"Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.
- Sûre-i Enfâl [8/63]
"On derviş bir kilimde uyurken iki padişah bir dünyaya sığmaz."
- Şeyh Sadi-i Şirazi
Bölünmenin, parçalanmanın, tefrikanın, şiddetin, edepsizliğin ve her türlü dalaverenin at koşturduğu Türk topraklarında; gam, keder ve hüzün içindeyiz. Dertliyiz ve Allah'ın dertli gönülleri sevdiğini, onlara merhamet ettiğini de biliriz. Güvenimiz O'nadır ve O'ndan başka da ilah yoktur. Hz. Pîr Abdülkâdir Geylânî'nin buyurduğu gibi de "Allah’tan başka her şey puttur". Tüm bunları yaşasak da bilsek de farkında olmadığımız alışkanlıklarımız giderek puta dönüşüyor. Gönlümüzdeki putları yıkamadığımız için de hakiki olanla, hakikatle, Hakk ile buluşamıyoruz. Bir bunalımın içindeyiz ama bu Batının sahte bunalımları gibi değil. Elest Bezmi'nden beri O'ndan ayrıyız ve bu ayrılık bizi bize unutturuyor. Biz, bizi unuttuğumuz için O'nunla buluşamıyoruz. Oysa "Men arafe nefsehu fekad arafe Rabbehu" hadis-i şerifinde her şey ne kadar da açık: "Nefsini (kendini) bilen, Rabbini bilir."
Mahmud Erol Kılıç, katıldığı her televizyon programında, söyleşide ve konferansta olduğu gibi kitaplarıyla da tasavvuf düşüncesinin ne olduğunu anlatıyor. Gönüllere aslında tasavvufun ne olmadığını anlatıyor ki ne olduğunu daha iyi bilip, nice hikmeti gönlümüze yerleştirebilelim. Çünkü bu hikmetlerden Batı nasibini almaya çoktan başlamışken; bize daha yakın olan, bizim içimizden çıkan, asırlarca Anadolu'yu Anadolu yapan tasavvuf düşüncesinden biz neden istifa etmiyoruz sorusu zihinlerde çınlamalı. Mahmud Erol Kılıç bu meseleye, Kanal 35'de katıldığı Buluşma Noktası adlı programda sıklıkla değinmişti. Söze "Avrupa'da "Ben Müslümanım" deyince herkes sizden kaçıyor. Ben bir Müslüman olarak Müslümandan korkuyorum. "Allahûekber" diyen adam kafama ne zaman odun indirecek diye korkuyorum kırk yıllık bir Müslüman olarak. Batılı niye korkmasın?" başlayan Kılıç, "Tasavvuf sevginin şiddetli yaşanma biçimidir. İlahi aşk insan-ı kâmile giden mübarek bir yoldur" diyerek başvurmamız gereken rehber(ler)i de belirtmişti: "Dünyanın birçok ülkesinde Hz. Mevlânâ ve Muhyiddin İbn Arabî okuyarak insanlar Müslüman oldular. Dünyanın sufî geleneğine ihtiyacı var."
Biz şifayı çok yanlış yerlerde arıyoruz. Şifanın ne olduğunu belki de bilmiyoruz. Reçetelerde, Google'da, lüks evlerde ve arabalarda, tüketim çılgınlığından kendimize mutluluklar çıkartmaya çabalıyoruz. Kitaptan devam edelim: "Tıp bilimi, insanlara şifa vermekten uzaklaşmaya, insan genleriyle oynayıp etik değerlerden kopmak suretiyle bir canavar olmaya başlamıştır. Teknik, vahşi bir mekanizma hâline gelmiştir. Bugün kimi Batılı düşünürler, artık "ilerleme" unsurlarının insanların rûhânî değerlerine katkıda bulunamadığını tartışıyor ve kendi "ilerleme"lerinden rahatsız olarak değerlerine dönmeye çağrıda bulunuyorlar... Batılı insan, kutsala olan referanslarını göz ardı etti ve bunun sonucunda da kalbini şeytana rehin etti. Batı'da insan artık üretmek istemeyen, intiharlarla yüzleşen bir varlık hâline geldi. Varlık krizinden kurtulmak için kaybettiği insanlık dersini, bir Hint gurusunun önüne diz çökerek bulmaya çalışıyor. Şunu asla unutmayalım ki gerçek gelişme, manevî tekamüldür."
Ken'an Rifâî Hazretleri "Hiçbir şey üstadsız olmadığı gibi nefsin terbiyesi de üstadsız olmaz. Bu üstad da işte kâmil insandır. Mutlak bir kâmil insanın yardımına ihtiyaç vardır. Onu bulunca da hemen Hakk’ı buldun bil." diyor. Manevi tekamülün insan için ne kadar önemli olduğunu günümüzde Mahmud Erol Kılıç sık sık dile getiriyor. İnsanın tek başına çıkacağı yolun zorlu, ıssız ve sapa olacağını söylüyor. Bir kamile ulaşmadan çıkılan yol, çıkmaz yol olabilir. Öte yandan kamil mürşid bulmanın zorluğu da insanı yorabilir. Burada şifreleri iyi çözmek gerekir: "Bazen bir kedi, o insanın mürşidi olabilmektedir. Cüneyd-i Bağdâdî'de olduğu gibi. "Mürşidin kim?" demişler, "Bir kedi" demiş. İbn Arabî de bu manada şeyler söylemiştir. O açıdan bazı insanlarda mürşid, kendinde var olan cevheri gösteren herhangi bir hadise, bir olay, bir varlık olabilmektedir. Mürşidin vazifesi yol göstermektir, yolun önüne dikilmek değildir. Herkes bana gelsin, diyen mürşid olamaz. Bebek nasıl önce tay tay durur, sonra adım adım atarken babasının parmağından tutar. Mürşid, müridle yan yana yürüyüp onun düzgün, düşmeden yürümesini sağlayan, yürüdükten sonra da, hadi aslanım yolun açık olsun diyen kişidir. Gayemiz Hak Teâlâ'dır. Gayeyi bulun... Gerçek mürşide baktın mı Hakk'ı görürsün. Hak Teâlâ'yı gösterene mürşid denir. Aynasından Hak Teâlâ gözükmüyorsa o kimse mürşid değildir. Onun için dikkatli olmak gerekir."
Bütün bu çabanın ilk meyvesi birliktir. Birliğe, tevhide ulaşmak için âriflerle beraber olmak şarttır. Topluma kendini ve Rabbini bildirecek olan "görevli"lerin en başında ârifler gelmektedir. Âriflerin nasıl bir görev üstlendiğini Mahmud Erol Kılıç şöyle aktarıyor: "Bir ârifin gayesi, gayelerin en üstünüdür. Fânî olandan yüz çevirip bâkî olana yönelen ârif, gayesini bulan/bilen kimsedir. "Men arefe" sırrını müşahede edip kendini tanıyan ve oradan da Rabbini tanımaya çıkan kimsedir. Ârifler, vahdeti bilendir. Bütün bu görüntülerin ve kesretin arkasındaki Bir'i müşahede eden kimselerdir. Kendileri birliği müşahede ettikleri için topluma da her zaman birlik tavsiyesinde bulunmaktadırlar. Bütün farklılıkları izafî alana indiren ârifin mesajı, "Birlik, birlik, birlik" olur ancak."
Kasım 2015'te Sufi Kitap'tan çıkan "Ayırmaya Değil Birleştirmeye Geldik", adını Hz. Mevlânâ'nın bir sözünden alıyor. İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde Mahmud Erol Kılıç'ın toplumsal birlik ve tasavvuf üzerine söyleşileri yer alıyor. İkinci bölümde ise günümüzde en çok konuşulan hadiselerden biri olan Sünni-Şii diyaloğunda irfanın rolü üzerine konuşmalar var. Çatışma ortamına bir bakış açısı olarak Kılıç şöyle diyor: "Kadın-erkek, gece-gündüz, hastalık-şifa, iman-küfür gibi zıdlıklar devamlılık için gereklidir. Allah isteseydi küfre izin vermezdi, hiç kimse kâfir olmazdı. Herkes mümin olurdu. Allah küfre bile izin veriyor. Tâ ki imanın farkı ortaya çıksın."
İkinci bölümde hilafet savaşlarının başlayacağından İslamcıların Osmanlı tecrübesini dışlamasına kadar Mahmud Erol Kılıç'ın siyasi yorumları da oldukça önemli. Mümkün mertebe tasavvuf üzere yaşayan insanların dalmaya ya cesaret ya da tenezzül edemediği siyaset sahasında Kılıç tabiri caizse at koşturuyor. Son derece önemli tespitleri bulunuyor. Gelenekteki çizgiye dönülmesi gerektiğinden tutun da kavramlarla parçalanmanın nelere sebep olacağına dair birçok analiz mevcut. Horasan'dan Anadolu'ya, oradan da Balkanlara uzanan manevî hat üzerine söyledikleri, işin hem tarihi hem de coğrafi tarafını keşfetmek açısından oldukça kıymetli: "Türkleri Müslüman edenler doğrudan Araplar değildi. Araplar İranlıların, İranlılar da Türklerin Müslümanlığına vesile olmuştur. Dolayısıyla Türklerin İslam anlayışında Farisî etki çok fazladır. Mesela çok ilginçtir, Türkler namazdan önce "vuzû" almazlar, "abdest" alırlar. Bu eylem için Arapça değil Farsça bir tabir kullanmayı tercih ederler. "Namaz kılmak" bile Farsçadır. Kisra'nın önünde perestiş etme, hafif eğilme anlamına gelen Pehlevice kökenli "nemaz" kelimesini biz "namaz" şeklinde söylüyoruz. Mesela "nebî" demek yerine daha çok "peygamber" demeyi tercih etmişiz. Peygamber, peyâm "haber", ber "getiren" anlamında Farsça bir terkiptir."
Türklerin Orta Asya'dan geldikleri konusundaki itirazlar gittikçe artıyor, bu sevindirici bir gelişme. Meselenin aslına değinmek için Mahmud Erol Kılıç'ın da söyleyecekleri var kitapta: "İran'ın tarihine baktığımız zaman, İslâm'ın geldiği dönemde Sasanilerin bir düşüş içerisinde olduğunu görürüz. Türkler Orta Asya civarından bir çırpıda gelmiyor Anadolu'ya. Aslında Orta Asya'dan geldiği hususu da tartışmalıdır. Anadolu'ya ilk gelen Türkler, Uygur ve Kazak Türkleri değildi. Bugünkü Türkmenistan'ın güneyi, İran'ın kuzeyi Kayı aşiretinin asıl yaşadığı yerdir. Kayı Köyü, Kuzey Doğu İran toprağındadır. Osmanlı'nın son dönemlerinde İran'da Kaçar Hanedanı hüküm sürmekte idi ki bunlar da Türk asıllı idiler. Genel açıdan bakıldığında iyi ilişkiler içerisinde idi bu iki devlet."
Kitabın değeri olmaz, kıymeti olur diyerek 160 sayfalık bu kitapta okuyucunun çok fazla şey bulacağını düşünüyorum. Hem tasavvufî manada hem de siyasî konularda. Tam da şu zamanda okunacak bir kitap. Neden? Bir misalle cevap verip bitirelim:
"Kan davasından dolayı 60 senedir birbirini öldüren bir aşireti bölgenin valisi, kaymakamına kadar siyasi mekanizma ne kadar çaba sarf ettiyse başaramıyor. Ama yöreye çağrılan bir şeyh efendi, 60 yıllık kan davasına son vermiştir. 1970'li yıllarda olmuştur. Yeri, ili, ilçesi her şeyi tarafımızdan biliniyor. Kaymakamın verdiği raporda "Sakın ha bu işi şeyh efendi çözdü raporu gitmesin Ankara'ya, bizim karizmamızı çizer, bunu yine biz çözdük gibi görülsün" denilmiştir. Geçmişte manevi önderlerle devlet birlikte hareket ederlerdi. Çözülme önce içten başlar. Siz safları gevşetmeye başladığınız zaman açılan açığa şeytan girer. O açığı işleri bu olanlar, açık bekleyenler doldurmaya çalışıyorlar."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf