“Kaybedenlerin tarihi yoktur.
Tarihi kazananlar yazar.”
- Napoleon Bonaparte (1769-1821)
Tarihçi değilim ve tarihçilerin affına sığınarak belirteyim ki, tarihin bilimden ziyade bir disiplin olduğunu düşünenlerdenim. Tamamen bilim dışı demiyorum elbette. Zira disiplin olması metodolojik çalışmaya elveriyor ve eldeki veriler ışığında sebep-sonuç ilikisi kurularak kısmen bilimsellik katılmış oluyor. Ama bu bir yere kadar olabiliyor. Tarihi su katılmamış gerçek gibi okumak sadece düşünceyi dondurmak anlamına gelmiyor. Bilimi ve bilimsel metodolojiyi de yok saymak oluyor.
Modern düşüncenin, bilimsel anlayışın gevşemesi ve bir nebze rahatlamasını sağlayan yanlışlanabilirlik ilkesinin verdiği yetkinin tarih için yeterli olmadığı kanaatindeyim. Varyasyonun çokluğundan çok tek merkezciliği bu düşünceye itiyor beni. Önümüze konulan gerçek değil, birilerinin gerçekliği ya da en fazla yine o birilerinin farklılaştırılmış gerçeklikleri oluyor. Yani birilerinin öğrenmemizi, kabul etmemizi istediği şeyler tarih olup bizim gerçekliğimize dönüşüyor. Resmi tarih ‘kurgusu’ bu yüzden rahatsız ediyor beni ve tarihe farklı açılardan bakılabilir mi sorusu takılıyor zihnime. Sahi, hamasete bulaşmadan, rövanşist duygularla hareket etmeden, ideolojik saplantıların tuzağına düşmeden ve elitist-uzman fetişizmine kapılmadan tutarlı alternatifler oluşturulabilir mi? Teorik olarak mümkün gibi gözüken bu bakış açısının kazanılması hâlinde tarihin spekülatif yönü nötrlenemese bile anlatılanlar gerçeğe yaklaştırılabilir diye düşünüyorum.
İçeriğinde tarihi malumat barındıran kitaplarda yukarıdaki bakış açısını arıyor ve resmi söylemin dışına çıkabilen bir anlayışla değerlendirmeye çalışıyorum. Çoğunda bu anlayışı yakalayamasam da arada ‘cins’ kafalar çıkıp resmi tarihin dışına götürüyor mevzuyu. Mahya Yayıncılık tarafından neşredilen Beytü’l Hikme tarihe alışılmışın dışında yaklaşmayı deniyor. Yüksel Kanar’ın kaleminden çıkan eser yüz on iki sayfadan oluşuyor. “Abbasi Devrimi”, “Bağdat” ve “Beytü’l Hikme” başlıklı üç bölümden oluşan kitapta İslam tarihinin önemli dönüm noktalarından biri olan Abbasi Devleti’nin kıyıda köşede bırakılan detaylarına değiniliyor. Abbasiler konu edilirken ruh ikizi Emeviler de es geçilmiyor elbette. Öncelikle Yüksel Kanar’ın, Emevi Devleti’ne son veren hareketin Abbasi Devleti’ni kurmasını ve o hayallerimizi süsleyen ilmi atılımın oluşumunu ‘devrim’ olarak nitelemesini oldukça ilginç bulduğumu söylemeliyim. Bu minvalde kitabın tam isminin Abbasi Devrimi, Bağdat ve Beytü’l Hikme olduğunu belirteyim. Devrim kısmına gelmeden önce hazırlık yapıyor Yüksel Kanar ve koşulları oluşturan gelişmelere değiniyor. Zira devrimin ayak sesleri Emeviler Dönemi’nden duyulmaktadır.
Müslümanların devlet kurarak yayıldığı ilk birkaç yüzyıldaki pek dikkat etmediğimiz detayların önemli olduğu kanaatindeyim. Örneğin, aşina olduğumuz anlatımda Hz. Muhammed (SAV) sonrasında neredeyse kurumsallaşmış bir devlet oluşturulmuştur. Dönemin şartlarına göre düşündüğümüzde siyasi olarak bunun pek mümkün olmadığı rahatlıkla söylenebilir. O dönemin Arapları, geçelim kurumsallaşmış bir devleti şehir devleti bile oluşturacak anlayıştan uzaktır. Siyaseten faal olarak asabiyet yani kabilecilik vardır. Aslında, bu bir eksiklikten ziyade Arapların geçmişinde siyasi yönüyle birlikte ne coğrafik ne demografik ne de kültürel olarak var olan bir devlet anlayışının bulunmayışı ile açıklanabilir. Kısacası böyle bir oluşumda sıfırdan devletleşme mümkün gözükmemektedir. Hele ki birkaç yüzyıl içinde Afganistan’dan İspanya’ya kadar genişleyebilecek bir devlet kurmaları normal şartlarda imkansızdır. Yüksel Kanar meselleyi tam da bu noktadan alarak irdelemeye başlıyor. Devlet yönetiminde ilk kurumsallaşma örneğinin Hz. Ömer dönemine kadar götüren Kanar, halktan toplanan malların dağıtımı sırasında Emîrü’l-Mü’minîn’e sunulan ‘defter kaydı tutma’ önerisini makul bularak uygulamaya koyuyor. ‘Divan’ olarak adlandırılan bu defterlerde kime neyin ne kadar verildiği kaydedilerek gelir-gider ve dağıtım şekli disiplinize ediliyor. Burada en dikkat çeken nokta divan uygulamasının Perslere ait oluşu. Kitaptaki tarihsel referanslara göre öneriyi sunanlar bu uygulamayı İran’da gördüklerini belirtiyor.
Yazının burasında kitabın tezini hatırlatmakta fayda var. Kanar’a göre kabilecilik anlayışından gelen ve hızla yayılan bu yeni oluşumda sıfırdan devlet kurma ve tüm kurumlarıyla organize olma gibi bir gelişme oluşmayacaktır. O hâlde, eğer ilahi bir dizayn yoksa(!) devlet organizasyonu için mevcut anlayışlardan faydalanma yoluna gidilmesi en akli olanıdır. Meselenin mistik tarafında olanlar tevil yapa’dursun’; kutsamak en doğal hakları. Tutarlı cevap bulmak ve ders çıkarmak için aklı devreye sokanlar ise irdelemeye devam edebilir. Zaten Yüksel Kanar’ın anlattıkları da akli yöntemin iddialarını onaylar nitelikte. Örneğin Muaviye’nin devletin yönetimini ele geçirmesinin ardından başkenti Şam’a taşıması çok önemli bir detay. Meselenin sadece Muaviye karşıtlarının Mekke, Medine ve Kufe gibi Arap beldelerinde örgütlenmesi gibi basit bir yönü bulunmuyor. Bilindiği üzere Muaviye Hz. Ömer döneminden beri Şam valisidir. Yani o bölge hakkında bilgi sahibi olduğu muhakkak. Diğer yandan Şam her ne kadar Bizans İmparatorluğu’nun kontrolünden çıkmış olsa bile hâlen (dolaylı) etkisi altındadır. Özellikle bölgede yaşayan Hıristiyan halk bunun başlıca sebebidir. Bununla birlikte Bizans’ta Roma’dan beri süregelen bir yönetim anlayışı/kültürü hâkimdir. Dolayısıyla eski bir Bizans kenti olan Şam bundan ari değildir. Muaviye’nin eliyle kurulan Emevi Devleti bu kaynaktan yararlanma yoluna giderek yetişmiş eleman açığını bölge insanıyla (gayrimüslimlerden) karşılamıştır. Bir diğer ilginç detay burada devreye giriyor. Yüksel Kanar, Emevi Devleti’nde ilk dönemlerinden itibaren uzunca bir süre resmi dil olarak Yunancanın kullanıldığını belirtiyor. Söz konusu uygulama Arapçanın yetersizliğinden olmayıp Arapların siyasi ve toplumsal kültürünün bölgesel bir devlet kurmak için yetersiz oluşundan olduğu anlaşılıyor. Yunancanın resmi dil olarak kullanılması sebebiyle bürokrasiye Ortodoks Hıristiyan görevliler istihdam edilmiştir. Katip adıyla görevlendirilen bu kişiler sahip oldukları hem devlet kültürünü hem de uzmanlıklarını kullanarak oldukça etkili olmuşlardır. Hatta ilerleyen dönemlerde sadece bu işi yapan yani katiplikle geçinen, makam, mevki elde eden hanedanlıklar oluşmuştur.
Anlatılanlar gösteriyor ki, Araplar o dönemde kurumsallaşmış devlet anlayışına sahip değillerdir. Kuruluşundan bir süre sonra Emevi Devleti’nin artık kurumsal bir güç hâline geldiğini düşünen yöneticiler bürokrasiyi Araplaştırmayı amaçlayarak öncelikle Arapçayı resmi dil yapmış ve para bastırmıştır. Yeni oluşum karşısında güç kaybettiğini gören eğitimli Hıristiyan kesim uzmanlıklarını konuşturarak alternatifsiz bir alanın kapılarını açmıştır. Daha sonraları Çeviri Hareketi olarak adlandırılan bu faaliyet Antik Yunan felsefesinin çevirilerine yöneliktir. Önce Süryaniceye sonra da Arapçaya çevrilen eserler İslam dünyasındaki entelektüel değişimin başlangıcı olmuştur. Kanar’a göre buradaki bir diğer önemli detay, entelektüel haraketin elitist kalmayışıdır. Bu devasa hareket birkaç ilgili yönetici ve ilim insanının gayretiyle açıklanamaz. Evvela iktidar ve kısmen halk bu hareketten faydalanmaktadır. Bu bağlamda Çeviri Hareketi varlığı ve devamlılığı çeviri kaynağının rezervi kadar devletin ve halkın ihtiyaçlarına odaklıdır diyebiliriz. Tersinden söylersek, Antik Yunan felsefesinden işe yarar çevrilecek kaynağın tükenmesi bir yana, devlet ve halk artık entelektüel üretime ihtiyaç duymamaya başladığında Çeviri Hareketi de atıl hâle gelmiş ve arkası kesilmiştir. Yani kaynak gibi talep de tükenmiştir. İslam tarihine baktığımızda bu entelektüel hareketlenmenin ‘üretim’ olarak birkaç asır daha devam ettiğini ve sonra neredeyse tamamen ortadan kaybolduğunu görürüz.
Burada belirtmek gerekiyor ki, Emeviler dönemindeki çeviri faaliyetleri Yüksel Kanar’ın bahsettiği devrim için yeterli değildir. Büyük dönüşüm için Abbasiler döneminin gelmesi gerekmektedir. Abbasi dönemine geçmeden önce önemli bulduğum iki detayı belirtmek isterim. Asabiyetçi anlayışın temsilcisi olan Emevi yönetimi Arap olmayan Müslümanları (mevali) devlet kademelerinden uzak tutarken, Müslüman olmayan ama uygun gördükleri kişileri devlette istihdam etmişlerdir. Diğer yandan asabiyetçi olan Emevilerin, hem Arap hem de Müslüman olmayan bir toplumun felsefe ve kültürüne maruz kalmayı sorun addetmemeleri ilginçtir. Oysa bize tarih olarak anlatılanlar bundan biraz farklı. Örneğin Emeviler’e göre mevali toplumlar dinin formunu bozduğu için özellikle siyasi arenadan uzak tutulmuşlardır. Bu küçük örnek gösteriyor ki, İslam tarihindeki ayrışmaların temel ve tek dinamiği siyasettir. Akidevi ayrışma meselesi politik ayrışmayı desteklemeye yönelik güç devşirmek amacıyla üretilmiş ve köpürtülmüş bir yanılsamadır. Tıpkı günümüzde olduğu gibi.
Meselenin ilk bölümünü anlatan Kanar kitaba da ismini veren kısma geçiyor. Bu aşamada bir asırdan biraz fazla süren Emevi-Şam etkisi bir şekilde lağvedilerek yerine yeni bir oluşum geldiği görülüyor. Artık rüzgar Abbasi-Bağdat yönünden esmeye başlamıştır. İlginç olan, Emeviler devletin kurumsallaşması adına ne yaptıysa Abbasiler’in de aynısı yapmasıdır. Aradaki fark, Bizans/Yunanca yerine Pers/Farsça ve Emeviler’e göre daha organize olmuş bir yapının varlığıdır. Yalnız, daha güçlü bir yönetim olarak Abbasi iktidarının ortaya çıkışında Emevi deneyimini de unutmamak gerekir. Abbasiler onların da birikiminden faydalanmıştır.
Abbasi Devleti’nin kuruluşunda başkentin Bağdat olması bazı köklü değişimlere sebep olacaktır. Emeviler dönemindeki Bizans-Yunanca etkisi yerine artık Pers-Farsça etkisini bırakmıştır. Bu değişim yönetim anlayışında da bazı farkılıkların ortaya çıkmasına neden olduğundan Emevilerin yaşadığı sıkıntıların benzerini Abbasiler de yaşamıştır. Örneğin bürokrasideki Rum tesiri Farisi kontrolüne geçmiştir. Yetişmiş Arap bürokrat bulunmadığından mevcutta bulunan Perslerden faydalanılmıştır. Ayrıca devlet organizasyonunda kadim İran kültürünün yansımaları görülmeye başlamıştır. Özellikle ‘divan’ ve ‘vezir’ uygulamaları bunun en net göstergesidir. Bu uygulamalar sonraki yıllarda Müslümanların kurduğu devletlerinin bir geleneği hâline gelecektir. Bu bilgiler İran/Şia ve Sünnilik ekseninde düşünüldüğünde ilginç bağlantılar ortaya çıkıyor. Görebilene.
Yüksel Kanar’ın sözünü ettiği devrimin nişanesi olan ve Abbasiler tarafından kurulan Beytü’l Hikme (Hikmet Evi) bir yandan Antik Yunan kaynaklarından faydalanmaya devam ederken bir yandan da İran uygarlığının yazılı kaynaklarının tercümesi başlamıştır. Mevcut bilimler bu iki uygarlık ve dil üzerinden Müslümanların kullanımına açılmıştır. Bu durum Pers kültürünün etkileşimde bulunduğu diğer uygarlıkların da devreye girdiğini gösteriyor. Zerdüştlük kadar Hint uygarlığının/mistisizminin de etkisi tartışılmazdır. İslami adı altında faaliyet gösteren tasavvufi ekollerin uygulamalarına bakıldığında söz konusu etkinin gücünü/boyutunu bugün bile görebiliyoruz.
Tüm bu etkileşimler bir anlamda Doğu ve Batı uygarlıklarının sentezlendiği üst bir anlayış gelişmiştir denilebilir. Yüksel Kanar’ın devrim dediği şey de bu gelişmiş yapı oluyor. Müslümanlar askeri ve siyasi yapılanmalarını bilimsel/entelektüel olarak da en üst seviyeye çıkarmışlardır. Bu dönüşümde Beytü’l Hikme’nin rolü çok büyüktür. Yüksel Kanar Beytü’l Hikme’nin özelliklerini sayarken bildiğimiz birtakım eksikliklere de dikkat çekiyor. Örneğin mevcut tarih anlatımında bir ‘üniversite’ olarak değerlendirilen bu mekân Kanar’a göre çok daha ötesi anlamına geliyor. Sadece çeviri ve eğitim-öğretim faaliyetlerinin yapıldığı yer değil aynı zamanda siyasete ve toplumsal yapıya yön verilen, felsefe ve edebiyatla iç içe kompleks bir yapıdır Beytü’l Hikme.
Yazar kitapta yaklaşık iki asır süren Çeviri Hareketi’nin sebep olduğu büyük değişimi açıklamaya çalışıyor. Bu bağlamda İslam tarihi açısından Bizans-Yunanca ve Pers-Farsça etkisinin izlerini göstermeyi deniyor. Bu etki evvela siyasi bir etki olarak devlet organizasyonunun kurumsallaşmasıyla başlamıştır. Hemen arkasından kültürel bir dönüşümle devam ederek toplumsal değişime neden olmuştur. Bu dönüşüm ve değişimde Çeviri Hareketi’nin etkisi büyüktür zira bugün kabul edilmektedir ki, çeviride sadece metin değil kültür de aktarılmaktadır. Hareketin odak noktasında ise Beytü’l Hikme vardır. Yazar Beytü’l Hikme’nin önemini anlatırken işlevini; isminin etimolojik analizini; tarih, bilim ve toplum nezdindeki anlamsal karşılığını detaylarıyla aktarmaya çalışıyor.
Kitapta üç noktaya dikkat çekildiğini düşünüyorum. Bunlardan ikisi tarihsel bir hakikati açığa çıkarmayı amaçlarken üçüncüsü çok daha teknik ve evrensel bir ölçüyü ortaya koymaya yönelik. İlk olarak Müslümanların gayrimüslimlerle karşılaşması sonucu siyasi anlayış ve uygulamalarındaki değişim gösterilmeye çalışılıyor. İkinci olarak, Yunanca ve Farsça aracılığıyla oluşan kültürel değişime işaret ediliyor. Üçüncü ve en önemlisi ise evrensel tarih yazımındaki sorunlu anlayış ve daha hakikatli bir tarih yazımı üretme kaygısı olarak göze çarpıyor. Bu kaygının bilgiyi ve hakikati önemseyenler için değerli bir açılım sunduğu kanaatindeyim. Tarihin doğrusal/çizgisel (linear) bir ‘düz’lük içinde akmadığı gerçeğinin görülmesi ve Batı-merkezci tarih anlayışına karşı alternatif tarih yazımının güçlenmesi gerekiyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp