Romanın son notunda belirtildiği gibi, Georges Perec'in okuyucuya bir karakter yoluyla mı yoksa doğrudan kendi sesiyle mi seslendiği belirsiz olan bir roman Uyuyan Adam. 105 sayfalık kitap, modern insanın ezilmişliğini, yozlaşmışlığını, tükenmişliğini açık açık ifade ediyor. "İnsan ne harikulade bir buluş. Isınsın diye ellerine, soğusun diye de çorbasına üfleyebilir." gibi tabiri caizse hikmetli sözlerle bir ruhtan bahsediyor Perec, keşfedilmesi gereken bir ruhtan. Fakat insanın bu keşiften ne kadar uzak kaldığını da şöyle anlatıyor: "Sürprizsiz yaşam. Güvenliktesin. Uyuyor, yiyor, yürüyor, yaşamayı sürdürüyorsun, tıpkı gamsız bir araştırmacının labirentinde unuttuğu bir laboratuvar faresi gibi; sabah akşam, hiç yanılmadan, hiç duraksamadan yemliğin yolunu tutan, önce sola, sonra sağa dönen, bulamaç halindeki günlük yem miktarını almak için kırmızı kenarlı bir pedala iki defa basan bir laboratuvar faresi gibi."
Düğünlerimizde çokça kullanılan "Ne o? Oturmaya mı geldik?" sözünü insanın dünyadaki hâliyle irtibatlandırarak "Uyumaya mı geldik?" şeklinde değiştirsek ne cevap verebiliriz? Belki bir hadis-i şerif bize yardımcı olabilir: İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar. Birçok tasavvuf erbabını etkilemiş ve hayatına yön vermiş hadislerden biridir bu ve Perec'in Türk okuyucusunu etkileme sebeplerinden biri de bana kalırsa tıpkı hikmet ehlinin yaptığı gibi nasılları değil nedenleri sorgulamasıdır. Okuyucuyu bu derin sorgulamalardan uzak tutarak direkt sonuçla meşgul ediyor Perec. Sonuç odaklı metinler desem ayıp etmiş olmam diye düşünüyorum. Buyurun:
"Pek yaşadın denemez, oysa her şey çoktan söylendi, çoktan bitti. Topu topu yirmi beş yaşındasın, ama yolun çizilmiş bile. Roller hazır, etiketler de, bebekliğindeki oturaktan yaşlılığındaki tekerlekli sandalyeye varana kadar oturulacak tüm yerler orada durmuş sıralarını bekliyorlar. Serüvenlerin öyle iyi betimlenmiş ki, en şiddetli isyan bile kimsenin kılını kıpırdatmayacaktır. Sen istediğin kadar sokağa çıkıp insanların şapkalarını başlarından uçur, başına iğrenç şeyler tak, çıplak ayakla yürü, bildiriler yayınla, önüne çıkan bir kapkaççıyı geçerken kurşunla, boşuna, bir işe yaramayacak,düşkünler yurdunun yatakhanesinde yatağın çoktan yapılmış, lanetli şairler sofrasında yerin ayrılmış. Her şey öngörüldü, her şey en ufak ayrıntısına kadar hazırlandı, büyük aşklar, soğuk alaycılık, ıstırap ,bolluk, egzotizm, büyük serüven, umutsuzluk. Sen ruhunu şeytana satmayacak, ayaklarında sandaletlerle gidip kendini etna’ya atmayacak, dünyanın yedinci harikasını yıkmayacaksın. Ölümün için her şey çoktan hazır. Seni öldürecek top güllesi çok uzun zaman önceden eritilip döküldü, tabutunun peşinden ağlayacak olan kadınlar çoktan tutuldu."
Bir insan bu çağda özgürlüğü nerede arar? Bir hafta sonu istediği yere gitmek, günün herhangi bir saati aklındaki yerde sevdikleriyle eğlenmek, dünya mutfaklarının tüm lezzetlerini tatmak özgürlük müdür? Yalnızca bu kadar mı? Sadece bunlar mı? Bu yazının başlığı da kitaptan bir sözdür ve modern insanın özgürlüğü işte bu kadardır. Bir inek gibi tepişir eğlenirken ve istediği olmazken, bir istiridye gibi kapanır ve yalnız kendini düşünür, bir fare gibidir topluma taşıma araçlarında oradan oraya sürüklenirken.
Uyumakla başlatıyor serüveni Perec bize bu serüveni anlatırken uyumakla uyumamak arasında bile kayıtsız kalındığını, korkan, sönük, silik bir tipin uykusunun bile olmadığını şu cümleyle anlatıyor: "Uyumuyorsun, ama uyku artık gelmeyecek. Uyanık değilsin ve hiç uyanmayacaksın. Ölü değilsin ve ölüm bile seni kurtarmayacak."
Bir de unutan, unuttuğunu zanneden, hafızasız insanlar var. Onlara da şöyle diyor: "Zamanı unutur gibi yapabildin, geceleyin yürüyüp gündüz uyuyabildin: Ama onu hiçbir zaman tamamen aldatamadın."
Modern insanın sabırsızlığı, sürekli panik hâlinde oluşu, dost sohbetinde bulunamayışı, sürekli yapmak zorunda olduğu şeylerle yapamadığı şeyler arasında kalışı, umut ve tutku adına hiçbir şey düşünmeyişi hakkında da Perec'in söyledikleri şöyle: "Önemli olan tek şey yalnızlığın: Ne yaparsan yap, nereye gidersen git, gördüğün hiçbir şeyin önemi yok, yaptığın her şey boşuna, aradığın her şey sahte. Var olan tek şey yalnızlık, her seferinde er ya da geç karşında bulduğun, dost ya da yıkıcı yalnızlık; onun karşısında, her seferinde yalnız kalıyorsun, yardımdan yoksun, şaşkın ya da afallamış, umutsuz, sabırsız."
Kitabın sonunda okuyucuya bir çare yok. Tam aksine gerçeği fısıldıyor yazar: "Yararlı öğütleri dinlemeyeceksin artık. Çare nedir diye sormayacaksın. Kendi yolunda yürüyüp gidecek, ağaçlara, taşlara, suya, göğe, çehrene, bulutlara, tavanlara, boşluğa bakacaksın."
Sadece bir karakter, belki o bile değil, Perec çok şey anlatıyor. Öyle ki hem birey okuması, hem toplum okuması, hem de dünya ahvalini o yıllardan bu yıllara taşıyan şeyleri daha iyi görebilmek için belki de tekrar tekrar okunabilir bir kitap. Gerçekle yüzleşmek acı veriyor ama bu acı, belki harekete geçirebilecek bir acı.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Georges Perec etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Georges Perec etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
13 Nisan 2016 Çarşamba
18 Mart 2016 Cuma
Şeyler’in çok acıklı hikâyesi
Georges Perec’in Şeyler romanını okurken aklıma İsmet Özel’in, Yahya Kemal’in “insan hayal ettiği müddetçe yaşar” vecizesine karşılık olarak söylediği “Hayal ipleri elden kaçırmaktır. Oysa öyle bir dünya da yaşıyoruz ki o ipin ucu sizin elinizden bir kaçtı mı, hemen bir başkasının eline geçiyor. Ondan sonra siz hayal ediyorsunuz, ama bir başkası yaşıyor” sözü aklıma geldi. Gerçekten de Şeyler’in karakterleri, Jérôme ile Sylvie, hayal ederek ipleri elden kaçıran ve bu yüzden oradan oraya savrulan karakterlerdir.
Şeyler’e geçemeden önce Georges Perec’i biraz tanıyalım. Yazar 1936'da Paris’te Polonya Yahudisi bir ailenin oğlu olarak doğar. Henüz üç yaşındayken babasını kaybeder. Annesi 1942’de ortadan kaybolur ve onun daha sonra bir Nazi kampından öldüğünü öğrenir. 1954’te başladığı tarih öğrenimini kısa sürede bırakır. 1965’te Şeyler adlı kitabıyla Renaudot ödülü alır. 1960 yılında Raymond Quenno ve François Le Lionnais tarafından kurulan "yazarların nasıl isterse öyle kullanabilecekleri yeni biçimler, yeni yapılar arayışı"nı kendine amaç edinen Oulipo'ya katılır. Oulipo’dan kısaca bahsedecek olursak, yazarların kendilerine bazı sınırlar koyup bu sınırları geçmeye çalıştıkları edebi akımdır ya da Raymond Quenno’nun deyişi ile "firar etmeyi tasarladıkları labirenti inşa eden sıçanlar"dır.
Perec, eserlerinin hepsinin belirli bir otobiyografik çalışma olduğunu söyler. Onun eserlerindeki bu yön çok mühimdir çünkü, Jung “hiçbir özgün kuram ötekinden çıkmaz” der. Onun da yazdıkları da Jung gibi "içsel bir zorlamanın sonucundur", özgünlüğü ve sahiciliği de bu eserlerinin otobiyografik olmasından gelir.
Bunun yanında Perec’in yapıtlarını belirleyen dört unsur vardır; kendisini çevreleyen dünya, kendi tarihi, dil ve kurgu, fakat yazar için bunlar araçtır. Onun amacı bu vasıta ile çağının tüm edebiyatını kat etmektir, ve kendisini tekrar etmemek için sürekli olarak hareket halinde, yeni biçimler, yeni üsluplar dener, yazının sınırlarını zorlar.
Roman özgürlüğüne düşkün, aradıkları mutluluğa kavuşmak için durmadan statü ve zenginlik hayalleri kuran ve bu kurdukları hayalleri de sürekli olarak nesnelerle süsleyen mutlu olma amacında ki iki genç Jérôme ile Sylvie’nin hayatlarını anlatıyor. Şeyler’de şeylerin hiç biri yoktur, yalnız hayalleri vardır. Mutsuz olmalarındaki sebep, “olan” şeyler değil, olmayan şeylerdir.
Romanın geneli iki karakterin, Jérôme ile Sylvie’nin, mutlu olma aracı olarak gördükleri eşyaların tasvirleri üzerine kuruludur. Hatta romanın ilk beş sayfası uzun uzadıya en ince ayrıntısına kadar eşya tasviri ile doludur. Roman boyunca nesneler ve ayrıntılar arasına sıkışmış insanın hareketsizliği ve bu hareketsizliğin getirdiği çaresizce hayal kurmaya mahkum olma durumları anlatılır.
"Ama kendileri garip bir gevşeklikle bıraktıkları bu aşırı büyük düşlere gerçek eylemlerinin boşluğu arasında, somut gereksinimlere parasal olanaklarını bağdaştıracak hiçbir akılcı tasarı yer almıyordu. İsteklerinin enginliği onları felce uğratıyordu." (sf. 21)
Bu hayaller, karakterlerin hayatları ile ilgili gerekli atılımı yapmasına sürekli bir engel olarak durur. Onlar kendi zihinlerinde kurdukları bu dünya yüzünden hayatın kendine yüklediklerinden ve getirdiklerinde de bir türlü razı olamazlar. Karakterler kafalarının içinde yaşattıkları bu nesneler yüzünden hiçbir şekilde ânı yaşayamaz “ân”a hakim olamazlar. Bu statü ve zenginlik hayalleri onların şimdiyi yaşamalarına, var olanla mutlu olmalarına müsaade etmez, şimdiyi yaşayamayan karakterler ânı yaşamadıkları için yücelttikleri eşyaya anlam ve mana veren cevheri bulamazlar. Çünkü görünür olan yani zahirle bir teması kalmamıştır, eşya tabiatından kopartılmış ve imgeye dönüştürülmüştür. Romanda eşyaların bu kadar yoğun ve detaylı betimlenmesi, bunun yanında karakterlerin ise bu kadar sönük ve silik sunulması bu bana göre romanın ironisidir.
Perec, klasik roman anlatısının dışına çıkarak, karakterlerin mutlu olmama nedenini derin süslü laflarla, edebi ve şairane bir biçimde psikolojik çözümlemeler yaparak anlatmak yerine, karakterin zihnindeki ve yaşamlarındaki eşyaları düz bir biçimde anlatmayı tercih etmiştir. Zaten romanı da ilginç kılan içeriğini bu kadar güçlü yapan bu biçimde anlatılmasıdır. Bu durumun bir benzeri Georges Perec’in deneysel “Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi”nde de mevcuttur. Eserin bu biçimde anlatılması bize çok farklı alışılmışın dışında bir okuma yapma olanağı sağlar.
Antika eşyaların, plakların ya da kuşkirazı ağacından yapılan kitaplıkların en ince ayrıntısına kadar tarifi aslında somut eşyaların ya da bir mekanın tarifi değil karakterlerinin zihnindeki imgelerin betimlenmesidir. İmgeleri ve sözdizimindeki anlamı gerçekliğin ötesine taşınması olarak düşünürsek, Perec’in eşyaları imgeye dönüştürüp bir arada yoğun bir biçimde sıralaması karakterlerin gerçeklik dışına çıkıp kendi yaşadıkları hayata bir türlü tutunamamasını anlatır. Bunu da alışılmışın dışına çıkarak yapar, karakterlerin diledikleri yaşama ulaşamama sebeplerini hep bu somut olanı, gerçeklik dışına taşımalarının bir sonucudur.
Hüseyin Sefa Ak
twitter.com/huseyinsafaak
Şeyler’e geçemeden önce Georges Perec’i biraz tanıyalım. Yazar 1936'da Paris’te Polonya Yahudisi bir ailenin oğlu olarak doğar. Henüz üç yaşındayken babasını kaybeder. Annesi 1942’de ortadan kaybolur ve onun daha sonra bir Nazi kampından öldüğünü öğrenir. 1954’te başladığı tarih öğrenimini kısa sürede bırakır. 1965’te Şeyler adlı kitabıyla Renaudot ödülü alır. 1960 yılında Raymond Quenno ve François Le Lionnais tarafından kurulan "yazarların nasıl isterse öyle kullanabilecekleri yeni biçimler, yeni yapılar arayışı"nı kendine amaç edinen Oulipo'ya katılır. Oulipo’dan kısaca bahsedecek olursak, yazarların kendilerine bazı sınırlar koyup bu sınırları geçmeye çalıştıkları edebi akımdır ya da Raymond Quenno’nun deyişi ile "firar etmeyi tasarladıkları labirenti inşa eden sıçanlar"dır.
Perec, eserlerinin hepsinin belirli bir otobiyografik çalışma olduğunu söyler. Onun eserlerindeki bu yön çok mühimdir çünkü, Jung “hiçbir özgün kuram ötekinden çıkmaz” der. Onun da yazdıkları da Jung gibi "içsel bir zorlamanın sonucundur", özgünlüğü ve sahiciliği de bu eserlerinin otobiyografik olmasından gelir.
Bunun yanında Perec’in yapıtlarını belirleyen dört unsur vardır; kendisini çevreleyen dünya, kendi tarihi, dil ve kurgu, fakat yazar için bunlar araçtır. Onun amacı bu vasıta ile çağının tüm edebiyatını kat etmektir, ve kendisini tekrar etmemek için sürekli olarak hareket halinde, yeni biçimler, yeni üsluplar dener, yazının sınırlarını zorlar.
Roman özgürlüğüne düşkün, aradıkları mutluluğa kavuşmak için durmadan statü ve zenginlik hayalleri kuran ve bu kurdukları hayalleri de sürekli olarak nesnelerle süsleyen mutlu olma amacında ki iki genç Jérôme ile Sylvie’nin hayatlarını anlatıyor. Şeyler’de şeylerin hiç biri yoktur, yalnız hayalleri vardır. Mutsuz olmalarındaki sebep, “olan” şeyler değil, olmayan şeylerdir.
Romanın geneli iki karakterin, Jérôme ile Sylvie’nin, mutlu olma aracı olarak gördükleri eşyaların tasvirleri üzerine kuruludur. Hatta romanın ilk beş sayfası uzun uzadıya en ince ayrıntısına kadar eşya tasviri ile doludur. Roman boyunca nesneler ve ayrıntılar arasına sıkışmış insanın hareketsizliği ve bu hareketsizliğin getirdiği çaresizce hayal kurmaya mahkum olma durumları anlatılır.
"Ama kendileri garip bir gevşeklikle bıraktıkları bu aşırı büyük düşlere gerçek eylemlerinin boşluğu arasında, somut gereksinimlere parasal olanaklarını bağdaştıracak hiçbir akılcı tasarı yer almıyordu. İsteklerinin enginliği onları felce uğratıyordu." (sf. 21)
Bu hayaller, karakterlerin hayatları ile ilgili gerekli atılımı yapmasına sürekli bir engel olarak durur. Onlar kendi zihinlerinde kurdukları bu dünya yüzünden hayatın kendine yüklediklerinden ve getirdiklerinde de bir türlü razı olamazlar. Karakterler kafalarının içinde yaşattıkları bu nesneler yüzünden hiçbir şekilde ânı yaşayamaz “ân”a hakim olamazlar. Bu statü ve zenginlik hayalleri onların şimdiyi yaşamalarına, var olanla mutlu olmalarına müsaade etmez, şimdiyi yaşayamayan karakterler ânı yaşamadıkları için yücelttikleri eşyaya anlam ve mana veren cevheri bulamazlar. Çünkü görünür olan yani zahirle bir teması kalmamıştır, eşya tabiatından kopartılmış ve imgeye dönüştürülmüştür. Romanda eşyaların bu kadar yoğun ve detaylı betimlenmesi, bunun yanında karakterlerin ise bu kadar sönük ve silik sunulması bu bana göre romanın ironisidir.
Perec, klasik roman anlatısının dışına çıkarak, karakterlerin mutlu olmama nedenini derin süslü laflarla, edebi ve şairane bir biçimde psikolojik çözümlemeler yaparak anlatmak yerine, karakterin zihnindeki ve yaşamlarındaki eşyaları düz bir biçimde anlatmayı tercih etmiştir. Zaten romanı da ilginç kılan içeriğini bu kadar güçlü yapan bu biçimde anlatılmasıdır. Bu durumun bir benzeri Georges Perec’in deneysel “Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi”nde de mevcuttur. Eserin bu biçimde anlatılması bize çok farklı alışılmışın dışında bir okuma yapma olanağı sağlar.
Antika eşyaların, plakların ya da kuşkirazı ağacından yapılan kitaplıkların en ince ayrıntısına kadar tarifi aslında somut eşyaların ya da bir mekanın tarifi değil karakterlerinin zihnindeki imgelerin betimlenmesidir. İmgeleri ve sözdizimindeki anlamı gerçekliğin ötesine taşınması olarak düşünürsek, Perec’in eşyaları imgeye dönüştürüp bir arada yoğun bir biçimde sıralaması karakterlerin gerçeklik dışına çıkıp kendi yaşadıkları hayata bir türlü tutunamamasını anlatır. Bunu da alışılmışın dışına çıkarak yapar, karakterlerin diledikleri yaşama ulaşamama sebeplerini hep bu somut olanı, gerçeklik dışına taşımalarının bir sonucudur.
Hüseyin Sefa Ak
twitter.com/huseyinsafaak
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)