Roman, yaşadığımız yıllarda en çok eleştirisi yapılan ve en çok dedikodusu edilen türlerden biri. Çok okunuyor, çok yazılıyor ve sık sık da öldüğü yahut krizde olduğu ilan ediliyor. Romanla ilgili tanımların çoğalması sebebiyle bir metnin roman olduğunu ispatlamayı neredeyse imkânsız hale getirdi mesela. Yine de bir kriz varsa bunun bir hayat belirtisi olduğunu ve romanın bilinen haliyle ve hatta ismiyle olmasa bile sahip olduğu dönüşüm potansiyeli ile bize pek çok imkân sunduğunu söyleyebiliriz. Ancak öncelikle mevcut durumun tespit edilmesinde fayda var.
Ertan Örgen’in Romanın Krizi adlı çalışması tam bir durum tespit kitabı niteliğinde. Ancak bu noktada ihtar etmem gereken bir şey var. İyi bir tespit kitabı her zaman için tespitten biraz daha fazlasıdır. Çünkü iyi bir tespit için sağlam bir eleştirel perspektife sahip olmak “olmazsa olmaz” bir özelliktir. Aksi doğru olsaydı o eski ansiklopedik telefon rehberlerini aşamamış olurduk. Varolanı listelemek bir tespit yapmak anlamına gelmez. İyi bir durum tespiti için öncelikle varolan kaostan anlaşılabilir bir kozmos inşa etmek gerekir.
Evet, dünyada uzunca bir zamandır romanın krizinden söz ediliyor. Ancak meseleye Türkiye’den bakınca roman bize bir krizin eşliğinde geldiğinden Türk romanının temel meselelerinden biri de hep “kriz” oldu. Batılılaşma maceramızla tanıştığımız (Kemal Tahir notlarında özellikle “batılaşma” imlasıyla yazmayı tercih eder) roman türü, bizim geleneksel anlatı külliyatımızın ve bu külliyatı mümkün kılan gerçeklik algımıza yabancıydı. Zira romanı inşa eden “birey” kavramına yabancıydık. Batılılaşma maceramız askerlikteki yenilgilere çare bulma kaygısıyla başlamış olsa da taşın suya düştüğü noktadan yayınlan halkalar zamanla bütün zihin havuzumuzu etkiledi ve değiştirdi. Ertan Örgen de isabetli bir seçimle Romanın Krizi’ne tam o dalgalardan başlıyor. Bir kimlik krizinin yedeğinde edebiyatımıza giren roman türü, o krizin iniş çıkışlarının izlenebileceği bir sismograf işlevine de sahip. “Türk romanındaki krizin durduğu yer Batı ile temas ve dönüşüm çabalarıdır.” diyen Örgen, kitabında hem yazarların fikirleri hem de eserleri inceleyerek “batılaşma” krizinin romandaki izdüşümlerini analiz ediyor.
Bireyin devreye girmesiyle bir tema olarak “kötülülük” de başka bir mahiyet kazanıyor. Nitekim yakınlarda vefat eden Şerif Mardin de yıllar önce bir yazısında Batı’da şeytanın “özerkliğinden” söz etmiş bunun bireyciliğin şekillenmesindeki rolüne dem vurmuştu. Bizim romanımızda Nahid Sırrı Örik’in bu anlamda neredeyse bir ilk olduğuna işaret eden Örgen ise sosyal yapının değişmesine bağlı olarak edebiyatın da bir dönüşüm yaşadığını vurgular. Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu ve Orhan Pamuk üzerinden bu temanın izini sürer.
Modern öznenin doğuşu ile başlayan romanın, modern öznenin tüketilmesine bağlı olarak nihayete erdiğini söyleyen pek çok eleştirmen mevcut. Hatta şu anda romanın bittiğini söyleyen literatürün bir kütüphane dolduracak kadar metne sahip olduğunu söylemek hiç de abartılı olmaz. “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” diyen Adorno, romanın da popüler edebiyat tsunamisine yenik düştüğünü vurguluyor. Ertan Örgen ise bir son ilan etmese de mevcut durumun “devam edemez” olduğuna işaret ediyor. “Kriz iddiamızın özü, romanı doğuran birey ve burjuva değerlerinin tüketilmesi ile romanı kuran şartların ortadan kalkışıdır” diyen Örgen, anlatma biçiminin ve öznenin yeni şartlara göre dönüşmesinin şart olduğuna işaret ediyor. “Roman nereye gitmektedir? Tükenecek veya dönüşecek midir? Öncelikle dönüşeceğini söylememiz gerekir. Çünkü anlatma, insan ve ilgileri var oldukça yaşayacaktır.” diyen Örgen’e göre “fantastiğin ve ironinin belirsizleştirdiği bir metafiziğin” çıkış yolu olabileceğini ama türün adının “roman” olarak kalmayabileceğini vurguluyor.
Ertan Örgen’in bu tahmini içinde yaşadığımız zaman diliminde “mümkün” değişimler içinde en “makul” olanlardan biri. Ancak yaşadığımız dönüşümlerin savrulma raddesine vardığı bir hız çağından geçtiğimize göre “makullerimizin” ve “mümkünlerimizin” de aynı kalmama ihtimali her zaman için mevcut. Yine de Örgen’in işaret ettiği bizi başka bir tür adı bulmaya zorlayacak kadar güçlü “dönüşüm” potansiyelini halen iliklerimize kadar hissediyoruz. Hem yeni bir tür ismi devreye girince, o türün tarihini yazanlar da yeni miladı geriye çekmek için birbirleriyle yarışırken şimdi roman olarak bildiğimiz ve okuduğumuz nice metni de o yeni türe dâhil etmekte tereddüt etmeyecektir zaten.
Ertan Örgen’in kaleme aldığı Romanın Krizi adlı çalışma 100 sayfalık hacminin ötesinde bir durum tespit kitabı. Bu kitabın “kısaltılmış” değil “muhtasar” bir eleştiri çalışması olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Muhtasar kelimesi anlam itibariyle özet kelimesi ile karşılanamayacak bir boyuta sahiptir. Bir meramı özünden bir şey kaybetmeksizin en kısa şekilde anlatmayı ifade eder “muhtasar” kitaplar. Nitekim Ertan Örgen de Romanın Krizi kitabını, kimi akademik oyunlarla kolaylıkla 500 sayfalık bir tuğlaya dönüştürebilirdi. Ancak bunun yerine iddiasını ve tezini en yalın haliyle ifade etmekle yetinmiş. Umulur ki bu kitabın bahis açtığı tartışmalar, bu kitabın iki kapağı arasında kalmaz ve hem Ertan Örgen hem de başka yazarların mesaileriyle bir literatür inşa edilmesine önayak olur.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
Ertan Örgen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ertan Örgen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
21 Aralık 2017 Perşembe
12 Ağustos 2015 Çarşamba
Üvey evlat, gecekonduda kalan akraba: Türk öyküsü
Edebiyat denilince, güzel sözler, afili mısralar, janjanlı kitaplar-dergiler, köpüklü kahve, demli bir çay… akla geliyor. Edebiyatın içtenliğini, kuşatıcılığını, ciddî, yorucu bir uğraş olduğunu göz ardı ediyoruz. Bir keyif yapma aracı olarak görüyoruz çoğunlukla edebiyatı. Şiiri arabesk olarak, romanı boş zamanları doldurma aracı olarak, öyküyü hafif bir akşam yemeği olarak değerlendiriyoruz. İnceleme/deneme/düşünce türündeki yazılara girmek bile istemiyoruz, onlar daha fazla enerji istiyor ve akademik bir makale okuyormuş hissi verdiğinden onları okumaya yanaşmıyoruz bile. Oysa okumak, hangi türde olursa olsun bilinci, düşünceyi ve duyguları diri tutarak, okunan metni dil, estetik, anlatım, içerik bakımından değerlendirebilmek demektir. İşe yeni başlayan birinin yavaş adımlarını, işi üzerinde tecrübe edindikten sonra hızlandırması gibi, durağan ve tembel olmayan bir okur da okuduğu her yeni kitapta dil ve anlatım üzerine keşifler yapmalıdır. Edebiyatın sahiciliği, yoruculuğu ve tadı da buradan gelir. Okur, böylelikle edebiyatın içinden dökülenleri, çeşitli tatları, renkleri, sesleri yakalar ve kendini, insanı, toplumu anlar. Edebiyat tarihimizde yerini almış her nitelikli eser bunu duyurmak içindir. Ertan Örgen’in Öykümüzün İzinde isimli kitabı, edebiyat tarihinde farklılıkları, duruşları, fikirleriyle yer etmiş değerli yazarları ve onların eserlerini incelemiş, okura birçok kitaba bir kitaptan ulaşabilme imkânı sağlamıştır. Öykümüzün İzinde, edebiyatın ne denli yoğun ve çaba isteyen bir eylem ve hayatı ilgilendiren bir alan olduğunu anlatması bakımından önemlidir.
Bazı kitapları okurken kitabın altında yer alan dipnotlardan başka bir mecraya akarız. Dipnotta verilen bir bilgi, kitap ya da yazar ismi ilgimizi çeker ve o nottan yola çıkarak başka bir yolculuğa düşeriz. Böylece yeni bir eserle tanış olmuş oluruz. Öykümüzün İzinde, zengin bir yazar ve eser incelemesiyle okuru belki de daha önce adını hiç duymadığı yazarların ve kitapların peşine düşürüyor. Kitapların içeriklerine dair bilgiler sunarken, söz konusu eserin yazarı hakkında da bilgiler veriyor. Yazarın yaşadığı dönem, kullandığı dil, tercih ettiği anlatım tabir yerindeyse didik didik edilerek okura sunuluyor. Bir anlamda, okura, okuduğu metni ve yazarı nasıl anlaması gerektiği, bir kitabı nasıl okuması ve yorumlaması gerektiği bilgisini veriyor Öykümüzün İzinde.
Ertan Örgen, Türk öyküsünü üvey evlat, gecekonduda kalan akraba olarak tanımlıyor. Öykünün geriden seyreden, romanın gölgesinde kalan bir tür olamayacağını vurguluyor.
“Türk modernleşmesi roman üzerinden irdelenirken öykü hep geride bırakılmış, yazarın çocukluk, ergenlik dönemi gibi algılanmıştır. Belki de çocuğun samimiliğidir öykülerde karşımıza çıkan.”
Örgen, öykücülerin anlatımlarında beliren temalardan ve dili kullanımlarından yola çıkarak Türk öykücülüğünü inceliyor. Sosyal gerçeklik, taşra ve şehir hayatı, kadın yazarların eserlerinde kullandıkları eril dil, çocukluğun öykülere yansıması gibi temaları ele aldığı öykü ve öykücüler açısından açıklıyor. Öykümüzün İzinde, iki bölüm hâlinde Türk öyküsünün bazı temalarına ve isimlerine dair analizler içeriyor. Örgen yaptığı okumalar ve araştırmalar sonucu izleğine yansıyanları paylaşıyor okurla.
Öykü tarihimize baktığımızda çeşitli anlatım tarzlarının olduğunu görüyoruz. Kimi öykücüler bilinç akışı yöntemini kullanırken, kimi öykücüler fantastik, dramatik yazıyor. Kimileri açık, anlaşılır ve sade yazarken; kimileri örtük ve soyut bir anlatımı tercih edebiliyor. Bir okur olarak, soyut ve örtük olan öyküleri anlamakta güçlük çektiğimi söyleyebilirim. Bana göre soyut ve kapalı anlatıma sahip olan metinler okuru iki kat daha yoruyor, birçok okur metni çözemediğinden okumayı yarıda bırakabiliyor. Öykümüzün İzinde, bu şekildeki metinleri çözebilmenin ve yarıda bırakmamanın yöntemini sunuyor. Kitabı tamamladıktan sonra öykü tarihimize geçmiş öykücülerin, bir kartela hâlinde belleğimize yerleştiğini fark ediyoruz. Sait Faik Abasıyanık, Leyla Erbil, Sabahattin Ali, Füruzan, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Mihriban İnan Karatepe ve daha birçok değerli isim üzerine yapılan çalışmalar, değerlendirmeler okurla paylaşılıyor.
Örgen’e göre “Edebiyatın müdahale etmediği bir hayat, insanî olanı, inceliği, güzelliği geliştiremez.” Bu sebeple kendisi Türk öyküsünün hayata müdahale ettiğini ve vazifesini yerine getirdiğini düşünüyor. Kitapta yer alan yazıların da bu amaçla yazıldığını dile getiriyor. Öyküler yeni bir dünya kurmamızı, hayata ilişkin ne varsa keşfetmemizi sağlar. Öykümüzün İzinde kitabında tetkik edilen öyküleri okuduğumuzda bunu daha iyi duyumsayacağımızı düşünüyorum. İyi eserlerin, okuru başka eserlerin ardına düşürdüğü muhakkak. Öykümüzün İzinde, okuru, farklı tonlarda yazan ama aynı bocurgatın içinde yoğrulan öykücülerin ve öykülerin ardına düşürüyor.
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005
Bazı kitapları okurken kitabın altında yer alan dipnotlardan başka bir mecraya akarız. Dipnotta verilen bir bilgi, kitap ya da yazar ismi ilgimizi çeker ve o nottan yola çıkarak başka bir yolculuğa düşeriz. Böylece yeni bir eserle tanış olmuş oluruz. Öykümüzün İzinde, zengin bir yazar ve eser incelemesiyle okuru belki de daha önce adını hiç duymadığı yazarların ve kitapların peşine düşürüyor. Kitapların içeriklerine dair bilgiler sunarken, söz konusu eserin yazarı hakkında da bilgiler veriyor. Yazarın yaşadığı dönem, kullandığı dil, tercih ettiği anlatım tabir yerindeyse didik didik edilerek okura sunuluyor. Bir anlamda, okura, okuduğu metni ve yazarı nasıl anlaması gerektiği, bir kitabı nasıl okuması ve yorumlaması gerektiği bilgisini veriyor Öykümüzün İzinde.
Ertan Örgen, Türk öyküsünü üvey evlat, gecekonduda kalan akraba olarak tanımlıyor. Öykünün geriden seyreden, romanın gölgesinde kalan bir tür olamayacağını vurguluyor.
“Türk modernleşmesi roman üzerinden irdelenirken öykü hep geride bırakılmış, yazarın çocukluk, ergenlik dönemi gibi algılanmıştır. Belki de çocuğun samimiliğidir öykülerde karşımıza çıkan.”
Örgen, öykücülerin anlatımlarında beliren temalardan ve dili kullanımlarından yola çıkarak Türk öykücülüğünü inceliyor. Sosyal gerçeklik, taşra ve şehir hayatı, kadın yazarların eserlerinde kullandıkları eril dil, çocukluğun öykülere yansıması gibi temaları ele aldığı öykü ve öykücüler açısından açıklıyor. Öykümüzün İzinde, iki bölüm hâlinde Türk öyküsünün bazı temalarına ve isimlerine dair analizler içeriyor. Örgen yaptığı okumalar ve araştırmalar sonucu izleğine yansıyanları paylaşıyor okurla.
Öykü tarihimize baktığımızda çeşitli anlatım tarzlarının olduğunu görüyoruz. Kimi öykücüler bilinç akışı yöntemini kullanırken, kimi öykücüler fantastik, dramatik yazıyor. Kimileri açık, anlaşılır ve sade yazarken; kimileri örtük ve soyut bir anlatımı tercih edebiliyor. Bir okur olarak, soyut ve örtük olan öyküleri anlamakta güçlük çektiğimi söyleyebilirim. Bana göre soyut ve kapalı anlatıma sahip olan metinler okuru iki kat daha yoruyor, birçok okur metni çözemediğinden okumayı yarıda bırakabiliyor. Öykümüzün İzinde, bu şekildeki metinleri çözebilmenin ve yarıda bırakmamanın yöntemini sunuyor. Kitabı tamamladıktan sonra öykü tarihimize geçmiş öykücülerin, bir kartela hâlinde belleğimize yerleştiğini fark ediyoruz. Sait Faik Abasıyanık, Leyla Erbil, Sabahattin Ali, Füruzan, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Mihriban İnan Karatepe ve daha birçok değerli isim üzerine yapılan çalışmalar, değerlendirmeler okurla paylaşılıyor.
Örgen’e göre “Edebiyatın müdahale etmediği bir hayat, insanî olanı, inceliği, güzelliği geliştiremez.” Bu sebeple kendisi Türk öyküsünün hayata müdahale ettiğini ve vazifesini yerine getirdiğini düşünüyor. Kitapta yer alan yazıların da bu amaçla yazıldığını dile getiriyor. Öyküler yeni bir dünya kurmamızı, hayata ilişkin ne varsa keşfetmemizi sağlar. Öykümüzün İzinde kitabında tetkik edilen öyküleri okuduğumuzda bunu daha iyi duyumsayacağımızı düşünüyorum. İyi eserlerin, okuru başka eserlerin ardına düşürdüğü muhakkak. Öykümüzün İzinde, okuru, farklı tonlarda yazan ama aynı bocurgatın içinde yoğrulan öykücülerin ve öykülerin ardına düşürüyor.
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)