“Gece benim ardımda
Taşıdım kara gençliğimi dağların damarında
Hep döşümde yaratkan, patlayıcı bir kimya
Beynimde hep manalı bir uçurum.”
- İsmet Özel, Yaşamak Umrumdadır
Davranış problemi veya kötü bir alışkanlığı/bağımlılığı olan bir insandan o bağımlı olduğu maddeyi veya davranışı alırsak, yerine bir şey koymamız, oradaki boşluğu daha yararlı bir şeyle, en azından zararsız bir şeyle doldurmamız gerekir. Bağımlılığın en temel kurallarından biridir bu. Çünkü hayat/doğa boşluk kabul etmez, psikoloji de boşluk kabul etmez. Peki, ya bu boşluk bir hissedişse ve zihnimizdeyse…
Modern insanın boşlukta olma duygusu aslında çok eski değil. Teknolojinin gelişmenin ötesinde bir atılım göstermesi, alım gücünün artması, bireyselleşme vb. neticesinde belli bir daireye hapsolan bireyin psikolojik açıdan çok sağlam olması, olmamasından daha düşük bir ihtimal. Artık kazanılan gelirin belli bir miktarının psikolog veya psikiyatrlara gitmesi, okullarda görülen ruhsal hastalıkların ve farklılıkların artması bu durumun başlıca emarelerinden. Üstelik iyi bir maaş, mutlu bir çevre/aile de bu psikolojik iyi olma halini veya boşlukta olma hissini engelleyemeyebiliyor. Mânâ, yaşama amacı gibi şeyler olmadığında boşluk başka şeylerle doldurulmaya çalışılıyor veya doldurulamıyor. Her ikisinde de ortaya bir problem çıkıyor.
Viktor Frankl ünlü eseri İnsanın Anlam Arayışı’nda ‘hayata mânâ/anlam verme’ konusunu detaylıca işlemişti. Kısaca özetleyecek olursak, Nazilerin toplama kampında sağ kalanların, o zor şartlara dayananların hemen hepsinin hayatta belli bir amacı olan insanlar olduklarını, çok basit sebeplerden ölenlerin ise hiçbir amaçlarının olmadığını ve boşlukta olduklarını keşfetmişti. Yazar da bu toplama kampındaydı ve en yakından gözlemlemişti bu kişileri. Zaten kurucusu olduğu logoterapi de bu kampların bir ürünüydü.
Behçet Çelik işte böyle bir kahraman oluşturuyor Dünyanın Uğultusu adlı romanında. Tam anlamıyla boşlukta ve kitaptaki karakterlerden biri olan Aynur’un deyimiyle tam anlamıyla ‘yaşamasız’. Bir nevi Oğuz Atay’ın meşhur tutunamayan kahramanları gibi:
“…Bu farklıydı ama: Öncekilerde eksikliğini duyduğu, kimi zaman kendini onlara çok yakın hissetmiş de olsa, dışarıdaki biri, bir yer ya da topluluktu. Bu kez çok içeriden bir yerden bir şeyler kopup düşmüş gibiydi –ne olduğunu, ne zaman, nerede düşürdüğünü bilmediği.”
Bir Selim Işık havası da seziliyor Dünyanın Uğultusu’nun başkahramanı Ahmet’te. Fakat Ahmet’in bu ‘yaşamasız’lığı, tutunamaması doğuştan gelir gibi değil. Çalıştığı yerden ekonomik sebepler dolayısıyla çıkarıldıktan sonra zaten ruhunda olan dertler bir bir akın ediyor ve yeni dertler ekleniyor zihnine. Eski sevgilisi Özlem, çay bahçesinde tanıştığı ve kitabın en gizemli kahramanı Ayla, bir miting yürüyüşünde karşılaştığı ve üniversiteden arkadaşı Buket’in kardeşi Aynur… Hepsi Ahmet’in etrafında, sanki Ahmet’in ne kadar boşlukta ve savunmasız olduğunu haykırır gibi davranıyor ona. Bazen ortaya çıkarak bazen basit bir el hareketiyle bazen de tamamen ortadan kaybolarak, onu günlerce aramayarak Ahmet’in bütün boşluğunu yüzüne yüzüne vurup Ahmet’in kendini iyi bir sorgudan geçirmesine sebep oluyorlar.
Cioran, Türkçeye Burukluk olarak çevrilen kitabında “İnsanlarla düşüp kalktıkça düşüncelerimiz kararır ve bunları aydınlığa kavuşturmak için yalnızlığımıza döndüğümüzde, düşürdükleri gölgeyi buluruz” der. Ahmet’in kitap boyunca ve kitabın zaman olarak geçtiği birkaç ay boyunca yaşadığı tam da budur aslında. Gerek Ayla’nın gerek Aynur’un hatta kısmi de olsa eski sevgilisi Özlem’in Ahmet üzerindeki etkisi, hem onlarlayken hem de onlardan sonra devam eder. Ahmet aslında tam bir girdaptadır. Sürekli olduğu yerde döner döner döner ve buna da bir çare üretemez. Çünkü hayatındaki kadınların gölgesi üzerindedir. Onu sar(s)mıştır.
Behçet Çelik romanını üç karakter üzerine kurar. Bunların merkezinde başkahraman Ahmet vardır ancak romanın yan karakterleri de kitaba etki ederler. Aynur’un annesi, Ahmet’in bazı arkadaşları, Ayla’nın yanındakiler de Ahmet’in psikolojisi üzerinde etkili olabilecek karakterlerdir.
Yazar kitabı hâkim bakış açısıyla kurgulamıştır. Her şeyi görür bu sayede hem yazar hem de okuyucu. Sadece yaşananlar değil kahramanların iç konuşmalarını ve düşüncelerini de (Ayla hariç) öğreniriz. Felsefi ve psikoloji yönü de ağır basan bir kitap olduğu için, bu iç konuşmalarda sık sık sorgulamalar okuruz. Özellikle bu sorgulamalar bizi gene kahraman(lar)ın boşluk duygusuna ve bundan yola çıkarak toplumsal bir psikoloji okumasına getirir:
“Birden ayıkıverdi. İnsanlar sadece para kazanmak için iş güç sahibi olmuyordu. Başka boşlukları da dolduruyordu çalışmak. Bunun içten içe farkında oldukları için düşük aşa, sömürülmeye ses etmiyorlardı. Boşluk dolsun da nasıl dolarsa dolsun.”
Bazı yazarlar boşluk duygusunu deneme, felsefe veya roman türündeki kitaplarında işlemişlerdir. Örneğin Simone Weil bu duyguya daha mistik bir havada yaklaşırken yukarıda kendisinden bir alıntı da paylaştığım Cioran daha ironik ve nihilist bir tarzda yaklaşır. Behçet Çelik’in de yaklaşımı Cioran’la benzeşir. Başkahraman Ahmet’in genel ruhsal durumu değişken olmakla birlikte kötümser ve nihilist bir düşünceye yakındır. Tamamlanamamışlıklar da Ahmet’in psikolojisinde etkilidir.
Üç karakterin de hayatının bir bölümüne ve zaman zaman geçmişine ışık tutan Behçet Çelik’in bu romanı bence bir devam kitabını hak ediyor. Çünkü karakterlerin hikâyesi yarım kalmış/bırakılmış. Böylesi daha mı iyi daha mı kötü, buna her okuyan kendine göre bir yanıt verecektir.
Sade bir üslûbu, yalın bir dili var kitabın. Fakat kitabın her yerinde aynı şekilde akmıyor roman. Genel anlamda akıcı ancak bazı yerlerde bunun dozu değişiyor. Diyaloglar açısından bunu söyleyebiliriz. Özellikle Ahmet’in iç konuşmalarında ise biraz daha yavaşlıyor kitabın okunması.
2009 yılında Kanat Kitap’tan, 2011’de ise Can Yayınları’ndan yayımlanmıştı Dünyanın Uğultusu. Son olarak ise içinde bulunduğumuz yılın Kasım ayında İletişim Yayınları’ndan yayımlandı. 17 bölüm ve 275 sayfadan oluşuyor Çelik’in eseri.
Yusuf Atılgan’ın büyük eseri Aylak Adam’da başkahraman C. kitabın sonunda her şeyi bırakmış bir şekilde, umutsuz bir havada kimseye ‘ondan’ bahsetmeyeceğini, nasıl olsa anlamayacaklarını ifade ediyordu. Ahmet’in de ruh hâlini zaman zaman C.’ye benzetmek mümkün bu kitapta. Çünkü Ahmet’e göre de “filmlerde, belgesellerde gördüğü, içerisinde, çevresinde arıların vızıldayıp durduğu kovanlara benzemiyordu dünya – uğulduyordu.”
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10