Çektiğim fotoğraftan şu kaldı geriye: Söyledikleri şeyler birbirine oldukça benzer, ancak kavramlar farklı. Biri daha hararetli, öbürü daha temkinli. Bir gün gidecek olmanın bilinci her ikisinde de mevcut, hem de en esaslısından. Hararetli olan, giderken bağıra bağıra “hep adaleti ve hakkı aradım” diyebilmek istiyor. Temkinli olan taraf da bundan farklı bir şey söylemiyor, “Hakk’ın adaletine teslim oldum” diyebilmek istiyor. Bense kıkır kıkır gülüyorum fotoğrafı çekerken. Aynı güfteyi farklı makamdan okuyup duruyorsunuz, bari ben de hariçten bir gazel okuyayım diyorum en Tanpınar’ından: “Ne içindeyim zamanın / ne de büsbütün dışında / yekpâre, geniş bir ânın / parçalanmaz akışında.”
Besim Dellaloğlu’nun yazıları ve kitapları bana hep bu fotoğrafı hatırlatmıştır. Belki de Tanpınar doyumsuzluğumdan, onun sahiden de Türkiye’ye dair çok ince, çok anlamlı şeyler söylediğine inandığımdan. Zamanın İçinden Zamanın Dışından kitabı da birbirinden farklı şeyleri izah etmeye değil, anlamaya çalışan yazıların bir toplamı. Bu toplamda netlik yok, çünkü hayatta ve insanlarda da yeterince netlik yok. Gri bir alanda, renk vermemeye çalışan kimselere döndük iyice. Böylece görünmüyoruz, belki boşluğu büyütüyoruz. Evet, hep aynı boşluk! Bu yazıya başlığını veren Tanpınar cümlesini Dellaloğlu’nun nasıl açtığına bakarak boşluğun içindeki garabeti bir nebze yakalayabiliriz:
“Tanpınar’ın bir sözü Batı’nın modern olma deneyimini çok güzel ifade eder: ‘Devam ederken değişmek, değişirken devam etmek.’ Modern olmak tam da bunun başarılması demektir. Modernleşme toplumlarında gelenekle modernliğin birbiriyle uzlaşmaz şeyler olduğu varsayılır. Bu varsayım, modernleşme toplumunda birbirleriyle zıt kutuplar tarafından da paylaşılır. Mesela bu konuda bir ‘Kemalist’ ile bir ‘gelenekçi’ tuhaf bir şekilde benzer düşünebilirler. Yani aslında neredeyse hiçbir konuda anlaşamayan bu iki kesim, modernlikle geleneğin birbirleriyle uzlaşmaz olduğu konusunda uzlaşırlar.”
Modernliğin, muhafazakârlığın, geleneğin, ilerlemenin, medeniyetin ve kültürün ne olduğu üzerine düşünülüyor, yazılıyor, konuşuluyor. Tüm bunlar yapılırken de muhakkak bir teodise oluşturuluyor. Zengin ve derin bir eleştiri yerine ifratla tefrit arasındaki yorumlarla, hatta süslü aforizmalarla, şimdinin yirmilerinde olan bir gencinin aklına yeni bir değer katılamıyor. Besim Dellaloğlu’nun yazıları, özellikle de Zamanın İçinden Zamanın Dışından kitabı bu anlamda derleyici toparlayıcı ama sonunda mutlaka dağıtıcı bir pusula içeriyor. Bu işin bir sonunun gelmeyeceği ortada. Hiç değilse sebepleri, neden böyle olduğu tartışılmalı.
“Eğri oturup doğru konuşalım. Bu ülkede ciddi, derinlikli, kapsamlı bir modernlik eleştirisi pek olmadı. Çünkü bir modernleşme ülkesi olan Türkiye için modernlik Batıdan gelen ve bizim mevcut halimizden her koşulda daha iyi olan bir şeydi. Bu nedenle de modernlikle aramıza kendilik bilincimizin tezahürü olabilecek eleştirel filtreler koyamadık. Çünkü vaktimiz yoktu. Çünkü işlerimiz hep çok acildi. Kurtarılmayı bekleyen bir vatan, millet, halk oralarda bir yerlerde hep bizi bekliyordu.”
Sosyolojinin yanı sıra psikolojik okumalar yapabilmek ve yaşam görgüsünü artırabilmek için de Besim Dellaloğlu’nun yazıları önemli hikâyeler içeriyor. Kitabın modernlik ve muhafazakârlık bölümünde, utanç başlığı taşıyan yazıdaki birkaç hikâye, insanın kendi vicdanını yeniden sorgulamasını sağlıyor. Bu sayfaları okurken Zeynep Sayın’ın Ölüm Terbiyesi kitabını hatırladım ve yeniden okumak için hemen raftan çıkarıp masamın üzerine bıraktım. “Hiçbir kusur mülkiyetçilik kadar kötü değildir ve bu mülke en başta kişinin kendi başı ve kimliği dahildir” diyordu kitabında Sayın. Kendilik bilinci yerine kendini bir putmuş gibi, bir anıt gibi dikmeye çabalamak, hem de bunu yeryüzü faniliğini bile bile tasarlamak, vicdan kaybını da en doğal yollarla önümüze seriyor. Dellaloğlu da “Vicdan bendeki ötekidir. Hatta tüm ötekilerdir. Ben’in tüm ötekileri içinde hissetmesidir. Vicdanın olmadığı yerde her şey artık bir kuru gürültüdür. Bir insan dünyaya bedeldir. Her insan dünyaya bedeldir” diyor. Zamanın hem içinden hem dışından ışıldayan sözler. Birini yakalayıp içimize sindirebilsek, ertesi güne başka devam etmek neden mümkün olmasın?
Felsefe ve sanat, modernlik ve muhafazakârlık, sosyoloji yazıları, üniversite ve akademi üzerine, Tanpınar üzerine, Türkiye ve sol başlıklı bölümler, okuyucuyu köşeye sıkıştırmadan ama ona hep yeni soru(n)lar katarak ilerliyor. Kitabın söyleşilerle zenginleştirilmesi de önemli, zira meseleler güncelliğini koruyor, hatta giderek artırıyor. Açıkçası ilk kez 2017 yılında okuyucuyla buluşan, birkaç baskı yapan ve sonra ortadan kaybolan bu kitabın Timaş Yayınları tarafından yeniden neşredilmesi pek yerinde oldu. Okuryazar takıntısıdır, dikkat kesildiğin kimselerin yazılarını bir arada bulundurmayı istersin, vakti gelince okursun, beslenirsin ve sonra unutursun. Ama işte hayat, bir şeyleri hatırlatıyor.
Yazıya bir anımı anlatarak başlamıştım, başka ve daha taze bir anımla bitirmek istiyorum. Şimdilerde “entelektüel gösterdiği” için pek revaçta olan kemik gözlüğü suratıma yerleştireli otuz yıl oluyor. Bir ileri derece miyop için gözlük konforlu, geniş ve mümkünse sağlam olmalı. Hele ki çocuklarınız varsa, çok daha sağlam olmalı. Gözlüklerimi değiştirmenin vakti geldiğini düşünürken başlamıştım Zamanın İçinden Zamanın Dışından’ı okumaya. İlk yazının başlığıyla karşılaşınca eh be kitap, dedim. Seni almak başka, okumak başka, okuduklarından hayatına katmak istediklerin başka masraf. Hep masraf. Velhasıl “Babamın Persol’ü” başlıklı yazı, beni bir Persol sahibi yaptı. Hem kitabı hem de kitaba dair yazıyı bu yeni gözlükle yapıyorum işte. Değişirken devam ediyorum…
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf