Akışkan Modernite etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Akışkan Modernite etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Kasım 2021 Perşembe

Birlikteyken ayaktaydık; bölündük, alışverişteyiz

Postmodernizm, Zygmunt Bauman’a göre yanlış bir ifadelendirme biçimi, hatalı bir olgu. Ona göre “akışkan” tabiri daha doğru. “Değişmeyen tek şeyin değişim, kesin olan tek şeyin ise belirsizlik” olması, “akışkan” isimlendirmesindeki haklılığının kanıtı. Bauman bu isimlendirmeyi yaparken özellikle şunu düşünmüş: Yüz yıl evvel modern olmak denince, en üst mükemmellik derecesi anlaşılırdı. Şimdiyse sonu gelmeyen bir gelişim süreci, ulaşılabilecek bir hedefin olmayışı, ortaya bir amaç konulmayışı “modern olma”yı silip yerine “akışkan olma”yı koyuyor. Akışkanlığın en büyük ‘gücü’ ise bir millet olmayı, kimlik sabitliğini rafa kaldırıp yerine bireyselliği, kimliksizliği, yersiz/yurtsuz olmayı (mekânsızlığı) koyması. Bir yeri ve yurdu olanlar daima yan yana olur ve mümkünse ayakta. Mekânsızlığın beraberinde davranışlardan toplumsal sorumluluğa ve bilinç seviyesine doğru ciddi bir aşınma ve nihayet bölünme gelir. Şöyle der Bauman: “Birlikteyken ayaktaydık. Bölündük, alışverişteyiz.

Bauman akışkan modernite içinde zaman ve mekân kavramlarını birbirinden ayrı görmez. Hatta zaman ve mekan birdir. İkisi de birbiri içindir. Buradan cemaate gidilir. Ancak en iyi toplumlar bir cemaat oluşturabilir. Bu eskiden böyledir, yani eskinin en iyi toplumları birer cemaattir aynı zamanda. Fakat şimdi bu düşünce ancak bir ütopya olabilir. Burada Bauman, cemaati, zamanda ve mekanda ‘bir’ olanların gerçekleştirdiği bir mükemmeliyet olarak görür. Günümüzün en büyük sorunu olan güven meselesinde cemaat eksikliği ortadadır. Bunun sebebi de zaman ve mekan kavramlarının tamamen değişmesidir. Artık mekan, “büyüyen” her şey olduğu gibi zaman da geçip giden, önemsenmeyen, dolayısıyla kıymeti bilin(e)meyen koca bir kayıptır. Netice itibariyle mekan kaybedilmiş, zaman yitmiştir.

Güvenle birlikte gündelik korku politikası, güvensiz sokaklar, insanların kamusal alandan uzaklaşması ve paylaşımla birlikte sanatın, ticaretin yaşamdan ötelenmesi Sharon Zukin’in “kamu kültürü” olgusunu tehdit etmiştir. Zukin, The Culture of Citieskitabında şöyle der:

"Daha çok sayıda cezaevi açarak ve ölüm cezası uygulayarak suçla “kıyasıya mücadele etmek”, korku politikasına verilen en yaygın karşılıtır. Otobüste bir adamın, “Herkesi hapse tıkmak lazım,” dediğini duymuşluğum vardır. Bir başka karşılık ise kamusal alanın özelleştirilmesi ve militarize edilmesi – caddelerin, sokakların, parkların, hatta işyerlerinin daha güvenli ama daha az özgür yerler haline getirilmesidir."

Şehirlerin daha ‘güvenli’ oldukça daha az özgür yerlere dönüşmesi, Richard Sennett’in “şehir, yabancıların yabancılarla karşılaştığı bir yerleşim birimidir” tanımını yıkmıştır. Sennett, şehir hayatını görgü üst başlığı altında toplarken, görgü için “bir yandan insanları birbirlerine karşı korurken diğer yandan birlikte olmaktan zevk alınmasını sağlar” der. Bauman’a göre bir mekanda görgünün varlığından söz edilmesi için evvela kentsel çevrenin “medeni” olması gerekir. Çünkü görgü, dil gibi kişiye özel değildir, toplumsal bir arka plana dayanır. Genişlemedikçe önemsizdir, yani darlaştıkça silinir. Bauman, “kentsel çevrenin medeni olması ve dolayısıyla bireysel görgü pratiğine elverişli bir alan teşkil etmesi ne demektir?” diye sorar ve şöyle cevap verir:

"Her şeyden önce mekanların, bireylerin -maskelerini çıkarmaya, 'kendilerini serbest bırakmaya', 'kendilerini ifade etmeye', özel/kişisel duygularını dile getirip kişisel düşüncelerini, hayallerini, endişelerini gözler önüne sermeye zorlanmadan, yönlendirilmeden ya da ikna edilmeden -kamusal kişiliklerini [public personae] birbirleriyle paylaşabileceği şekilde düzenlenmesi demektir."

Artık mekanlar, tüketimi hedefleyen ve görüntüyle beraber görünmeyi ön plana alan yerlerdir. George Ritzer’in “tüketim tapınakları” ismini verdiği bu yerler Bauman’a göre cemaatten çok, tesadüfen bir araya gelmiş bireylerden oluşur. Dolayısıyla cemaatten güruhlaşmaya geçilmiştir. Bauman bu durumun hiçbir kolektif yanının olmadığını belirtir ve Althusser’in bu tür yerlere giren insanların bireyselliğinin “sorgulanır” nitelikte olduğunu söyler. Bu tip yerler ona göre “gerçek gerçekliğin” sağlayamayacağı bir şeyi sunar: Özgürlük ile güvenlik arasında mükemmele yakın bir denge. Çünkü tüketiciler alışveriş yaptıkça özgürleşirken, güvenliklerinin de sağlandığını düşünürler. Öte yandan satın alacakları ürünler için bir araya gelmiş mağazalardan çıktıktan birkaç adım sonra yemeklerini yiyebilir, aynı alan üzerinde sinemaya gidebilir, hatta hazır bir kahve eşliğinde kitaplarını okuyabilirler. Bauman burada Sennett’in işaret ettiği “hepimiz birbirimize benzeriz” duygusunun, “hepimiz aynı fikirdeysek, görüş alışverişi yapmak da gereksizdir” duygusuyla evrimleşerek, “ortak bir kimlik duygusu”nun son derece sahte bir deneyim olduğunu vurgular: Tüketim tapınaklarını tasarlayanlar, denetleyenler ve işletenler gerçek anlamda usta kalpazanlar veya dolandırıcılardır Onların elinde izlenim -bir şeyin üzerimizde bıraktığı etki- dünyanın en önemli şeyi haline gelir: Daha fazla soru sormak gereksizdir ve olur da sorulursa, cevapsız kalır.

Akışkan modernitede mekansal ötekileştirme de söz konusudur. Bir mekan, yönetici sınıf tarafından anlamsız görülüyorsa, haritada ona yer vermenin de bir anlamı yoktur. Böylece değil yerler her zaman anlamı görülecek ve zihinlerdeki şehir haritalarında her mekan değerini/ederini bulacaktır. Artık “bir yerin boşluğu, ona bakanın gözlerinde ve şehri gezenlerin ayaklarında ya da araba tekerlerindedir. Girmediğimiz ya da kendimizi kaybolmuş ve korunmasız, şaşırmış, ürkmüş ve insanların görüntüsü yüzünden bira da korkmuş hissettiğimiz yerdir” boş alanlar. Psikolojide ötekiyi dinlemenin, ötekiyle bir olabilmenin varlığı anlamlandıracağı sıkça anlatılır. Bauman, akışkan modernite mekanlarının “sakın yabancılarla konuşma” diyen bireylerden oluştuğunu vurgular. Bundan böyle Zukin’in dediği gibi “kimse başkasıyla nasıl konuşulacağını bilmiyor”. İşin içinden çıkılmaz tarafı, yönetici sınıfının ve onların da ‘üstlerinin’ bu ötekileştirme durumunu kutsamasıdır. Bauman burada Georges Benko’nun sözlerini hatırlatır. Modern şehirlerde “ötekilerden daha ötekiler” diye bir topluluk da vardır ve bu topluluğun başını dışarıdan gelenler çeker. “Ötekini artık kavrayamaz olduğumuzdan dolayı insanları yabancı olarak dışlamak toplumsal bir patoloji göstergesidir” Benko için. Bauman ise meseleyi şöyle açar:

"Üyelerinin varoluşsal güvensizlik ve endişe duygularına köklü bir çözü bulmaktan âciz hükümetler, [yabancılarla konuşmama düsturuna] dört elle sarılırlar. “Ötekiliğin” en kapsamlı ve en somut tezahürü olan “göçmenler” arasında kurulacak birleşik bir cephe, korku içinde yaşayan ve kafaları karışmış bireyleri, “ulusam cemaati” uzaktan da olsa andıran bir oluşum içinde bir araya getirmeyi vaat eden en makul seçenektir; bu ise, günümüzdeki hükümetlerin yapabileceği ve yapmakta olduğu az sayıda işlerden biridir."

Zamanın tarihini modernite ile başlatan Bauman, “modernite, zamanın bir tarihe sahip olduğu zamanki halidir” der. Ancak zaman, “mekanın direncini kırmak için verilmekte olan mücadelede mesafeleri kısaltan, insanın başarma arzusu önündeki engellerin anlamları içinden uzaklığı çıkaran bir araç (yoksa silah mı?) olarak kullanılmaya başlandığı andan itibaren” nakde dönüşmüştür. Bu zaman silahını kuşanan bir kimse, mekanları rahatlıkla fethedebilir. Keza modernite, ivme ile toprağın fethi gibi iki yıldıza sahiptir. Bu iki yıldız modernitenin karakterini ve iş sürecini anlatan bir takımyıldız oluşturur. Bauman gayet haklı olarak bu takımyıldızını doğru biçimde okumak için astrologlara değil sosyologlara ihtiyaç olduğunu bilhassa vurgular.

Bir şeyin ne kadar büyükse o kadar kıymetli olduğu modernitede ilerlemenin ‘sırrı’ hem boyutsal hem de mekansal olarak büyüme ve genişleme ikilisinde saklıdır. Fabrikalaşma tarihi, bu sırlı ikilinin ‘hikmetine’ çok şey borçludur:

"Fabrika rutininin dondurulmuş zamanı, fabrika duvarlarının katılığıyla birleşince sermayeyi, en az kontrolü altındaki emek kadar yerinden kıpırdayamaz hale getirmişti. Ne var ki bütün bunlar, yazılım kapitalizmi ve ‘hafif’ moderniteyle birlikte değişti. Sorbonne’dan Daniel Cohen durumu kısaca şöyle özetliyor: “Kariyerine Microsoft’ta başlayan birinin, yolun onu nereye götüreceği konusunda hiçbir fikri yoktur. Ford’da ya da Renault’da işe başlayan biri ise başladığı yerden fazla ileri gidemeyeceğini bilir."

Cohen’in kariyer tanımı Bauman için çok doğru olmamakla birlikte kariyer onun için “kalıcı memnuniyet kadroları” oluşturacak, “önceden belirlenmiş bir gidişat” anlamına gelir. Burada dayanıklılık ve geçicilik kavramları önemlidir. Michael Thompson’un şu sözleri vaziyeti açıklamaya yeter de artar bile: “Zirveye yakın olanlar kendi sahip oldukları nesnelerin, gelip geçici olmasını isterler. Kaybetme lüksleri yoktur”. Bauman devam ediyor:

"Thompson’a göre 'sahip olunan nesnelerin dayanıklı nesneler olması' arzusu, 'zirveye yakın olanların' sürekli olarak arzu ettikleri bir şeydir; bu kişileri 'zirveye yakınlaştıran' şey, belki de nesneleri dayanıklı kılmalarını, onları bir araya toplamalarını, çalınmamalarını ve talan edilmemelerini sağlayabilmelerini, hepsinden de önemlisi, bunları tekellerine alabilmelerini sağlayan bu yetenekleridir."

Milan Kundera her ne kadar Yavaşlık diye bir eser yazmış olsa da Bauman’a göre modern yaşam trajedisinin merkezine “var olmanın dayanılmaz hafifliği”ni yerleştirdi. Öte yandan ağaçta yaşayan baron ve bedensiz şövalye gibi tam anlamıyla özgür karakterlerin yaratıcısı Italo Calvino ise edebiyatın kurtarıcı işlevleri arasında hafifliği ve hızı birlikte (!) sundu. Oysa ortalığı kullan-at ürünler servis eden şirketler ve “carpe diem” çığlıkları atan ambalajlara/uygulamalara bağımlı bireyler dolduralı uzun zaman oldu. Neticede Bauman’ın dediği gibi “Uzun süreli birliktelikler, yerini kısa karşılaşmalara bırakmaktadır. Kimse bir bardak limonata için bir bahçe dolusu limon ağacı dikmez.

Guy Debord, Gösteri Toplumu‘nda “insan, içine yaşadığı zamana babasından daha çok benzer” derken, Bauman akışkan modernite içindeki mekanı, geçicilikle kalıcılık, insanın ölümlülüğü ve başarıların ölümsüzlüğü arasındaki kültürel ve ahlaki köprüde birleştirir. Çünkü ölmekte olan zaman, mekana henüz son darbesini vurmamıştır. Belki de mekanı öldürmemek fakat onu daima fethetmek için ortaya Bauman’ın deyimiyle “ânındalık çağı”nı sürmüştür. Bu çağın kültürel simgeleri belli: İnce bedenler, fitness, hafif giysiler ve spor ayakkabılar, “sürekli iletişim içinde kalma ihtiyacı duyan göçebeler için icat edilmiş” cep telefonları, taşınabilir ve kullanıp atılabilir eşyalar. Bauman tüm bu simgeleri “dikkat edilmesi, mücadele edilmesi ve en iyisi uzak durulması gereken tehlikeler” olarak belirler. Neticede çağımız, aktörü ve lideri asla olmayan (yahut sürekli değişen), yazılı, görsel ve sesli olarak sürekli korku ve öfkenin pompalandığı, “ahlaki panik”in eksik kalmaması için komplo hikâyeleri ve ölüm senaryoları peşine düşmüş “araştırmacı” yazarlar, gazeteciler, öğretim görevlileri çağı. Aynı zamanda da “zor kilitler, hırsız alarmları, dikenli tel örgüler ve ‘özel güvenlik’ şirketleri” çağı.

Bauman’ın dediği gibi geriye ya da yukarıya değil; becerinin, iradenin, gücün toplanması gereken yere, kendi içine bakmalı insan. Oradan başlamalı. Belki de bir ‘savunma stratejisi’ olarak daima orada kalmalı. Camus olmasa da elbet Başkaldıran İnsan var: Herkes kendi hayatını birer sanat eserine dönüştürmeye çalışmalıdır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf