Sevgili okur!
Yorgunsun. Eve geldin. Salona geçtin. Belki bir Endülüs ezgisi, belki bir sütlü kahve eşliğinde sana yarenlik edecek bir kitap arıyorsun. Raflara göz gezdirirken duruyorsun. Birçoğunu okumuşsun belli ki. Birçoğu da seni bekliyor. Kelimeler denizine dalmak, gözlerini kapayıp arada düşe-yazmak ya da “nefes” almaktan başka bir dileğin yok. Hayatın hoyrat ve inciten yanından kaçıp “hikâye”nin sağaltan kıyısına sığınmak istersen ne kitaplar var! Her biri diğerinden kıymetli... En kıymetlin de, kendini içinde en çok bulduğun o “hikâye”nin kitabı olsa gerek.
Bu mektubumda senin için bir “ilk-im”den dem vuracağım. (Her yazı bir mektup değil miydi?)
“Atları Uçuruma Sürmek”, Emin Gürdamur’un ilk öykü kitabı. Atları Uçuruma Sürmek, Kahverengi Zarf, Güneşin Öbür Batışı, Karanlık, Dağdaki Sesler, Yeşil, Kiraz Çiçekleri, Serander Kuşları, Allah’ın Yazıları, Vaveyla, Yüzleşme, Sahne, Zehirli Yağmur, Kızılağaç Yaprağı, Çürüme, Boşluk'tan oluşuyor. Yetkin ve durul(tul)muş bir anlatım diliyle karşılaştım.
Kitaptaki öykülerin tek bir kalemden çıktığı belli. Altını çizdiğim birçok satır var kitapta. (İnanıyorum ki okur için de öyle olacak.) Kimi zaman sarsılıyor insan, okurken, kimi zaman da kendi yaz(g)ısına şahitlik ediyor. “O resim şimdi incecik bir çerçevenin içinden şaşırtıcı bir serinkanlılıkla bana bakıyor. Yıllar, ondaki acımasız sükûnetten bir şey eksiltmedi. Sadece kirazların çiçek açtığı günlerde üzerine ayartıcı bir tül iniyor. Bazen, acaba diyorum, acaba zamanı tutup tersinden mühürleyen ben miyim?”
Kiraz Çiçekleri'nin diliyle mühürlüyor zamanı yazar. Bu ‘mühürlenmiş zaman’ın etkisiyle dilimizin de bağı çözülüyor okurken/ yazarken. “Yaşamın kendini temize çektirmekten gocunan ağır yüzünü her dağıtmak istediğimde aklıma gelen kuş cıvıltılarını yaz. Bütün insanları ben yaratmadığım hâlde affettiğimi yaz. Duvarlarda hayata ve ölüme dair korkunç şüpheler gezindiğinde yeşil perdelerin nasıl dalgalandığını, öfkeyle nasıl yüzümü dövdüğünü yaz. Dünyanın yazmakla onarılmayan yanına denk gelen bir kadının, ucunu mürekkebe banmadan yazan o tuhaf kalemiyle şakağını nasıl yokladığını, ölümü bir böceği dürter gibi nasıl dürttüğünü yaz. Camdaki ölü sinekleri yaz.” diyen yazarın Yeşil Perdeler'ine asıyoruz rüzgâr çanımızı. Bir esenlik rüzgârı esiyor efil efil. İçimize bıraktığı acı bir tat bile olsa “tanıdık” geliyor o kadın, mürekkep ve ölümün uzaktan çağrısı…
İşte bak, ne diyor anlatıcı: “Ölümü yapraklarıyla gölgeleyen şiir gitti, renksiz, tatsız, kurşundan heykel gibi bir evlat acısı kaldı. Ölüm işte, böyle yayılmış gelir. Gelir ve kendinden önceki sonraki bütün kaleleri birer birer yıkar.” Hayatımızın en büyük gerçekliğinin hikâyesi, işte bu Kahverengi Zarf'ta saklı… Saklı olan sadece onun hikâyesi değil elbet kitaplarda. Düşün, gerçeğin, metaforun, imgenin ya da anlamın, kavradığımız her bir yanıdır aynı zamanda.
“Bu, bir yol hikâyesi…” diyorum hep. Yazmak, uzun ve sancılı bir yol hikâyesi… Gürdamur’un bu -kitap- yolculuğu Atları Uçuruma Sürmek'le başladı. Yol kim, yolcu kim, yoldaş kim yaz(g)ıda; kitabı okurken sorular üstüne sorular da gelebilir akla. “Sen bu uydurmaların hangisine inanırsan inan, kendine inanmış olacaksın. Nasıl vurursan vur çekici, kendini yontacaksın. İnsan yolda yürümez, yol insanda yürür oğlum. Başkalarının seçenek sandığı eşiklere dikkatli bakarsan anlarsın, insanların avunmak için uydurduklarının kadınlardan fazla olduğunu.”
Kendini var kılarken bize de dokunan, vücut bulduğu o hikâyede bizi peşinden sürükleyen, en az bir cümlenin “varlığı” değil midir arayıp durduğumuz? “Bir fikre yaslanan öyküler” yazarken üsluptan taviz vermemeye çalışmak da önemli. Yazarın, bu yöndeki gayreti dikkat çekiyor.
“Kalemini mürekkebe banmadan yaz çünkü kahverengi bulutların mürekkebe ihtiyacı olmaz. Nalları kıvılcım saçan atların, yüzyıllardır üzerime yürüyen atların, beni ölümün her türlüsüne hazır kılan, beklemekten yorgun düşüren atların hepsine birden sırtımı nasıl döndüğümü yaz.”
Sana güzel bir öykü kitabının kelimeleriyle yazdım Sevgili Okur! Atları Uçuruma Sürmek'le başladı mektuplarım. Orada olduğun sürece biz hep yazacağız; inanıyorum ki her hitap muhatabını, her ses yankısını bulur ‘uçurum’un kenarında. “Yar” ile “yar” arasındaki fark “okurken” anlaşılır, unutma. Ve unutma ki, okumak ayrı güzeldir bu yolda yazmak ayrı güzel… Ne de olsa ikisi de yaz(g)ıyla ilgili.
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
* Bu yazı daha evvel Karar Kitap'ta yayınlanmıştır.