"Bir hayatım daha olsa, korkmadan dokunmak için yaşardım onu. Bir keklik beslerdim ellerimle, varsın uçsun sonunda. Bir çiçek büyütürdüm, varsın solsun sonunda. Bir omuz ısıtırdım, varsın gitsin sonunda. Dokunurdum. Ben eriyene dek, biz hiçleşip karışıncaya dek bu derin boşluğa, dokunurdum. Ama yok bir hayatım daha. Bir hayat daha yok. Yok."
- Nermin Yıldırım, Dokunmadan
İlkokulda bir gazeteci yeleğim vardı, hani şu sonsuz cepli olanlardan. Önlüğün üzerine giyerdim. Bir cebe kalem, bir cebe not kâğıdı, belki bozuk para ve bisküvi kırıntıları. Bu da güzel kitap ismi olurmuş ya, bozuk para ve bisküvi kırıntıları. Neyse. İşte o ceplerden birinde Sony'nin pili vardı. Yuvarlak pillerden, ince. Orada olmasının tek sebebi zaman zaman çıkarıp ona dokunma isteğimdi. Arada bakardım, yerinde duruyor mu diye. Yıllar geçti. Oğlumun en sevdiği nesnelerden biri pil oldu. Aylarca beni arayıp "baba eve gelirken pil alsana" dedi durdu. Elin oğlu çikolat ister, jelibon neyin. Gece, Duracell'in 12'li pilleriyle uyudu. Kalem pillerle. Mevzu pil gibi görünse de daha derin belki de. Bilemem. Ruh hassası -hastası demedim, zaten ruh hastalarına danışan deniyor, hassasiyetinizi seveyim- manyağın teki de olabiliriz oğlumla, kimse gücümüzü test etmeye kalkmasın.
Bedene aitmiş gibi görünse de aslında insan ruhunu en derinden yakalayan, kimi zaman da en derinden yaralayan bir mevzu: dokunmak. Çok sevdiğimiz nesneler ve kimseler bizde dokunmayı çağrıştırır. Kucaklaşmak, sarılmak, tokalaşmak, eli kalbe koyup selamlaşmak vesaire. Alman felsefeci Wilhelm Schmid gülmekten susmaya, nefes almaktan okumaya, uzanmaktan saç kaşımaya kadar 57 sayfalık bir kitapla çıktı bu kez karşımıza. Her ne kadar Alman olsa da hassas adam. O hassas olunca biz de hassas sayılıyoruz kitap boyunca. Ne bize "dokunun" öğüdü veriyor ne de dokunmayın. Anlatıyor işte dokununca ne oluyor dokunmayınca ne olmuyor. Meselenin özü pek güzel: dünyaya dokunmak. Yani iz bırakmak. Sen göçünce senden geriye ne kaldı? Hoş bir sada kaldı mı? Kalır inşallah.
"Her bedensel idman, benlik için bir dinlenmedir" diyor Schmid. İnsanın insanda dinlenmesi yahut insanın kendiyle dinlenmesi. Çünkü dokunmak sadece iki taraflı bir hadise değil. Birinin eline dokunmak ne kadar -iki taraf için de- şifa vericiyse, insanın sabahın ilk saatlerinde uyandıktan sonra saçlarını taraması, kendine bakması -ki bakmak da dokunmak gibidir- da o kadar şifa verici. "Bir omuza başımı yasladım, dünya elini çekti ve gitti" yazmıştım bir şiirimde. Dokunmak kimi zaman böyledir. Dünyaya karşı bir uyanıklık hâli, dünyayı unutma imkânı, dünyasız kalma ihtiyacı. Yaşayan ölüler içinde gezinmekten yorulmuş bir kimsenin ölüm hakikatiyle yeniden yüzleşmesi süreci. Dokunmayla her şey mümkün. Çünkü insana bir söz de dokunur bir düşünce de. Aşk tüm bunların meydana çıkmasıdır Schmid'e göre ve dokunmak aşkın olmazsa olmazıdır: "Aşkın anlamı, anlam yaratmadadır. Sevenler bunu tüm bir bedensel, ruhsal, zihinsel dokunuşlar döngüsüyle gerçekleştirirler, ta ki birbirlerinin kalplerinde eriyene kadar, sonra her şey baştan başlar. Aşkın döngüleriyle yaşamayı öğrenenler, uzun süre beraber kalabilirler. Dokunmayı bütün düzlemlerde tecrübe etmek, sevenlere mahsustur."
Susmakla dokunmak arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? "Hayatımın uzun bir dönemi boyunca, balıkçılık ehliyeti alsam mı diye düşündüm. Balık tutmak için değil kesinlikle. Sadece cezalandırılmadan susabilmek istiyordum, saatlerce, günlerce." diyor Schmid. Susmak, yani iki dudağın birbirine dokunması, bir süre açılmaması. Sessizlik için, sessizliği dinlemek ya da ona dokunmak için imkân bulmak. Çünkü hissedilen dokunuşlar vardır gülmek gibi ve hissedilmeyen, yalnız kişiye ait olan dokunuşlar vardır susmak gibi. Susmanın deneyimi bambaşkadır. Hayatı aşan o sonsuzlukta bir parça olduğunu kavrar insan sustukça. Hem susmak, insanı susatır. Aşka, doğaya, okumaya, yazmaya, düşünmeye. Sessizce bir şey okumak, dokunmanın en büyüleyici hâllerinden biridir bu yüzden.
Wilhelm Schmid'e göre okumak, düşünsel bir dokunuş. Okumaya dalmakla âşık olmak birbirine benzer: ansızın, şiddetli ve dosdoğrudur. Düşünceler bir müddet yerli yerinde kalır, dile gelme sırası sözlerdedir. Okurken de insan kendi düşüncelerini bir kenara bırakır. Artık dile gelme sırası yazarın yazdıklarındadır. Her okuyuşta o yazılanlar, yazardan çıkar ve okuyucuya ulaşır, yani artık o kelimeler, cümleler, paragraflar ve sayfalar okuyucunundur. Bundan olsa gerek insan her okuduğunda kendi hayatından bir şeyler arar. Altını çizdiğimiz her satır bizim aradığımız sorulara dair birer cevaptır. "Bir hikâye okuduğunuzu zannederken, hakikatte kendi içinizde insan olmanın açılımlarına çıkar yolunuz" diyor Schmid ve neticede "İnsanın hayat hikâyesi, okurken kelimenin tam anlamıyla dile gelir."
Dokunma denince akla yalnızca ekranlar geliyor bu çağda. Oysa birinin ruhuna dokunmak güzel ve kalıcı bir iz bırakma yolu değil mi? Nefes alıp vermek, yeryüzüne dokunmak değil mi? Bir şey ancak sahici olduğunda dokunaklı olmaz mı? Susmak, sessizliğe dokunmak olabilir mi? Sevince neden sarılmak isteriz? Dokunmanın Gücü Üzerine, işte bu soruları yeniden gündeme taşıyor ve yeni cevaplar arıyor okuyucuyla birlikte.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf