"Mehmet Âkif'in hayatı, eserlerinden çok daha muhteşem bir şiirdir."
- Hüseyin Cahit Yalçın
Bazı isimlerin büyüklüğü, vefatlarından yüz yıl geçse de kendinden bir şey kaybetmiyor, eksilmiyor. İlginçtir ki yakın dönem siyaseti yahut edebiyatından böyle isimler kalacak mı bilemiyoruz, muallak. Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Erol Güngör, Cemil Meriç, Mehmet Âkif, gibi isimler, sanki gün geçtikçe büyüyor, insanlar gerek kendi içlerindeki gerek memlekete dair düşüncelerindeki eksiklikleri bu isimlerle kapatmaya gayret ediyor. Bazı kesimler bu hâli "eskicilik" oyununa benzetse de kabul etmeliyiz ki zamanında kıymetini bilemediğimiz isimlere çok sonraları ihtiyaç duyabiliyoruz, duyuyoruz. Said Halim Paşa'nın eserleri de böyledir misal, Ahmed Cevdet Paşa'nın da.
Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı'nı Sefahat'ine almayıp bu eseri millet yazmıştır diyerek askerimize ithaf etmiştir. Marşın yazıldığı zamanlarda kendisinin Taceddin Dergâhı'nda yaşadığını ve sık sık "milletten" birilerinin bu dergâha uğrayıp kendisiyle fikir teatisinde bulunduğunu bazı kaynaklardan öğrenebiliyoruz. Dönemin bir şairi de, milletvekili de, şeyh efendisi de, mimarı da ressamı da dergâha gitmiş, marşın yazılışına ne kadar dahil olmuş tam olarak bilemesek de en azından tahmin edebiliyoruz. Yani marş, birilerinin ısrarla söylediği bir oyundan, bir yarışmadan ibaret değildi. Böyle düşünüp de yazıp katılanlar olabilir lakin Mehmet Âkif Ersoy'daki şiir, marş, millet bilinci şüphesiz ortadadır. "Ben vatan haini miyim ki, peşime polis takıyorlar?" diyerek Mısır'da sürgün hayatı yaşamış olan merhumun cenazesine resmi bir katılım olmamış, mezarı dahi üniversiteli gençler tarafından yaptırılmıştır. Bunda aranacak sebepleri de tarihimiz "görebilene" yazmıştır. Zira tarihin asıl damarı, vicdanlarda atmıştır ve atmaktadır.
Fatih Bayhan, daha evvel Enver Paşa'nın torunu Osman Mayatepek'le konuşmuş ve ortaya önemli bir anı kitabı çıkmıştı: Dedem Enver Paşa. Bu kez Mehmet Âkif'in biri hayatta olan diğeriyse röportajların yapıldığı zamanlarda vefat eden iki torunu Selma Argon ve Ferda Argon'la konuşarak, zorluklarla geçe bir ömrün saklı kalmış hikâyesine ses olmaya çalışmış: Dedem Mehmet Âkif. Hatırlatmakta fayda var ki Timaş Yayınları daha evvel de İsmail Kara imzasıyla bir kitap yayınlamış ve çok büyük bir arşiv açığını kapatmıştı: Elemim Bir Yüreğin Kârı Değil / Mehmet Âkif Albümü. Dedem Mehmet Âkif'de, iki torunun anılarından ve dilinden merhum büyük şairin nasıl bir eş, baba ve dede olduğundan en yakın dostlarına, meşguliyetlerine, ailesinin akıbetine, oğlu Emin'in vefatının ardındaki sırra, ailenin şimdiye kadar hep susmasındaki sebebe kadar birçok konuda kapalı kalan mevzular açıklanıyor. Kitabın sonundaki albüm de şairin mazisine yolculuk babında önemli fotoğraflar barındırıyor.
Torunlarının anlattıkları ve mektuplar vasıtasıyla şunu görüyoruz ki Mehmet Âkif ümidini asla yitirmeyen bir vatanseverdir. Her vatanseverde olduğu gibi bir karamsarlığı vardır fakat daima ümidi de vardır. Selma Argon önemli konulara temas etmiş bu konuda: "Halide Edip bir yerde, "Büyük bir vatansever, bu kadar inanmış olmak çok zor" demiş onun hakkında. Halide Edip karamsarlığa kapılıp, "Amerikan mandasına girelim" demiştir. Cenap Şahabettin'in bir şiiri var, hep okurum. Orada diyor ki, "Bu millet, Balkan Savaşı'ndan, Birinci Dünya Savaşı'ndan perişan çıktı, bu savaşı kazanacağımıza asla inanmıyorum. İnansaydım kellemi dilekçe yapıp kılıcınıza sunardım" diyor. Asla inanmıyor. Fakat dedem o zaman çıkıyor, "İmanımız var" diyor. Dedem bu savaşı kazanacağımıza ve Atatürk'e o kadar inanıyor ki en büyük yazarların, çizerlerin, herkesin kaçıp Milli Mücadele'ye katılmayı düşünmedikleri dönemde dedem şairliği bir tarafa bırakıp öne çıkıyor, Anadolu'ya gidiyor, "Şimdi susmak zamanı değil, haykırmak zamanı. İnsanları uyandırmak lazım." diyor."
Mehmet Âkif'in verdiği vaazlardan evvel özel çalıştığını yine torunlarının dilinden öğrenebiliyoruz bu kitapla. Özellikle seçtiği ayetler, o dönem milleti uyandırmak için neler düşündüğünün birer göstergesi gibi. 19 Teşrinisani 1336 (1920) Cuma günü, Kastomunu'daki camide Âl-i İmran Suresi'nin 118. ayetini okuyor ve tefsirini yapıyor Âkif. Ayet-i şerifin meali şöyle: "Ey iman etmiş olanlar! Sizden olmayanı sırdaş edinmeyin, onlar sizi şaşırtmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların öfkesi ağızlarından taşmaktadır, kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür. Eğer aklediyorsanız, şüphesiz size ayetleri açıkladık."
Bir takım avutmalara, uyutmalara, oyunlara, hesaplara aldırış etmeden milleti uyandırmak için sözü elinden geldiğince kullanmış, hatipliğini bu yol üzere yapmış olan büyük şair, bir konuşmasında cemaate şunları söylemiştir: "Avrupalılara, Amerikalılara dinsiz derler. Size bir hakikat daha söyleyeyim mi? Dünyada din ile en az mukayyet olan bir memleket varsa o da bizim memleketimizdir. Bugün Cuma olduğu hâlde Kastamonu'nun en şerefli camisinde, görüyorsunuz ya, kaç saflık cemaat bulunuyor!
Sanatla da yakından alakalıymış Mehmet Âkif. Ferda Argon şöyle diyor: "Dedem hem resim hocası tutmuş anneme hem de müzik. Çünkü annem resim yapmayı çok istiyormuş. Ayrıca keman çalmak da istiyormuş. Dedem özellikle bu eğitimleri aldırıyor."
Kitapta Ferda Argon'dan, Mehmet Âkif'in meal çalışmasının da yakılmış olduğunu okuyabiliyoruz. Şöyle diyor Ferda Hanım: "Yakılmış. Onun, vasiyetine aykırı hareket edecek dostları yoktu. Kendi etrafında kendi gibi dostları vardı. Uzun müddet saklamış olabilirler. İşittiğim kadarıyla bir müddet saklanmış. Ancak daha sonra kurulan bir heyetle bu vasiyet yerine getiriliyor. Biz ailesi olarak bu durumdan haberdar değiliz. Ancak gelişmeleri de yakından takip ediyoruz."
Merdivenleri çıkamayan anneannesini sırtına alıp da öylece eve çıkartan Mehmet Âkif, gerektiği zaman yemek de yapar, evi de düzenlermiş. Ailesine çok düşkün olan şairin hayatı, dize dize şiirlerindedir. "Bir baksana gökler uyanık, yer uyanıktır / dünya uyanıkken uyumak, maskaralıktır" derken en yakınından uzağına, memleket derdinden uzak olan herkesi kastetmiştir. Bir kez daha ve bir kez daha Âkif'i tanımak, hayatını en yakınlarından okumak için Dedem Mehmet Âkif önemli bir başvuru kitabıdır.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Fatih Bayhan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fatih Bayhan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
9 Şubat 2016 Salı
11 Mart 2015 Çarşamba
Enver Paşa'yı torunu anlatıyor
"Hoş gelişler ola, kahraman Enver Paşa
Bir emir ver orduna, Kafkas Dağı'nı aşa
Askerin, milletin, bayrağınla çok yaşa
Arş arş arş ileri ileri, dönmez geri, Türk'ün askeri."
(Özbek Şairi Çolpan'ın Enver Paşa'nın ölümü üzerine yazdığı şiirdir. Sözleri nedendir bilinmez, sonradan değiştirilmiştir.)
En baştan söylemek isterim ki bu kitabı önerme sebebim bir şahsiyeti övmek ya da yermek değil; bilhassa tarih tutkunlarını anı, belge, fotoğraf yakalamaya doğru meraklandırmak. Sosyal medya denen kirli ve çöp dolu ortamda maalesef yanlış anlaşılmaktan daha kolayı yok. Bir şairin dizesini paylaşıp bir anda o şairin fikirdaşı gibi anılabilirsiniz. Şimdi Enver Paşa'ya dair bu kitabı paylaşınca acaba ben de İttihatçı mı olacağım? Sevgili okuyucu, bu kirli ortamda çevrilen dolaplar umurumda değil. Ben bir kitabın içinde sizin merakınıza dair bir şeyler olacağını düşünürsem hakkında iki kelam eder geçerim. Lokmân suresinin 23. ayetinde Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir." (İmam İskender Ali Mihr meâli.)
Söyleşi, röportaj; ne denirse densin bu tip kitapların hem hızlı okunabilir olması hem de kronolojik bir süreçte ilerlemesi okuyucuya hem keyif verir hem de diğer tarih kitaplarında görmediği notlarla karşılaştırır. Sadece tarihi şahsiyetlerin değil; meçhul subayların, şairlerin ve musikişinasların anıları da mutlaka okunması gerekir. İçlerinden en çok musikişinaslarda ve şairlerde şifa bulduğumu, kendi nazarımda söyleyebilirim. Lakin tarih bu, içinde devadan çok dert var. Enver Paşa da, tarihimizin dertli şahsiyetlerinden, komutanlarından biri. Önce ailesiyle ilgili kısa bir anekdotla başlamak isterim. Fatih Bayhan soruyor, paşanın torunu Osman Mayatepek cevaplıyor.
"Enver Paşa'nın kızı yani anneniz Türkân Hanım nasıl bir insandı?
Zayıf insanları koruyan, çok alçakgönüllüydü fakat kendini hiçbir zaman ezdirmezdi. Annem bir aralık TRT'de çalışmıştı... Bir gün dönemin TRT genel müdürü odaya giriyor, annem o zaman dalmış işini yapıyor, hiç farkında bile değil. Adam, "Kızım, sen benim kim olduğumu biliyor musun? Ben genel müdürüm niye ayağa kalkmadın?" diyor. Annemin cevabı kısa ve net, "Şu anda işim var onun için ayağa kalkmadım, çalışıyorum. İkincisi ben sizin kızınız değilim. Lütfen, kızım diye değil hanımefendi diye hitap ediniz" diyor. Adam şaşırıyor, odasından çıkıyor, birine soruyor, "Kimdir bu hanımefendi?". Diyorlar ki, "Efendim bu Enver Paşa'nın kızıdır.". Arkadan birisi atlıyor, "Yok yok Enver Paşa'nın ta kendisidir". Ondan sonra genel müdür saygı duyuyor, içeri girerek özür diliyor."
Enver Paşa'nın oğlu Ali Enver'in de başına pek iyi şeyler gelmemiş. Hava Harp Okulu'nda çok başarılı ve hatta kurmay sınavını dereceyle geçmiş bir öğrenciyken "Enver Paşa'nın oğludur, belki başımıza bir dert olur" diye terfi etmemişler. Hatta eski hava kuvvetleri komutanı Muhsin Batur Paşa, Ali Enver'in cenaze töreninden sonra Osman Mayatepek'e "Biz büyük bir hata, hatta cinayet işledik. Bu çocuk hava kuvvetleri komutanı olması lazımken şu anda böyle trajik bir şekilde öldü" dedi.
Enver Paşa'nın kendi hayatı da ve anlayacağınız üzere aile efradının hayatı da son derece zorlu geçmiş. Eşi Naciye Sultan'a yazdığı mektuplara bakınca -ki bu mektupların tamamı yayımlanmak üzere Murat Bardakçı'dadır- aslında romantik, sevgi dolu, evlatlarına ve eşine düşkün bir aile babası görürüz. Fakat bunlardan da öte bir vatan sevgisi vardır kelamında. Naciye Sultan Berlin'deyken kendisi Orta Asya Türklerini sömürgeci İngilizlere karşı bir arada tutmak ve emperyalist güçlerden kollamak adına çalışmalar yaparken, yazdığı mektuplarda ne kadar evlat özlemi varsa, o kadar vatan özlemi de vardır. Birçok kez Mustafa Kemal Paşa'ya geri dönmek istediğini, kendine bağlı askerlerle istiklâl mücadelesi vermek istediğini söylemiş lâkin Mustafa Kemal Paşa'nın cevapsız yahut olumsuz mektupları sonrasında bu kararından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Bir mektubunda, bu tahammülün de bir sonu olduğunu şöyle dile getirmiştir:
"...Mamafih şimdilik Moskova'da bulunarak hariçten yine memlekete yardım etmeye devam ettiğimizden gelmiyoruz. Fakat bunu da itiraf etmemiz lâzım gelir ki, hiçbir sebeb-i kanunide olmayarak memleket haricine nef'i şeklindeki arzunuza ilelebet tahammül bize pek ağır ve sefilâne gelir. Mamafih vatan için buna da şimdilik katlanıyoruz. Binaenaleyh hariçte kalmanın maksad-ı umuminiz olan başta Türkiye olmak üzere kurtarmaya çalıştığımız İslâm âlemi için faydasız ve belki de tehlikeli olduğunu hissettiğimiz anda memlekete geleceğiz."
Sarıkamış'ta olanlar sebebiyle Enver Paşa hakkında yazılanlara belgelerle birlikte zamanında merhum Nevzat Kösoğlu, "Şehit Enver Paşa" adlı hacimli eseriyle cevap vermeye çalışmıştı. Osman Mayapetek de sık sık bu kitaba atıfta bulunuyor. Edirne'yi fırsattan istifade ederek yeniden alan, Resneli Niyazi Bey ile dağa çıkıp II. Meşrutiyet'in ilanını sağlayarak "Hürriyet Kahramanı" olarak anılan, Trablusgarp'ta yerli halkı teşkilatlandırarak cepheyi İtalyanlara cehennem eden, Çanakkale'de bana imanıyla savaşacak adam lâzım diye düşünerek orduya bol bol yeni subay takviyesi yapan Enver Paşa'dır. Ancak tarih hataları affetmez. Bab-ı Âli baskını, Balkan Harbi'ndeki facialar, tehcir kanunu, Sarıkamış, Almanlarla ittifak ve ne yalan söyleyeyim "Enveriye yazısı" denen alfabe tuhaflığı da derken Enver Paşa hain ilan edildi. Benim hâlâ anlayamadığım tek şey, okur yazar oranı artar diye düşünülerek "icat edilen" bu son bahsettiğim alfabe olayıdır. Türk'ün eski(mez) yazısı üzerinde yapılan her tür şey beni rahatsız etmiştir tarih okumalarımda. Her Türk'ü de eder, etmelidir.
3 Ağustos 1996'da Enver Paşa'nın naaşı, Tacikistan'ın başkenti Duşanbe'ye 200 km uzaklıktaki Belçivan'dan İstanbul'a getirilebildi. Şehit oluşundan 74 yıl sonra. Şişli'deki Abide-i Hürriyet Tepesi'ne defnedildikten sonra orada metruk bir hâlde bırakıldı. Tinercisi, ayyaşı, serserisi mezarın çevresini yıllarca leş gibi bıraktı, kimse de ilgilenmedi. Bir sözüm ona tarihçi, Abide-i Hürriyet Tepesi'nin karşısına dikilen Adalet Sarayı'nı bile "ilahi adalet" olarak nitelendirdi. Anlayacağınız o ki tarihçilerimiz çok kolay hain ilân eder, okuyucu da her dolmayı yer. Kendisi hakkında önemli yorumlardan biri Yusuf Gedikli'ye aittir: "Enver Paşa devrinin gereği milliyetçi, dindar ve mason olmayan nadir şahsiyetlerden biriydi. Böyle olması tabii ki batıcı kamuoyu ve basında destek görmemesine sebep olmuştur. Son yıllarda Sarıkamış’ın sürekli gündeme getirilmesinin bir sebebi de budur. Niçin hiç kimse çöllerde şehit olan binlerce Türk gencini anmıyor? Ön yargıları kırmak için en tesirli yol, objektif, tarafsız eserler yazmaktır."
40 yıl süren hayatına çok şey sığdıran ve "Tarih şahittir ki, Türk askerinden şanlı, Türk askerinden fedakar hiçbir asker yoktur" diyen Enver Paşa, idealizminden zerre kadar taviz vermeden yaşamıştır. Neticede bir Kurban Bayramı sabahı (4 Ağustos 1922) Belçivan yakınlarında Agop Melkovian komutasındaki Bolşeviklere karşı yaptığı bir çarpışmada mitralyözün üzerine atını yalın kılıç sürerken şehit düşmüş, Çeğen köyüne gömülmüş ve uzun süre bu köyün efradınca yeri "zarar gelmesin" diye saklanmıştır. Kitabın sonunda bu konuya dair ilginç bilgiler ve bol fotoğraf da mevcuttur.
Enver Paşa'ya karşı ilgisi olan (her ilgi, sevgi değildir) tarih okurları için bu kitap, bir paşayı belge biriktirmeyi seven torunundan dinlemek için imkândır, vesselâm.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Bir emir ver orduna, Kafkas Dağı'nı aşa
Askerin, milletin, bayrağınla çok yaşa
Arş arş arş ileri ileri, dönmez geri, Türk'ün askeri."
(Özbek Şairi Çolpan'ın Enver Paşa'nın ölümü üzerine yazdığı şiirdir. Sözleri nedendir bilinmez, sonradan değiştirilmiştir.)
En baştan söylemek isterim ki bu kitabı önerme sebebim bir şahsiyeti övmek ya da yermek değil; bilhassa tarih tutkunlarını anı, belge, fotoğraf yakalamaya doğru meraklandırmak. Sosyal medya denen kirli ve çöp dolu ortamda maalesef yanlış anlaşılmaktan daha kolayı yok. Bir şairin dizesini paylaşıp bir anda o şairin fikirdaşı gibi anılabilirsiniz. Şimdi Enver Paşa'ya dair bu kitabı paylaşınca acaba ben de İttihatçı mı olacağım? Sevgili okuyucu, bu kirli ortamda çevrilen dolaplar umurumda değil. Ben bir kitabın içinde sizin merakınıza dair bir şeyler olacağını düşünürsem hakkında iki kelam eder geçerim. Lokmân suresinin 23. ayetinde Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir." (İmam İskender Ali Mihr meâli.)
Söyleşi, röportaj; ne denirse densin bu tip kitapların hem hızlı okunabilir olması hem de kronolojik bir süreçte ilerlemesi okuyucuya hem keyif verir hem de diğer tarih kitaplarında görmediği notlarla karşılaştırır. Sadece tarihi şahsiyetlerin değil; meçhul subayların, şairlerin ve musikişinasların anıları da mutlaka okunması gerekir. İçlerinden en çok musikişinaslarda ve şairlerde şifa bulduğumu, kendi nazarımda söyleyebilirim. Lakin tarih bu, içinde devadan çok dert var. Enver Paşa da, tarihimizin dertli şahsiyetlerinden, komutanlarından biri. Önce ailesiyle ilgili kısa bir anekdotla başlamak isterim. Fatih Bayhan soruyor, paşanın torunu Osman Mayatepek cevaplıyor.
"Enver Paşa'nın kızı yani anneniz Türkân Hanım nasıl bir insandı?
Zayıf insanları koruyan, çok alçakgönüllüydü fakat kendini hiçbir zaman ezdirmezdi. Annem bir aralık TRT'de çalışmıştı... Bir gün dönemin TRT genel müdürü odaya giriyor, annem o zaman dalmış işini yapıyor, hiç farkında bile değil. Adam, "Kızım, sen benim kim olduğumu biliyor musun? Ben genel müdürüm niye ayağa kalkmadın?" diyor. Annemin cevabı kısa ve net, "Şu anda işim var onun için ayağa kalkmadım, çalışıyorum. İkincisi ben sizin kızınız değilim. Lütfen, kızım diye değil hanımefendi diye hitap ediniz" diyor. Adam şaşırıyor, odasından çıkıyor, birine soruyor, "Kimdir bu hanımefendi?". Diyorlar ki, "Efendim bu Enver Paşa'nın kızıdır.". Arkadan birisi atlıyor, "Yok yok Enver Paşa'nın ta kendisidir". Ondan sonra genel müdür saygı duyuyor, içeri girerek özür diliyor."
Enver Paşa'nın oğlu Ali Enver'in de başına pek iyi şeyler gelmemiş. Hava Harp Okulu'nda çok başarılı ve hatta kurmay sınavını dereceyle geçmiş bir öğrenciyken "Enver Paşa'nın oğludur, belki başımıza bir dert olur" diye terfi etmemişler. Hatta eski hava kuvvetleri komutanı Muhsin Batur Paşa, Ali Enver'in cenaze töreninden sonra Osman Mayatepek'e "Biz büyük bir hata, hatta cinayet işledik. Bu çocuk hava kuvvetleri komutanı olması lazımken şu anda böyle trajik bir şekilde öldü" dedi.
Enver Paşa'nın kendi hayatı da ve anlayacağınız üzere aile efradının hayatı da son derece zorlu geçmiş. Eşi Naciye Sultan'a yazdığı mektuplara bakınca -ki bu mektupların tamamı yayımlanmak üzere Murat Bardakçı'dadır- aslında romantik, sevgi dolu, evlatlarına ve eşine düşkün bir aile babası görürüz. Fakat bunlardan da öte bir vatan sevgisi vardır kelamında. Naciye Sultan Berlin'deyken kendisi Orta Asya Türklerini sömürgeci İngilizlere karşı bir arada tutmak ve emperyalist güçlerden kollamak adına çalışmalar yaparken, yazdığı mektuplarda ne kadar evlat özlemi varsa, o kadar vatan özlemi de vardır. Birçok kez Mustafa Kemal Paşa'ya geri dönmek istediğini, kendine bağlı askerlerle istiklâl mücadelesi vermek istediğini söylemiş lâkin Mustafa Kemal Paşa'nın cevapsız yahut olumsuz mektupları sonrasında bu kararından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Bir mektubunda, bu tahammülün de bir sonu olduğunu şöyle dile getirmiştir:
"...Mamafih şimdilik Moskova'da bulunarak hariçten yine memlekete yardım etmeye devam ettiğimizden gelmiyoruz. Fakat bunu da itiraf etmemiz lâzım gelir ki, hiçbir sebeb-i kanunide olmayarak memleket haricine nef'i şeklindeki arzunuza ilelebet tahammül bize pek ağır ve sefilâne gelir. Mamafih vatan için buna da şimdilik katlanıyoruz. Binaenaleyh hariçte kalmanın maksad-ı umuminiz olan başta Türkiye olmak üzere kurtarmaya çalıştığımız İslâm âlemi için faydasız ve belki de tehlikeli olduğunu hissettiğimiz anda memlekete geleceğiz."
Sarıkamış'ta olanlar sebebiyle Enver Paşa hakkında yazılanlara belgelerle birlikte zamanında merhum Nevzat Kösoğlu, "Şehit Enver Paşa" adlı hacimli eseriyle cevap vermeye çalışmıştı. Osman Mayapetek de sık sık bu kitaba atıfta bulunuyor. Edirne'yi fırsattan istifade ederek yeniden alan, Resneli Niyazi Bey ile dağa çıkıp II. Meşrutiyet'in ilanını sağlayarak "Hürriyet Kahramanı" olarak anılan, Trablusgarp'ta yerli halkı teşkilatlandırarak cepheyi İtalyanlara cehennem eden, Çanakkale'de bana imanıyla savaşacak adam lâzım diye düşünerek orduya bol bol yeni subay takviyesi yapan Enver Paşa'dır. Ancak tarih hataları affetmez. Bab-ı Âli baskını, Balkan Harbi'ndeki facialar, tehcir kanunu, Sarıkamış, Almanlarla ittifak ve ne yalan söyleyeyim "Enveriye yazısı" denen alfabe tuhaflığı da derken Enver Paşa hain ilan edildi. Benim hâlâ anlayamadığım tek şey, okur yazar oranı artar diye düşünülerek "icat edilen" bu son bahsettiğim alfabe olayıdır. Türk'ün eski(mez) yazısı üzerinde yapılan her tür şey beni rahatsız etmiştir tarih okumalarımda. Her Türk'ü de eder, etmelidir.
3 Ağustos 1996'da Enver Paşa'nın naaşı, Tacikistan'ın başkenti Duşanbe'ye 200 km uzaklıktaki Belçivan'dan İstanbul'a getirilebildi. Şehit oluşundan 74 yıl sonra. Şişli'deki Abide-i Hürriyet Tepesi'ne defnedildikten sonra orada metruk bir hâlde bırakıldı. Tinercisi, ayyaşı, serserisi mezarın çevresini yıllarca leş gibi bıraktı, kimse de ilgilenmedi. Bir sözüm ona tarihçi, Abide-i Hürriyet Tepesi'nin karşısına dikilen Adalet Sarayı'nı bile "ilahi adalet" olarak nitelendirdi. Anlayacağınız o ki tarihçilerimiz çok kolay hain ilân eder, okuyucu da her dolmayı yer. Kendisi hakkında önemli yorumlardan biri Yusuf Gedikli'ye aittir: "Enver Paşa devrinin gereği milliyetçi, dindar ve mason olmayan nadir şahsiyetlerden biriydi. Böyle olması tabii ki batıcı kamuoyu ve basında destek görmemesine sebep olmuştur. Son yıllarda Sarıkamış’ın sürekli gündeme getirilmesinin bir sebebi de budur. Niçin hiç kimse çöllerde şehit olan binlerce Türk gencini anmıyor? Ön yargıları kırmak için en tesirli yol, objektif, tarafsız eserler yazmaktır."
40 yıl süren hayatına çok şey sığdıran ve "Tarih şahittir ki, Türk askerinden şanlı, Türk askerinden fedakar hiçbir asker yoktur" diyen Enver Paşa, idealizminden zerre kadar taviz vermeden yaşamıştır. Neticede bir Kurban Bayramı sabahı (4 Ağustos 1922) Belçivan yakınlarında Agop Melkovian komutasındaki Bolşeviklere karşı yaptığı bir çarpışmada mitralyözün üzerine atını yalın kılıç sürerken şehit düşmüş, Çeğen köyüne gömülmüş ve uzun süre bu köyün efradınca yeri "zarar gelmesin" diye saklanmıştır. Kitabın sonunda bu konuya dair ilginç bilgiler ve bol fotoğraf da mevcuttur.
Enver Paşa'ya karşı ilgisi olan (her ilgi, sevgi değildir) tarih okurları için bu kitap, bir paşayı belge biriktirmeyi seven torunundan dinlemek için imkândır, vesselâm.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)