Hemen her roman yazarı, eserini oluştururken kendi hayatından da bir şeyler katar. Bu durum bazı yazarlarda çok bazı yazarlarda ise azdır. Natsume Soseki (1867-1916), eserlerinde kendi hayatından izleri çok kullanan yazarlardandır. Bu sebeple, Soseki’nin hayatını bilerek onun eserlerini okumakla, hayatına vakıf olmadan okumak arasında farklar bulunur.
Natsume Soseki, kimilerine göre önemli bir Japon yazardır fakat Murakami gibi bazılarına göre de “modern Japon Edebiyatı’nın kurucusu” denebilecek kadar önemli biridir. Uzakdoğulu yazarları baz alırsak, Türkiye’de bir Haruki Murakami bir Yukio Mişima hatta son zamanlarda tanınırlığı daha da artan Yu Hua kadar bilinmez. Fakat ilginçtir ki eserlerinin beş altı tanesi, en çok bilinen yayınevlerinden olmasa da dilimizde yayımlanmıştır. Ben Bir Kediyim benim yazardan okuduğum ikinci eser oldu. İlki Jaguar Kitap’tan yayımlanan Madenci adlı romandı. Fakat Madenci’yi okuduktan sonra, kitabın Soseki külliyatı içerisinde ayrıksı bir yerde bulunduğuna dair yorumlar okudum. Öyle ki Madenci, Soseki’nin üslubunu en az gösteren kitabı(ymış). Ben de Madenci kitabıyla sevdiğim yazarı daha iyi tanımak için onun ilk eseri olan Ben Bir Kediyim romanını okumaya karar verdim. Yazının bahsi bu kitaptır.
Soseki, İmparator Meiji döneminde yaşamış bir yazardır. Bu dönem, Japonya’nın geleneksel hayattan modern hayata geçmeye çalıştığı bir dönemdir. Ben bu açıdan Soseki’yi bizdeki Tanzimat aydınlarına benzetiyorum. Başlarda tamamen modern hayat savunucusu olan Soseki, İngiltere’de yaşadığı süre sonunda Batı medeniyetinin abartıldığı kadar yüce bir şey olmadığını ancak kalkınmak için takip edilmesi gerektiğini savunur. Ama birebir taklide karşıdır: “Avrupalılar güçlü olduğu için, ne kadar aptalca olursa olsun her şeyi taklit etmek zorunda hissediyorsunuz. Uzun şeylere sarıl, güçlü şeyler karşısında bükül, ağır şeyler karşısında ezil. Bu emir kiplerine karşı kendinizi ezik hissetmiyor musunuz?”. Herkesin aklına gelmiştir, klişe yorumla söyleyecek olursak, bizdeki Batı’nın iyi yönlerini alalım gibi bir düşünceye sahiptir.
Soseki, ülkesinin içinde bulunduğu geleneksel hayattan modern hayata geçiş aşamasında gördüklerini eserlerine yansıtan bir yazar. Ben Bir Kediyim de o kitaplardan biridir. Fare yakala(ya)mayan, miskinlik eden, biraz bilge biraz ukala biraz aptal bir kedinin, ismi bile olmayan bir kedinin gözünden görürüz hikâyeyi. Öyle bir kedidir ki kendisini insandan üstün tutar bazen. Hatta kitabın özgün adı Wagahai Wa Neko de Aru’dur. Çevirmeninin ön sözde belirttiğine göre buradaki Wagahai “ben” demektir fakat bu kelime Japoncada, sadece bilge ve saygın kişiler için kullanılır. Anlatıcımız kedi de kendini muhtemelen o aşamada görüyor.
Otobiyografik ögeler içeriyor demiştim yazarın romanları için. Örneğin bu kedinin sahibi ve aynı zamanda romanın çok büyük kısmında mekân olarak gördüğümüz evin sahibi Hapşuruk Efendi de Soseki’nin bazı özelliklerini taşır. Hapşuruk Efendi dışında; Donay Efendi, Meitei, Bilge Poyraz, Hapşuruk Efendi’nin karısı kitaptaki esas karakterlerdendir.
Kedinin bakışından insanlar hakkındaki görüşlerini okuyabileceğimiz kısımlarla başlayan roman aslında başlarda okuyucuya çok bir şey vaat etmiyor. Hatta kendimi, “toplumun incelenmesi nerede?” diye sorarken bulduğum da oldu. Ancak uzun sayılan bu romanda -455 sayfa- Soseki, Japon toplumuna, eğitim sistemine veya yöneticilere yönelttiği eleştirilerini ve gözlemlerini normal diyalogların arasına sıkıştırmış (romanın arka planında Rus-Japon savaşının da izlerini sürmek mümkün ancak bu konu çok ön plana çıkarılmamış). Sadece son bölüm hariç -oraya değineceğim- keskin roller verdiği karakterlerinin diyalogları arasında bu yenileşme dönemi hakkındaki düşüncelerini serpiştirmiş. Örneğin, Donay Efendi ve Meitei’i yenileşme taraftarı bir karakter olarak resmederken, Hapşuruk Efendi daha geleneksel yaşamı savunan taraf olarak göze çarpıyor.
Kedi her yerde. Bilge ve ukala bir kedi demiştim. Tamamen hâkim bakış açısına sahip. Düşünceleri bile okuyabiliyor. Her deliğe girip çıkabiliyor. Fakat kitap oldukça ağır akıyor. Çünkü yazar kedinin gözünden her şeyi aktarmaya çalışmış bu da yer yer sıkıcı betimlemelere ve gereksiz gözlemlere dönüşmüş. Sabırsız pek çok okur kitabı yarım bırakabilir ancak tavsiyem kesinlikle bitirilmesi yönünde. Zor bir işi başardıktan sonraki tatmin ve mutluluk duygusunu veriyor bu kitabı okumak.
Kitap on bir bölümden oluşuyor. Daha önce yazarın fikirlerini diyalog aralarına sakladığını belirtmiştim ancak bu son bölüm kitabın tam anlamıyla çözüm bölümü olmuş. Yine Hapşuruk Efendi’nin evinde toplanan Meitei, Donay Efendi, Bilge Poyraz ve Keçeli Birdağ üzerinden fikirlerini bir deneme üslûbuyla boca eden Soseki, karı-koca ilişkilerini, evliliğin modern ve geleneksel toplumlardaki yerini, bireysellik-toplumsallık konularını ve bunların sebep ve sonuçlarını, Avrupa kültürünü ve gelecekle ilgili tahminlerini okura aktarıyor. Seyredenler bilecektir, The Man From Earth, tek mekânda geçen ve beş altı profesörün fikir çatıştırdığı bir filmdir. Ben Bir Kediyim kitabının son bölümünü, yer yer ironik ve komik unsurlar içermesine rağmen bu filme benzettim. Filmi sevenler bu son bölüm hatırına bu kitabı da okuyabilirler.
Son olarak çeviriye değinmek istiyorum. En genel şekilde söyleyecek olursam roman iyi bir çeviriye sahip. Dilimizde iki yayınevinden yayımlanmış: Panama Yayıncılık ve Ötüken Neşriyat. Ben Ötüken Neşriyat’tan Samet Atik’in çevirisiyle okudum. Fakat şöyle bir detay var, ben nesir çevirilerinde orijinal metne birebir sadık kalınması kanaatindeyim. Şiirde elbet anlam çok daha fazla öne çıkacak ancak ben okuduğum romanlarda o ülkenin deyim veya atasözlerini orijinal haliyle okumak isteyen biriyim. Samet Atik son derece çalışkan bir şekilde işini yapmış, sıkıştığı yerlerde kitabın İngilizce çevirisinden de yararlanmış. Ancak bazen Japon deyimlerini veya söyleyişlerini çevirirken tamamen bizden deyimleri tercih etmiş (mesela Japon bir karakter gün olur asra bedel diyebiliyor). Metindeki kelime Japoncada ne anlama geliyorsa o şekilde verilse ve bu açıklamalar dipnotla belirtilse bence daha şık olurdu.
Son olarak diyorum ki, Soseki’yi Türk okurlar keşfetmeli. Murakami’nin kitaplarının bu kadar çok sattığı bir ülkede Soseki çok daha fazlasını hak ediyor.
Son olarak, kitapta altı çizilecek çok cümle yok fakat olanlar oldukça sağlam. Bir örnekle yazıyı bitiriyorum.
“…Mesela bankacılar. Her gün her gün başka insanların parasına göz kulak oluyor, başkalarının parasıyla çeşitli işlemler yapıyorlar. Bir süre sonra bu parayı kendi paraları gibi görmeye başlamalarına şaşırmamak gerekir. Hükümet görevlileri de aynı şekilde. Aslında görevleri insanlara hizmet etmektir. Yani hepimiz öyle düşünüyoruz ama çeşitli şeyleri kontrol etmeye alıştıkları anda, iktidarın vermiş olduğu sarhoşluktan olsa gerek, her şeyi yapabileceklerini düşünmeye başlıyorlar. Hatta bazen öyle raddelere geliyorlar ki, şu anda ellerinde tuttukları iktidarı tamamen kendi iradeleriyle elde ettiklerini, bu yüzden halkın bazı konularda hiçbir şekilde söz söyleme hakkı olmadığını söyleyenler bile çıkıyor…” (sf. 347)
Mehmet Akif Öztürk