Berat Demirci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Berat Demirci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ocak 2023 Pazartesi

Kâinat lügatinde kelimelerin tükenmezliği

Berat Demirci Türk deneme yazarlığının usta ismi. Onun denemelerinde tabiat, insan ve eşya hayatın akışına birlikte tempo tutuyor gibidir. 2022’nin sonlarında Muhit Yayınlar'ından yayımlanan Serçe Saati kitabı bu kanaatimizi pekiştirecek niteliktedir. 2013 yılında başka bir yayınevi tarafından yayımlanan bu denemelerin hak ettiği dolaşıma sahip olmadığını ve bu yüzden okuyucusuyla tam bir buluşma sağlayamadığını söylemeden geçmeyelim. Denememizin birkaç özgün isminden biri olan Berat Demirci’nin eserlerinin çok daha geniş okuyucu kitlelerine ulaştırılması yazarının olduğu kadar okuyucusunun da hakkı olsa gerektir.

Asaf Halet ÇelebiHe’nin iki gözü iki çeşme” demişti. Berat Demirci ise Asaf Halet’e Çelebi’ce bir selam çakarak “Şe’nin iki gözü iki çeşme” başlığı altında çeşmeleri dolaşıyor. Kurumuş çeşmeleri suya kavuşturur gibi türkü pınarlarından onlara arklar açıp yollar gösteriyor. Akmakla akışmak arasındaki senfoni farkını “Kütahya’nın pınarları akışır” türküsünün peşine takılıp aynı akışkanlıkla anlatır. Ben kitabı okurken şurada durdum ve uzun uzun kulağımı o akışan çeşmelere verdim: “Evinize en fazla kırk elli adım arayla üç çeşme varsa ve gecenin bir yerinde pencereyi araladığınızda ses sese katıp şakımalarını dinliyorsunuz. 'Kütahya’nın Pınarları' bütün mesafeleri aşar, gelir gönül şehrinize bağdaş kurar.” Hacı Mehmet Çeşmesi’ni, dağ başlarındaki yalnız çeşmeleri ve derinde kaynayan pınarları Berat Demirci’nin anlatımı ile dinleyip okurken ıssız çeşmeler gibi tabiata dair ne çok şeyi kaybettiğimizi fark edip kederleniyoruz. Yazarından ödünç alarak söyleyecek olursak: Çeşmelerle akışmayı da unuttuk, çeşmelerin akıştığını da sadece çeşmelerin değil, dağın taşın kurdun kuşun; her şeyin…

Serçe Saati kitabında yer alan denemeler söz sözü açar kabilinden uzun denemeler. Oktay Akbal’ın “Önce ekmekler bozuldu” deyişiyle değişimin başı olarak kabul edilen ekmek üzerinde de aynı hassasiyetle durulmuş. Ekmek kokusundan hızla uzaklaşmış şehirlerin soğuyan yüzü, mis gibi ekmek kokusuyla beraber yok olan içtenlik ve kanaat ahlakı şehirleri bir mevtaya dönüştürerek kentleştirmiştir. Keşikli Fırınlardan bahis açsak şu kent hayatında söylediklerimizden kim ne anlayacak? Anlamaz elbet. Ekmeğin hamuru ve mayası değişir de nesillerin mayası ve hamuru hiç değişmez mi? Zeron buğdayından söz etsek kim bizi nereden anlayacak? Yazarımıza göre Zeron buğdayı günlük hayatımızdan çekildiği günden beri kadınlarımızın yüzü gülmüyor. Ekmek Aşı nedir bilmeyenler ne demek istediğimizi nasıl bilsinler? Elektrikli fırınlar ve mikrodalga ile birlikte taze ile bayatın tanımı ve anlamı bile değişti.

Serçe Saati’nde türkü izini takip ederek ulaşılan konulardan biri de mendil. Mendil deyip geçmemek lazım. Onun da uzun bir serüveni olduğunu Berat Demirci’nin satırlarından anlıyoruz. Mendil efendiliğin, nezaketin ve nezahetin bir simgesiyken, tarak, ayna, çakı ve çakmak da bu yerli yerindeliği tamamlayan unsurlardır. Mahrama ve peşkiri de hafızamızın kaybolan yerine iliştiriyoruz. Sepetli ve de fileli dönemlerden habersiz poşet döneminin çocukları elbette bu incelikten nasipsiz olacak, mendili tek kullanımlık bir burun silme aracı zannedeceklerdir. Bir de halayda mendil vardır ki yazarın da teslim ettiği gibi o bir dekor değil asli unsurdur.

Hayatımızdan çekilen şeyler sadece hayatla aramıza bir boşluk oluşturmakla kalmıyor, aynı zamanda bir geleneği geldiği yere geri postalayıp yaşanmış zamanların demirbaş kelimelerini de ardiyeye kaldırıyor. Ölümün dünya hali bunlardan biri. Gusülle gasil arası insanın ruhu bile duymazken gelip geçen hayatın başlangıç ve bitiş seremonileri. Şu cümle karşısında bir kere daha kalakalıyorum: “Eskiden hanemizde ölürdük, evinde döşeğinde, eşiyle aşiyanıyla ve birdenbire… Tam da birdenbire değil elbet, kısa bir yatak ömrüyle…Ölüm, 'Daha geçenlerde çarşıda çay içmiştik!' gibi sözlerle karşılandı. Şimdi son anlarımızı hastanede ve belki makineye bağlı geçirmekteyiz.” Modern hayatla beraber ölülerimizi nasıl kaldıracağımızı da unuttuk. Geleneğimizde “Ev Açma” diye bir şey vardı, ölen kişinin elbiselerini yıkamak için “Çamaşır Günü” diye bir gün tayin edilirdi, ölüyü defnettikten sonra “Can Yemeği” diye bir yemek adeti vardı, şimdilerde bütün bunların yerini kalıplaşmış törenler, kır pideleri, taziye halkaları almış. Alkışlı cenaze merasimleriyle ölüleri yakmak diye bir şey evvel yok idi iş bu âdet yeni çıktı.

Her deneme birbirinden güzel olsa da ben kitapta en çok “Valide Çiçeği” denemesini daha çok sevdim. Güzelliği ile dokunaklı oluşu arasında bir ilgi var mıydı, bilmiyorum. “Son üç gününde tam anlamıyla bebekti…” cümlesini okuduğumda rahmetli annemin bu dünyadaki son günleri geldi aklıma. Ölümün ve dirimin kodlarını çözmemizi sağlayan birçok şeyi Serçe Saati'nde bulabiliyor okuyucu. Bugünlerin dünyasında yastık kelimesi de mendil gibi çeşme gibi kendine dayatılan anlamın üzerine çıkamıyor ne yazık ki.

Yine Zevrak-ı Derunum Kırılıp Kenâre Düştü” diyen şairin işaret ettiği “kenar”dan derkenara doğru oradan da dağ kenarına yürüyerek ateşin kenarına, oradan da kenarın dilberine doğru uzanan denemeyi kitabın en alımlı kenar süsü kabul edebiliriz. Dikiş, iğne ve düğümle kalemin ve silginin ifade edeceğinden çok daha büyük hayat dersleri alınabileceğini öğrenmek nasip olarak her okura fazlasıyla yeter. Kitabın son bölümlerinde yazar odasına giren kanatlıgiller üzerine hafızasına konup havalanan duyguları yazmış. Karasinekten bal arılarına, eşek arılarından kelebeklere kadar kâinat lügatinde kelimelerin tükenmezliğini dile getiriyor. Son iki yazı mutlu sonla bitiyor, yazar yazı yazmıyor da sanki kiraz kuşunun gagasından muhabbetle öpüyor. Güneş tutulmasına maruz kalan serçe parmak kadar bedeniyle yükün bir kısmını omuzlarına alarak sanki insanların yaşadığı kadere eşlik ediyor.

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

13 Eylül 2019 Cuma

Kusursuzlar ve vazifeliler arasında "gönüllü" olmak

“İnsan varlığının en kırılgan üç yanı ve en savunmasız noktaları; kalbi, hayalhanesi ve gururudur. Dünya ile alışverişimizin titreşimleri bu noktalara düşer."
- Tekin Şener, Ötekiler Günü

Şey Alırlar Şey Satarlar, tıpkı Hasan Yurtoğlu'nun yazdığı gibi son yıllarda neşredilmiş en önemli kitaplardan biridir. Biriydi değil, biridir çünkü oradaki cümleler arasından bir cümle var ki yazarın okuyucuya bıraktığı bir emanettir. Bu emanet, melanete karşı hem bir savunma hem de taarruz stratejisidir: "Biz bunları ahlaklarından tanımak zorundayız."

Acı bir gerçek var ki o da hepimizin cehalet ekseninde birleştiğidir. Kendimize kulplar, kılıflar bulduk ve kitabı bir kenara koyduk. Kitabı duvara asanlarla gönlüne kazıyanların arasındaki makas açılırken, aslında ikincilerinin pek de ortalarda görünmediğini anlar olduk. Hakikat ehli kendini sırladı, sırlamak zorunda kaldı. Eskiden ortalık çamura bulansa da pırıl pırıl parlayan, ağzından çıkan bir sözle yahut bir bakışıyla tavrını ortaya koyan, o tavırla karşısındakinin hâlini değiştiren, dönüştüren zatlar vardı. Nerede bu zatlar? Hepsi mi güzel atlara bindiler? Kalanlar hangi çeşmenin sakası oldular?

İşte böyle böyle düşünürken araladım Bilinçli Cehaletin Sosyolojisi'ni. Berat Demirci, ilk sayfalardan itibaren cehaletin bir itikad gibi kabul edilmesini anlatıyor denemelerinde. Tanıdığımız, bildiğimiz yazarın o sert üslubunun ardında -çünkü hakikat serttir- derin bir mizah da var. Bu mizah, ağlanacak hâlimize yeni bir gülüş katmıyor, acziyetimizi ortaya döküyor. Horatius'un Hiciv'de söylediğini her denemesinin sonunda hatırlatıyor Demirci. Quid rides? De te fabula narratur. Ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikâyen.

Demirci'ye gören bir toplumu toplum eden, 'toplam insan hasılası'dır, gayri safi milli hasıla değil. "Kalp merkezdir, toplum insanlardan oluşur ve insanların kalbindeki değişim, fiili değişime esastır. Bunun hesaba katılmaması kadar bir toplumun geleceği için daha tehlikeli bir şey yoktur" der. Kul hakkına riayet ederek yaşayanlara 'cahil' gözüyle bakıldığı, vatanın 'hayatî mekân'dan 'işletme arsası'na dönüştüğü, 'şahsiyet'in tedavülden kalktığı, her insanda farklı olan kişiliğin sahte bir eşitlikle birleştirilerek 'tek tip insan' (robot) üretmenin revaçta olduğu, milyonlarca bilincin 'din adam'ları tarafından mağdur edildiği, ulemanın gücünü Google'dan devşirdiği, ezik ve sinik kimselerin kudretlerini daima hissettirmek için kapılarına 'vali şapkası' astıkları, uygun adım yürümenin marifet sayıldığı, gerçekleri örtmenin putperestçe savunulduğu bir zamanda Demirci bir teklifte bulunuyor.

"Hayatta en çok sevdiğim ve hep acemi bir "bahçıvan baba"  olarak uymaya, uygulamaya çalıştığım: İnsanı "Bir bitki gibi yetiştirmek!" teklifimi meclise, meydana, dergâha, bargâha arz ediyorum. Yetiştirebileceğimize de inanıyorum, inanmak ise en büyük kuvvettir. Aile, en temel rolü üstlenendir; böyledir ama nasıl yerine getirdiğini hesaba katmadan "eğitim meselesi" ve benlik inşası" konuları doğru istikamette yürümez. Uygulamalar ise, üç aşağı beş yukarı "mühendislik"le varlık çözülmesi yapmak olur. Doğru ekim yapılırsa şöyle olur: İki kardeşten biri biraz gümrah biter, biri biraz zayıf kalır. Ama gül fidelediysek, pıtrak devşirmeyiz. Bir topluma aslî rengini Toplam İnsan Hâsılası verir."

İbn-i Haldun'a göre devletin varlığını zorunlu ve meşru kılan ölçünün "İnsanı insanın şerrinden korumak" olduğunu söylüypr yazar. Ekonomik anlamda %10'luk alt gelir seviyesindekilerle üst gelir sahipleri arasındaki fark korkunç biçimde ve süratle artarken, devletle halk arasındaki makasın da açıldığını hatırlatıyor. Peki bu yol nereye gidiyor? Devlet memuru 'ağa hayatı' ile buluşturuyor evvela. Sonra servet sahibi olmayı meşrulaştırıyor ve en kritiği bunu sürdürmek için arsa, emlak, bayilik, kuyumculuk gibi risksiz, hiçbir bilgiye ve vizyona ihtiyaç gerektirmeyen işlerin popüler olmasına çanak tutuyor. Elbette birileri bunlarla meşgul olurken kendilerine dinî açıdan sağlam(?) dayanaklar da bulabiliyor. Servet ve makam birileri arasında dönen bir güç olunca, halkın çevresini rantçılar, tacirler, dövücüler, sövücüler çeviriyor. Üstelik oluşan bu çevre(!) "devlet imkân tanırsa neden yanlış olsun!" tekerlemesiyle kendine geniş, yüksek bir duvar da çekiyor. Duvarın oluşmasıyla birlikte güven ve sosyal adalet kavramları da ortadan kayboluyor. Bir toplumda güven, adalet esas olacaksa orada duvar olmaz. Yok yok, 'şeffaf'lıktan bahsetmiyorum. Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu'nda "Günümüz dünyası eylem ve duyguların temsil edildiği ve yorumlandığı bir tiyatro değil, mahremiyetlerin sergilendiği, satıldığı ve tüketildiği bi pazardır" diyor. Bu pazarda şeffaflık ancak makinelerin işidir ve insan da gittikçe makineleşmektedir. Güven ve adalet, bakın nasıl karışıyor çorba:

"Cafcaflı binalar, zevksiz ama cesametli ve sünnet karyolası gibi kentler; hangi ekonomik anlayışın ürünüdür? Kadroları fırsata çeviren ve yiyip, içip, israf eden sosyete grupları hangi yapılaşmanın ürünüdür? Bu yaşananları dinen ve ahlaken meşrulaştıran ilmiye mensupları vicdanen rahat mıdır? Bu soruları sayfalar dolusu sıralayabilirim ama nedeni ve cevabı soruların içinde olduğu için rahatsız eder. Üstelik terbiyesizce yaftalanırsınız; Marksistleştiğiniz iftirasını, yakında sol ile kol kola girme ihtimalinizin yüksek olduğunu mütedeyyin kardeşler(!) birbirlerine aktarır ve pislik yalanlarına dönüp kendileri de inanırlar. İşine geldiği miktarda Müslüman olmanın önünde fikrî bir engel, imanî bir mevzi çıkmadığı için, ikiyüzlülük her kılığa girebilmektedir."

Evet, deodorant kokusu Demirci'nin dediği gibi başta emek olmak üzere her şeyi bastırmıştır. Bunca sene alın terinden, köylüden, mazlumdan, emekten bahseden türküler okuyan Orhan Gencebay dahi deodorant reklamında oynayıp halka "duş yetmez" dedi. Duyduğumuza göre onu sevenler "batsın bu dünya"yı daha içten söylüyorlarmış şimdilerde. Eh haklılar... Maalesef ki yeni imkânlara sahip olmak için saygın, nazik, zeki gözüken -gözükmeye çalışan da değil, ciddi ciddi böyle gözüken- insan sayısı gözle görünür oranda arttır. Ne ki bu kadar gözle görünüyor, oradan bir afet çıkacaktır muhakkak. Şöhret afettir. Hele ki yalandan şöhret, felakettir. Şartların konforunu sürdürenlerin bu canlılığı, bu fokurdaması için 'epistemolojik sahtekârlık' diyor yazar:

"Deodorant kokusunun başta emeği ve her şeyi bastırdığı son zamanlarda kendi çıkarı uğruna saygılı, dürüst, nazik gözüken insan sayısı müthiş çoğalmıştır. Bunun iki sebebi var: Şartların kazandırdıklarını sürdürmek ve yeni kazanımlar elde etmek için yatırımda bulunmak... Allah'ın her kulunun özel olduğuna belli ki artık inanmayan ve kişilerin ölçülemeyen her tarafını, kendine mahsus sapkınlıkla ölçüp, sonra afişe eden kurumlaşmış "epistemolojik sahtekârlık" kendisine durmadan vazife çıkarmayı asla ihmal etmiyor. "Ölçemediği Şey"den tedirginlik duyan bu zümrelerin tek korkusu, elde ettiklerini kaybetme korkusudur. Elde ettikleri her şeye layık olduklarına kendi kendilerini inandırmışlardır."

Eleştirinin umursanmadığı ve hatta eleştirenin derhal muhalif olarak etiketlenip altının oyulduğu, ona türlü etiketlerin yapıştırıldığı bir 'düşünce piyasası' var. Bu piyasa; şairinden yazarına, yönetmeninden tiyatrocusuna çok geniş bir dair oluverdi. Geriye kalanların 'yok ediliş' emri de verildi. Bu yok ediliş, 'görmezden gelme'dir. Bir insanı görmezden geldiğinizde onu yok etmiş sayılırsınız. Farklı düşüncelere ve yorumlara kapalı olmak, tek tip düşünceyi de beraberinde getiriyor. "Haklılık mukabele görmez hale gelmiştir" diyor Berat Demirci. Muhalif damgalı her şey önce halının altına süpürülüyor sonra da o halı en makul yerde yakılıyor. Çünkü "hak dava" diye bir şey var ve bu ne olduğu belirsiz, kârı muhafaza etmekten gayrı meselesi olmayan davayı güdenlerdenseniz, sefasını da sürersiniz. Ya bu davayı güdeceksiniz ya bu diyardan gideceksiniz. Hem gütmeyen hem de gitmeyenlerden olacaksanız, yani bir 'oyun bozan'sanız safınız bellidir: tehlikeli öteki. İşte 'düzen adamı' hiç sevmez bu ötekiyi. Her türlü hasetliği, kötülüğü, terbiyesizliği de kendine hak bilir. Oysa bakın yazar bir 'gönüllü' olarak neyi hatırlatıyor:

"Halıların altıona süpürdüğünüz gübürün, sumen altı ettiğiniz yamuk işlerin farkına varanları hedef göstererek kendinizi sağlama alma numaralarınız kusurla değil, karakterle izah edilebilecek türden olabilir. Kumpas, hile, sahtecilik dahil denemediğiniz hiçbir teknik yoktur; bazen hangi milletin numunesi olduğunuzu sorasım geliyor. Mülkün emanet olduğunu, elinizden bir anda çıkabileceğini aklınıza getirdiğiniz oluyor mu? İçinizde "Şu dağın arkasında düşman var!" dediğinde doğru söylediğine insanların kanaat getirebileceği kaç ehl-i eman kaldı? Yaptıklarımıza ve yapmadıklarımıza dair fiili cevaplar önümüze burada ve ötede er geç gelecektir; mühleti vardır. Mühlet, inceden ince bir zaman bilincidir ve her oluş ve bozuluşun muhtelif sebeplere istinat eden bir mühleti vardır. Tövbe, mühlet dolmadan kurtuluş yoludur; önce kusursuz olmadığını kabul etmekle başlar."

Oyunun içindeyiz. Artık bu oyunun dışında kaldığını düşünmek bir zandan, kendini kandırmadan ibaret. İşte tam bu sırada birisi çıkar ve evet oyun hileli biliyorum der, altı kapıya gele atsam da benim attığım zarın ne geldiğini mutlaka görenler var der, oyunu kaybetmeyi hiç önemsemiyorum der. Çünkü bu oyun yenme yenilme meselesi değil, cana can oynama meselesidir. Türkçede 'canından geçmek' diye bir deyim vardır ve insan sadece hakikat uğruna canından geçer. Öte yandan, doğru olan her şey güzel değildir ama güzel olan her şey doğrudur derler. Bilinçli Cehaletin Sosyolojisi çok güzel bir kitap, tıpkı Berat Demirci'nin diğer denemelerinde olduğu gibi güzelliği yıllar sonra anlaşılacak...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

7 Mart 2018 Çarşamba

Seferberlik günleri gelip çattı!

2017 Ekim’inde yayımlanan "Şey Alırlar Şey Satarlar"ın şu zamana kadar yirmi-otuz baskı yapmamış olmasını yadırgadığımı bildirmeliyim. Maalesef! "Turna ve Gayda" demiyorum, "Beethoven’in Gözleri" de demiyorum. Haddimin, hududumun farkındayım. Şey Alırlar Şey Satarlar için söylüyorum bunu. Zira kitabın, 15 Temmuz 2016’dan bu yana, herkes tarafından konuşulan, hakkında türlü tezvirat yapılan hususlara dair yazılmış ufuk açıcı bir eser olma özelliği taşıdığı, dedikodudan ibaret olan çoğu yayının aksine işin aslına dönük can alıcı çözümlemeleri içerdiği gün gibi aşikar. Ancak, geçen süre zarfında birinci baskının tükenmemiş, kitaba dair kayda değer bir yazının yazılmamış olması meselelerin hangi düzeyde ele alındığını göstermesi açısından bir fikir vermesi yanında sürekli şikâyet konusu edilen belaların başımızdan niye eksik olmadığının da izahı yerine geçmektedir. Yazarın durumun farkında olduğu; kitabı okurken hissediliyor. Kitabın layık görüldüğü muameleye şaşırdığını ise, sanmıyorum. Ne var ki bu fevkalade durum ve ilginç saydığım tutum karşısında kimse hayrete düşmememi, esef etmememi beklemesin benden. Bu cümleler, beni bu yazıyı yazmaya sevk eden sebepleri izah kapsamındadır. Kitabın yayımlandığı günden bugüne bekledim; boşuna beklediğimi anladığımda da harekete geçtim. Bu bakımdan okuduğunuz salt tanıtıcı bir yazı olmaktan uzaktır ve hakikate riayetin üzerime yüklediği ödevin gereğidir.

Şey Alırlar Şey Satarlar, 2012 Eylül’ü ile 2017 Şubat’ı arasında yayımlanmış yazılardan oluşmakta. Kitapta belirtilen tarihler arasında aynı konular etrafında düzenlenmiş tam yetmiş sekiz farklı başlığa yer verilmiş. Bu bakımdan bir fikri takip içerdiği görülüyor. İlk yazıdan itibaren ‘paralel’ olgusunun etraflı bir izahına girişen kitap; söz konusu yapılanmanın niye çete sayılması gerektiği ve hangi özelikleri bakımından paralel olduğunu şüpheye yer bırakmaksızın tarif edip açıklıyor. Bu arada aynı konuda yazılmış çeşitli kitapları okuyup inceleme fırsatı da buldum. Hem 15 Temmuzdan önce yazılanları hem de sonrasında kaleme alınanları. Bunların çoğu ‘paralel’ hakkında malumat veren; olaylar ve kişilere dair anekdotlar aktaran bir tarzda kaleme alınmıştı. Sözgelimi, şebekenin elemanlarının belli bir kurum içinde nasıl örgütlendiklerini, organize bir biçimde bu kurumları hangi usullerle ele geçirmeye çalıştıklarını kişiler ve olaylar üzerinden hikâye eden sansasyonel haberler şeklinde düzenlenmişlerdi. Şey Alırlar Şey Satarlar'ın baskı üstüne baskı yapan bu tür yayınlarla aynı rafta yer almadığını söyleyelim. Nitekim bu alanda da bir piyasanın, bir Fetö ve 15 Temmuz piyasasının oluştuğu malum. Muhtemeldir ki bu piyasada asıl mevzuu dikkatimizden kaçırmaya, meseleyi sulandırmaya dönük kripto güçlerin dolaşıma soktuğu yayın ziyadesiyle mevcuttur. İster halisane niyetlerle ister kripto amaçlarla kotarılmış olsunlar; bu yayınlarda daha çok siyasi, askeri, bürokratik yönleriyle ve manipülatif biçimde bir ajanlar köşe kapmacası olarak sunulan, adeta bir macera filmi gibi aks ettirilerek gerçeklik duygumuzu ifsat eden olgu Şey Alırlar Şey Satarlar'da gündelik hayata etki eden tezahürleri, toplumun en küçük birimlerinde görünürlüğü olan iktidar ve güç ilişkileri mercek altına alınarak çözümlenmeye çalışılmaktadır. Konunun kriminolojik yönü ihmal edilemezse de inanç unsurlarını bir suç şebekesine lojistik destek sağlar haline getiren patolojinin teşhisi daha önemli ve daha aslidir. Şey Alırlar Şey Satarlar'ın konumlandığı yer tam da burası.‘Niye böyle oldu?’ deyip şaşıranlarla ‘nasıl bir daha böyle olmaz’ı dert edinenlerin sorularına tatminkâr yanıtlar bulacağı bir vasattan söz ettiğim anlaşılmıştır umarım. Kitap; okurken, daha ilk sayfadan itibaren farkını fark ettiren, gündelik siyaset algısının ötesinde bir perspektifle ve salt hamasetle -vatanseverlik duygusunun yönlendirdiği çıkar gözetmez bir fikir namusuyla- kanon’la yazıldığı anlaşılan sıkı örülmüş, içerikçe hayli zengin, ilişkili ve birbirine bağlı metinlerden oluşuyor. Bu yönüyle ne bir ihbar metnine ne de bir şikâyetnameye asla benzemiyor. Semptom ve arızaları mümkün kılan sosyal-kültürel ortamı, siyasi ve ekonomik koşulları insan malzemesi ve zihniyet iklimi perspektifinde esaslı bir biçimde analiz edebilen ve bu alanda henüz benzeri kaleme alınmamış ayırıcı vasıflara sahip. Kitabı okurken, roman okuduğum hissine kapıldığım anlar da oldu. Bu da onun şebeke trafiğini gerçeklikten ve gerçekliğin yarattığı gerilimden uzaklaşmadan ustalıklı tasvir etme başarısının sonucu olmalı. Yazarının, paralel yapıdan kopup anılarını kaleme alan ve bir vakitler mensubu bulundukları çeteyi ispiyonlayan çoğundan farklı olarak, bunların muteber sayıldığı yıllarda bile patolojiyi fark etmiş bir mevzide konumlandığı unutulmasın. Bu sebepten akademisyen, gazeteci ve yazar vasfıyla çetenin gadrine de uğramıştır. Ancak Berat Demirci’nin şebekeye sardırması kendisiyle uğraşılmasından değil. Gerçi, öyle de olabilirdi; o takdirde çabası yine meşru olurdu. Nitekim bu çetenin tepesine çöktüğü kimi asker ve sivil görevlilerin mücadelelerini aktarmalarının kamuoyu üzerinde olumlu tesirler meydana getirdiğine şahit olmaktayız. Şey Alırlar Şey Satarlar'ın her satırında hesaplaşma motivasyonuyla izah edilemeyecek soylu bir tavır, ahlaki bir seviyeden ve kişilik özeliklerinden neşet eden bir hasbilik hissediliyor. Üzerinde yaşadığı toprakların asaletini ve irfani birikimini içselleştirmiş bir alimin bilgi ve kişilik düzeyinin mecbur kıldığı sorumluluk olarak yorumluyorum. Tuzağa düşenleri tuzağa düşüren amiller buralardaki fukaralığın tezahürlerinden doğmakta zaten. Tüm bu noksanlıklar içinde bilgi noksanlığı en az etkili olanıdır. Ancak kişilik arızaları ve irfan yoksunluğu dediğimiz, hem tuzağın kurulduğu koşulları hem de tuzağın başarısını açıklayan başlıca sebeplerdendir.

Bir Müslüman olarak kendimi bağlayan ve önemli gördüğüm temel önermem şudur: İslam muamelat ve muaşereti açık/zahiri ilkelerle sınırlar; İslam toplumu da özü gereği ‘Açık Toplum’ özelliğine sahiptir. Kapalı ama kendi dışındakilerin hayatını etkilemeyen bir örgüt, bana hoş gözükmez; mesafeli dururum hepsi o kadar.” (sf. 79)

Hükümetler, vatandaşlarının hukukunu korumada, kolonlanmış örgütler karşısında yetersiz kalabilmektedir.” (sf. 115)

Doksanlı yılların başlarından itibaren sivil toplum denilen ne kadar da muteberdi aslında. Mekteplerde bunların öneminden sürekli söz edilirdi. Sivil toplum devlete karşı milletin can suyuydu. Olmazsa olmazdı, falan. Hoca, sosyal bilim çevrelerinin öne çıkarıp altını çizdiği bu gibi nosyonlara karşı uyanık olunması gerektiğini söylüyordu. O yıllarda yayımlanmış "Makine Cücükleri" adlı deneme zoolojik ve zoo-biyolojik bir içeriğe sahip değildiyse bizi bugünlere ulaştıran bela ve tehlikeleri işaret eden bir ikaz niteliğindeydi. Keşke yazı yayımlandığı sırada bir karşılık bulsa ve metaforik yönü ve göndermeleriyle değil de lafzen, literal seviyede anlaşılsaydı. Belki bu, beslenme rejimimiz üzerinde yıllardır yürütülen operasyona dair bir uyanıklık sağlardı. Ancak o, makine civcivleri metaforuyla, konumu gereği kültürel, entelektüel ve manevi beslenmemize dair olanları öne çıkarmayı seçmişti. Sivil toplum oluşumlarının küçük devletçikler olmaya yönelmesi ihtimali yanında Türkiye’nin düşmanlarının bu yapılar üzerinden Türkiye’ye oyun kurabileceği gibi risklerin de farkındaydı.

Batılıların konusu ve konumu Türkiye olan hiçbir kimse ile iş tuttuğu görülmemiştir.” (sf. 117)

Dolayısıyla cemaat denilenin bu yöndeki etkinliğinin onun dikkatinden kaçması beklenemezdi. Berat Demirci’nin etkinliği de şebekenin gözünden kaçmayacaktı doğal olarak. “PKK Kürtlerin ahlaki genetiğini bozmak üzere görevlendirilmiş bir Haçlı kuruluşudur… Fethullah Gülen örgütü de Türklerin ahlaki genetiğini bozmak üzere aynı mihraklarca kullanılmaktadır.” (sf. 99)

Biz bunları ahlaklarından tanımak zorundayız.” (sf. 173)

…ortakyaşar bir şebeke kurmuştular.” (sf. 186)

Sahipsiz şehirlerde 5 kişilik muktedir bir çete; dilediğini batırır, dilediğini kaldırır.” (sf. 188)

FETÖ, son haliyle terör örgütü olarak işaretlenmiştir ve iflah olması mümkün değildir ama METÖ ayaktadır.” (sf. 175)

İslam dinini istismar ederek iktidarı ele geçirmek için, çok basit bir mantık keşfetmiştir. Dilencilik… Dilenciliğin teknik haline gelişinde izlenen en önemli ve etkili usullerden biri dilencinin cami önünde beklemeyip, cemaatle beraber saf tutmasıdır.” (sf. 177)

Bu ülkenin Fetö’den kurtulması mümkündür ama bu sahtekârca kurgulanmış teolojik zihniyetten, bu teoloji mühendislerinden dinimizi kurtarmadıkça kurtulmuş sayılmayız.” (sf. 161)

Şey Alırlar Şey Satarlar, son yıllarda yayınlanmış en önemli kitaplardan biri olarak anılmayı hak ediyor. Zira yalnızca bir tehlikeyi işaret etmekle yetinmiyor, söz konusu tehlikeyi bertaraf etmeye matuf imkânları da haber veriyor. Yirmi yıl kadar evvel "Son Seferberlikten Önce Söylenmesi Gerekenler"i neşretmiş şairin, sefer bilinci içinde ömür sürmüş bir mütefekkirin duyurduğu o sefer günleri gelip çattı nihayet. Geçip gitti, demiyorum; gelip çattı! Berat Demirci, bu kitapla yıllar içindeki amansız sefer hazırlığını, kendi seyrü seferi üzerinden paylaşıyor okuyucuyla. Yaşananlar, şairin niçin ‘son seferberlik’ dediğinin idrak edilmesini mümkün kılan bir mecrada cereyan etmiştir. Zira memlekete tasallut eden ve işlerliğini sürdüren küresel bela seferi mümkün kılacak ve beraberliği tesis edecek varlığı ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Bir kez daha…

Hasan Yurtoğlu
twitter.com/hasusi