibi akıp giden bir kitap. Bozkurtlar’ı okumuş olmaktan pek memnunum ve okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.
Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc