"Okula giderek eğitimime bir süre ara vermek zorunda kaldım."
- Bernard Shaw
Faulkner gibi en iyi ihtimalle lise yıllarında okulun hiç de ilginç bir şey olmadığını akıl edip bırakmalı, kendi yolumu çizmeliydim. Ama bu istidada eğitim maceramın hiçbir döneminde erişemedim. Sussam gönül razı değil, konuşsam olmaz. Ama en azından şunu söylemeliyim. Niteliksiz eğitim, eğitim hakkının ihlalidir.
Delikanlı çağımızı feda etmek uğruna, hem de tüm mahrumiyetine rağmen uzun yollar kat ederek kapısına vardığımız yitik bir kentin edebiyat fakültesi bize ne Oğuz Atay’ı ne Sabahattin Ali’yi ne Kemal Tahir’i sundu. Ne Faulkner’ı ne Rimbaud’u ne Rilke’yi sundu. Kapısına ram olduğumuz akademi bize Türk Edebiyatı diye olmadık şeyler anlattı durdu. İlk köy romanı realitesi diye Karabibik diye bir eser okuduk mesela. Bir çift öküz edinmeye çalışan tek çocuklu dul bir çiftçinin başından geçenler anlatılıyordu kısaca. Ve roman çok ilginçtir ki tam da şöyle başlıyordu.
“hakikiyun mesleğinde yazılmış bir roman mütalaa etmemişseniz işte size ben bir tane takdim edeyim.”
Dünya kadar derdi olan bir coğrafyanın en gözde edebiyatçılarından biri hakikiyun diye bize gevezelikler anlatıyordu. Ve acı gerçekle yüzleşmem gerekti. Demek ki fakülte bizi uyandırmak için değil uyutmak içindi ve haliyle dersleri boşladım. Şimdilerde yaşım otuz üç ve Ferit Edgü’nün Hakkâri’de Bir Mevsim adlı romanını okuyunca son zamanlarda Türk Edebiyatında bu kadar hakikiyun bir roman okumadığımı fark ettim. İşte bu uzun girizgâh 1976 yılında basılan bu eşsiz roman içindi. Böylesi bir roman dururken hakikiyun diye Karabibik’ten bahsetmek bence cinayet masasının konusu olmalı.
İlk olarak “O” adıyla basılan kitap İshak’ın yazarı Onat Kutlar tarafından senaryolaştırılıp filmi yapılınca “Hakkâri’de Bir Mevsim” olmuş ve şimdilerde otuz dördüncü baskısıyla Sel Yayınları'nda.
Dilini ve kültürünü hiç bilmediği bir köye öğretmen olarak atanan anlatıcının insanlarla iletişime geçme çabaları ve kendine yeni yaşam yolları denemesini anlatıyor kitap. Şehir hayatının debdebesinden küçük bir köyde yaşama tutunurken sadeleşmesi ve iyileşmesini anlatıyor bize. Bir kere sanılanın aksine hiç de yadsımaz köyü anlatıcı, reddetmez. Bütün doğallığıyla ve merhametiyle hemen bir bağ kurar o insanlarla. Oradan kaçmak gibi bir lüksü varken onları anlamaya çalışır. İlginç şekilde köye nasıl geldiğini de bilmez anlatıcı. Rüyayla gerçek arasında bir yerlerdedir. Bu yanıyla romanda bir Borges havası yok değil. Gerçeklik algımızla oynar anlatıcı. Çünkü gerçek olamayacak kadar ironik bir durumun tam ortasına düşmüştür.
“Uzun gecelerde, yalnızlığın gecelerinde bir de bakarsın ki dilinden anlamadığın kitap, sizin dilinizden anlamaya başlamış ve size açılıyor” der bir yerinde anlatıcı. Duymak isteyene bir çift kulak yeter de artar çünkü. Duymak istemeyenin yüz kulağı olsa ne yazar?
Romanın dili oldukça şiirsel ve mensur diyebileceğimiz biçimde yazılmıştır. Ayrıca yazarın ressam kimliğinden de olsa gerek karlı ve yüksek tepelerin tasvirleri öylesine canlı ki görsel bir dil hâkim olmuş romana. Az kelimeyle çok şey anlatmaya çalışmış Ferit Edgü. Çehov’un “vaktim olsaydı daha kısa yazardım” sözünü burada anmazsak olmaz herhâlde.
Bireyin varoluşsal meselesini coğrafi bir kasvetin de getirdiği baskı altında sorgulaması alabildiğine gerçek alabildiğine hüzünlü bir kurgu. İç dünyası ile dış gerçeklik arasında gelgitler yaşayan bir öğretmenin kendini karlı kaplı dağlar arasında bulduktan sonra en çok da kendini sağaltmak için giriştiği aynı zamanda da oldukça insani olan mücadele takdire şayan. Bu açıdan ideolojilerin kör ettiği gözleri açacak çok unsur barındırıyor roman. İşte insanını kendine dert edinmiş bir zihnin kalemin dökülecek roman budur diyesim geliyor. Üçüncü dünya aydınının ise bize sunacağı romanlar maalesef topyekûn müfredatta. Toplum gerçekleri ayan beyan ortada dururken, çarpık bir modernleşmenin bütün problemlerini her hücremizde hissederken anlatılacak meseleler hassas gözlerin ve kalplerin ilgisine muhtaç. Bir roman çağına bir şey katmıyorsa onu neden okuyalım ki?
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
Ferit Edgü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ferit Edgü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
12 Nisan 2018 Perşembe
15 Eylül 2014 Pazartesi
Doğu öyküleri
Bugünlerde Ferit Edgü okuyorum. Toplu öyküler: Leş. Kitapta “Doğu Öyküleri” başlığı altındaki bölümde “Annem ve Ben” öyküsü çaresizliği, yoksunluğu anlatıyor. Devlet ve Allah’ın olmadığı coğrafyayı. Niçin böyle söyledim? Öyküler öyle söylüyor. “Ne” öyküsü şöyle başlıyor: “Tanrının olmadığı bu dağ başında ne arıyorsun?”
“İbramın Oğlu İbramın Öyküsü”ndeki Allahsızlık insanın kanını donduruyor. Babasının onuru için komşuları Abdülhay’ın oğlu Memo’yu öldüren İbram’ı cezaevinde ziyarete gelen hasmı Abdülhay, İbram’a şöyle der: Senin karın ile Memo’mun karısı karısı, çocuklar böylece dul ve yetim kalmışlardır. Ben Memo’mun karısına ve torunlarıma bakarım. Senin baban da senin karına ve torunlarına bakar. Ancak bil ki, senin baban, senin karını, kadını bilip ondan bir çocuk yapmıştır…Daha bitmedi… seninle aramızda artık komşuluk da kalmadı. Baban benim sınırımı tanıdı ve evinizi de tarlanızı da bana sattı” (Edgü, 2014: 182-183). Öykünün devamında İbram’ın babasının aileyi toplayıp kaçtığına da değiniyor, ancak kaçış utanca değil ölüm korkusuna dayanmaktadır.
Doğu Öyküleri’nde Ferit Edgü sık sık insanların niçin birbirlerini vurduklarını sorgular. Bu sorgunun cevabı yine “İbramın Oğlu İbramın Öyküsü”nde verilecektir: “İki arazi, belki uzaktan ayırt etmişsindir, komşudur, aralarında başka bir arazi yoktur. Arazi dediğim ekilip biçilmeyen bir otlak. İkisini toplasan elli dönüm etmez. De ki yüz dönüm eder. Bu da on koyun beslemez. Ama bizim burda inat vardır. Düşmanlık vardır. Herkes birbirine düşmandır. Arazi kavgası ekmek kavgası değil, içine sıçtığım hayınlık, düşmanlık kavgasıdır” (Edgü, 2014: 181).
Anlatıcı, “Doğu”ya gelen öğretmenin dağ başındaki ortak yaşamın köylüleri değil öğretmeni değiştirdiğinden bahsediyor. “Birkaç Sözcük” öyküsünde anlatıcı “ortak dilin, ortak sözcükler demek olmadığını”n bilincine varır. Öykünün sonunda anlatıcı, “Bu ortak dil onları değiştirmedi, ama beni değiştirdiği kuşkusuz. Her geçen gün, o dağ başındaki köydeki ortak yaşamımızın bende bıraktığı derin izi görüyorum; yaşıyorum” diyecektir. “Mutluluk” başlıklı öyküde bir dağ köyünün iskânı için sorumlu olarak görevlendirilen mimarın köye yol, konut yapmak için aldığı ödeneği köylünün direnişi nedeniyle gereği gibi kullanamaması anlatılır. Köylünün içinde yaşadığı mağaralar çökmek üzeredir. Mimar köylülere yeni konutların yapılması halinde elektriğe de kavuşabileceklerinden bahseder. Köylünün bu tasarıya cevabı, “İçinde yaşayıp yaşayamayacağımızı bilmediğimiz evleri bizler yapamayız ve bu konuda sana yardımcı olamayız” şeklinde verilir. Mimar, bu cevap üzerine Bakanlığın kendisine verdiği bütçeyi yeni konutlar yapmak yerine mağaraları onarmakta kullanır. Tüm onarım çalışmaları altı yıl sürer, mimar da bu sürede mağarada yaşar; bağlı bulunduğu Bakanlığa, tasarıyı gerçekleştiriyormuş gibi düzme raporlar yazar. Oturulan tüm mağaraların onarımı sona erdiğinde işinin başına ve ailesinin yanına dönmeyecektir. Bunda görevini kötüye kullandığı, yeni konutlar yapıp köy sakinlerini bu konutlara yerleştirmediği, kullanımına verilen parayı mağaraların onarımında kullanması nedeniyle yolsuzlukla suçlanacağı korkusu yatmaktadır. Nihayet geçmişini silip, burda, mağaralarda yaşayan insanlar arasında yaşamını sürdürmeyi seçer. “Birkaç Sözcük” öyküsündeki “değişim” “Mutluluk” öyküsünde de yinelenir. Yabancı, Doğu’nun mantığına akmakta ve değiştirmek için geldiği beldelerde değişmektedir.
“Doğu Öyküleri” bir anlamda ölümü ve varoluşu sorgulamaktadır diyebiliriz. Bu öykülerde sıkışmışlığın, mahrumiyetin ve nihayette kaçamamanın anlatısı hesaba çekilmektedir. “Atsız” öyküsünde “Ben de burdan kaçmak istedim. Ama bırakmadılar. Sonunda, beni bırakmayanların- daha doğrusu buradan kaçamayanların- arasında buldum kendimi” (Edgü, 2014: 199) denilerek herkesin herkese gardiyan oluşundan, kapana kıstırışından bahsedilmektedir. Bu da Doğu Öyküleri’nin Devlet ve Allah’ı silikleştiren ana temasının neden bu derece güçlü olduğunu gösterir. “Kayıt” başlıklı öyküde “devlet”in sadece evrak kaydettiği, evrakları kimsenin okumadığı anlatılır. Bu öyküde görevli, ikinci işinin “konuşulanları yazmak”la ilgisinden de bahseder. Böylece devletin devlet olmayanı tasnif etmekle belirlenmiş bir görev tanımı yaptığı söylenebilecektir. Evrakların okunmaması beşerî, kamusal anlamda kimsenin (görevlilerin) meseleleri çözmediğini işaret etmektedir. Devletin silikleşmesi, Allah’ın da reddini kaçınılmaz kılmıştır.
Görevli silikleşmiş devletteki görevini kutsar ve şöyle der: “Doğu’da herkes görevini yapmakla yükümlüdür.”
“Yıkılmış” öyküsünde kahraman “Bunlar Tanrı’dan korkmaz mı?” diye sorar ve “Tanrı’nın bu dağ başında işi ne? (…) Biz burda işimizi kendi aramızda görüyoruz” cevabı ile karşılaşır. “Ses” öyküsünde ölüm coğrafyaya hükmeder ve her şeyi öldürür. “Karakış” öyküsünde ise ölümün her şeyi “öldürmesi” nedeniyle “ne yapacağız?” sorusu soran yazara verilen cevap “O zaman kendi içimize döneceğiz Hocam” şeklindedir. Hocanın kitabî bilgisi ile coğrafyanın ekmek, su, maişet, dirlik, düzen vermez şartları arasındaki çatışma bir türlü aşılamaz. Allah ve Devlet olanca yücelikleri ile “ötede”, uzaktadır ve insanların içinde bulunduğu şartlara, nizamsızlığa, kaosa duyarsızdır. “Hoş” öyküsünde genç adam, öğretmene “Bu dağları da Tanrı yarattı (…) bu sarp dağları, bu topraksız dağları, bu ağaçsız dağları” diyerek Allah ile meşakkati (imtihanı) yoğun “dağ” arasında bir eşleme yapılır. Öğretmen “Peki insanları yaratmadı mı?” diye sorunca, genç adam “Hayır. İnsanlar kendi kendilerini yarattılar” diyecektir (Edgü, 2014: 214). Bu cevabın sebebi “Pusula/sız” öyküsünde verildiği gibi insanın “kendi yolunu kendin aç”mak zorunda kalmasıdır (Edgü, 2014: 210).
Doğu Öyküleri’nde asıl karakter, “köyleri göçmüş, köpekleri bile havlamayan” coğrafya ve “aç kurtların indiği karakış”la yaşanan iklimdir. İnsansızlık bir düzen tutmasına fırsat vermemektedir. Şehir, kasaba, köyler boşalmıştır. Geride kalanlar şehre, kasabalara, köylere varırlar; geniş arazilerde eskiden yaşanmış uygarlığın insansız yıkıntılarını dolaşırlar. Ancak geçmiş uygarlığı ihya edecek bir umut yoktur. Bu aşamada herkes ölümü beklemektedir ve ölümle yüzleşmektedir. Bu artık sadece ölüm bile değildir; “leş”tir:
Annem ve Ben
“Köy göçmüş.
Çocuklar (bile) ölmüş.
Aileden hayatta bir o kalmış bir de annesi.
Böyle diyor:
Peki siz ne yapacaksınız? diye soruyorum, yalnızca bir şey söylemiş olmak için.
Duralamadan, ilkin soruyor, sonra yanıtlıyor:
Biz mi? Biz de yakında öleceğiz. Annem de, ben de.
Peki niçin gitmiyorsunuz burdan? diyorum.
Gitmek mi? diyor (şaşkın) Biz her yere gittik. Annem ve ben.
Burdan başka neresi kaldı ki?”
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
“İbramın Oğlu İbramın Öyküsü”ndeki Allahsızlık insanın kanını donduruyor. Babasının onuru için komşuları Abdülhay’ın oğlu Memo’yu öldüren İbram’ı cezaevinde ziyarete gelen hasmı Abdülhay, İbram’a şöyle der: Senin karın ile Memo’mun karısı karısı, çocuklar böylece dul ve yetim kalmışlardır. Ben Memo’mun karısına ve torunlarıma bakarım. Senin baban da senin karına ve torunlarına bakar. Ancak bil ki, senin baban, senin karını, kadını bilip ondan bir çocuk yapmıştır…Daha bitmedi… seninle aramızda artık komşuluk da kalmadı. Baban benim sınırımı tanıdı ve evinizi de tarlanızı da bana sattı” (Edgü, 2014: 182-183). Öykünün devamında İbram’ın babasının aileyi toplayıp kaçtığına da değiniyor, ancak kaçış utanca değil ölüm korkusuna dayanmaktadır.
Doğu Öyküleri’nde Ferit Edgü sık sık insanların niçin birbirlerini vurduklarını sorgular. Bu sorgunun cevabı yine “İbramın Oğlu İbramın Öyküsü”nde verilecektir: “İki arazi, belki uzaktan ayırt etmişsindir, komşudur, aralarında başka bir arazi yoktur. Arazi dediğim ekilip biçilmeyen bir otlak. İkisini toplasan elli dönüm etmez. De ki yüz dönüm eder. Bu da on koyun beslemez. Ama bizim burda inat vardır. Düşmanlık vardır. Herkes birbirine düşmandır. Arazi kavgası ekmek kavgası değil, içine sıçtığım hayınlık, düşmanlık kavgasıdır” (Edgü, 2014: 181).
Anlatıcı, “Doğu”ya gelen öğretmenin dağ başındaki ortak yaşamın köylüleri değil öğretmeni değiştirdiğinden bahsediyor. “Birkaç Sözcük” öyküsünde anlatıcı “ortak dilin, ortak sözcükler demek olmadığını”n bilincine varır. Öykünün sonunda anlatıcı, “Bu ortak dil onları değiştirmedi, ama beni değiştirdiği kuşkusuz. Her geçen gün, o dağ başındaki köydeki ortak yaşamımızın bende bıraktığı derin izi görüyorum; yaşıyorum” diyecektir. “Mutluluk” başlıklı öyküde bir dağ köyünün iskânı için sorumlu olarak görevlendirilen mimarın köye yol, konut yapmak için aldığı ödeneği köylünün direnişi nedeniyle gereği gibi kullanamaması anlatılır. Köylünün içinde yaşadığı mağaralar çökmek üzeredir. Mimar köylülere yeni konutların yapılması halinde elektriğe de kavuşabileceklerinden bahseder. Köylünün bu tasarıya cevabı, “İçinde yaşayıp yaşayamayacağımızı bilmediğimiz evleri bizler yapamayız ve bu konuda sana yardımcı olamayız” şeklinde verilir. Mimar, bu cevap üzerine Bakanlığın kendisine verdiği bütçeyi yeni konutlar yapmak yerine mağaraları onarmakta kullanır. Tüm onarım çalışmaları altı yıl sürer, mimar da bu sürede mağarada yaşar; bağlı bulunduğu Bakanlığa, tasarıyı gerçekleştiriyormuş gibi düzme raporlar yazar. Oturulan tüm mağaraların onarımı sona erdiğinde işinin başına ve ailesinin yanına dönmeyecektir. Bunda görevini kötüye kullandığı, yeni konutlar yapıp köy sakinlerini bu konutlara yerleştirmediği, kullanımına verilen parayı mağaraların onarımında kullanması nedeniyle yolsuzlukla suçlanacağı korkusu yatmaktadır. Nihayet geçmişini silip, burda, mağaralarda yaşayan insanlar arasında yaşamını sürdürmeyi seçer. “Birkaç Sözcük” öyküsündeki “değişim” “Mutluluk” öyküsünde de yinelenir. Yabancı, Doğu’nun mantığına akmakta ve değiştirmek için geldiği beldelerde değişmektedir.
“Doğu Öyküleri” bir anlamda ölümü ve varoluşu sorgulamaktadır diyebiliriz. Bu öykülerde sıkışmışlığın, mahrumiyetin ve nihayette kaçamamanın anlatısı hesaba çekilmektedir. “Atsız” öyküsünde “Ben de burdan kaçmak istedim. Ama bırakmadılar. Sonunda, beni bırakmayanların- daha doğrusu buradan kaçamayanların- arasında buldum kendimi” (Edgü, 2014: 199) denilerek herkesin herkese gardiyan oluşundan, kapana kıstırışından bahsedilmektedir. Bu da Doğu Öyküleri’nin Devlet ve Allah’ı silikleştiren ana temasının neden bu derece güçlü olduğunu gösterir. “Kayıt” başlıklı öyküde “devlet”in sadece evrak kaydettiği, evrakları kimsenin okumadığı anlatılır. Bu öyküde görevli, ikinci işinin “konuşulanları yazmak”la ilgisinden de bahseder. Böylece devletin devlet olmayanı tasnif etmekle belirlenmiş bir görev tanımı yaptığı söylenebilecektir. Evrakların okunmaması beşerî, kamusal anlamda kimsenin (görevlilerin) meseleleri çözmediğini işaret etmektedir. Devletin silikleşmesi, Allah’ın da reddini kaçınılmaz kılmıştır.
Görevli silikleşmiş devletteki görevini kutsar ve şöyle der: “Doğu’da herkes görevini yapmakla yükümlüdür.”
“Yıkılmış” öyküsünde kahraman “Bunlar Tanrı’dan korkmaz mı?” diye sorar ve “Tanrı’nın bu dağ başında işi ne? (…) Biz burda işimizi kendi aramızda görüyoruz” cevabı ile karşılaşır. “Ses” öyküsünde ölüm coğrafyaya hükmeder ve her şeyi öldürür. “Karakış” öyküsünde ise ölümün her şeyi “öldürmesi” nedeniyle “ne yapacağız?” sorusu soran yazara verilen cevap “O zaman kendi içimize döneceğiz Hocam” şeklindedir. Hocanın kitabî bilgisi ile coğrafyanın ekmek, su, maişet, dirlik, düzen vermez şartları arasındaki çatışma bir türlü aşılamaz. Allah ve Devlet olanca yücelikleri ile “ötede”, uzaktadır ve insanların içinde bulunduğu şartlara, nizamsızlığa, kaosa duyarsızdır. “Hoş” öyküsünde genç adam, öğretmene “Bu dağları da Tanrı yarattı (…) bu sarp dağları, bu topraksız dağları, bu ağaçsız dağları” diyerek Allah ile meşakkati (imtihanı) yoğun “dağ” arasında bir eşleme yapılır. Öğretmen “Peki insanları yaratmadı mı?” diye sorunca, genç adam “Hayır. İnsanlar kendi kendilerini yarattılar” diyecektir (Edgü, 2014: 214). Bu cevabın sebebi “Pusula/sız” öyküsünde verildiği gibi insanın “kendi yolunu kendin aç”mak zorunda kalmasıdır (Edgü, 2014: 210).
Doğu Öyküleri’nde asıl karakter, “köyleri göçmüş, köpekleri bile havlamayan” coğrafya ve “aç kurtların indiği karakış”la yaşanan iklimdir. İnsansızlık bir düzen tutmasına fırsat vermemektedir. Şehir, kasaba, köyler boşalmıştır. Geride kalanlar şehre, kasabalara, köylere varırlar; geniş arazilerde eskiden yaşanmış uygarlığın insansız yıkıntılarını dolaşırlar. Ancak geçmiş uygarlığı ihya edecek bir umut yoktur. Bu aşamada herkes ölümü beklemektedir ve ölümle yüzleşmektedir. Bu artık sadece ölüm bile değildir; “leş”tir:
Annem ve Ben
“Köy göçmüş.
Çocuklar (bile) ölmüş.
Aileden hayatta bir o kalmış bir de annesi.
Böyle diyor:
Peki siz ne yapacaksınız? diye soruyorum, yalnızca bir şey söylemiş olmak için.
Duralamadan, ilkin soruyor, sonra yanıtlıyor:
Biz mi? Biz de yakında öleceğiz. Annem de, ben de.
Peki niçin gitmiyorsunuz burdan? diyorum.
Gitmek mi? diyor (şaşkın) Biz her yere gittik. Annem ve ben.
Burdan başka neresi kaldı ki?”
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)