Ahmet Özalp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet Özalp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mart 2018 Perşembe

Bir birikimin söz aracılığıyla ölümsüzleştirilmesi: Hâtem-i Tâî hikâyeleri

"Tükendi kıssa-i Mecnûn ki hep bir tamâm oldu
Ez in canip hikâyat-ı dil-i nâ-şâda geldik biz."
(Mecnun’un hikâyesi bir bir anlatıldı bitti
Şimdi bize kederli gönlün hikâyesi kaldı)

Cemal Şakar hocayla bir sohbetimizde bir de ondan duymak için öykü ile hikâyenin arasındaki farkı sorduğumda “hikâye özetlenebilir olan, öykü ise özetlenemeyen diye kısa bir açıklama getirebiliriz ama aslında konu bundan daha derin” demişti. Hâtem-i Tâî hikâyelerini okuduktan sonra o derin mevzunun cevabına bir adım daha yaklaşmış hissettim kendimi. Öykü modern insanın açmazlarına ve ruhuna değinirken tahkiyenin bambaşka işlevleri de var. Tahkiyenin vatanı olan doğuda hikâye sadece sözden ya da bahisten çok daha fazlası. Bir kere toplumsal bir karşılığı ve zengin bir damarı var tahkiyenin. Doğu toplumları kitaba inanır gibi hikâyeye de inanıyor ve onunla yaşıyor. Hikmetli dersleri nesillerin zihinlerine nakşetme işi hikâye aracılığıyla yapılıyor. Hâtem-i Tâî hikâyelerinde de bir birikimin söz aracılığıyla ölümsüzleştirilmesini görüyoruz. Bu yönüyle doğuda hikâye bir eğitim unsuru olarak pekâlâ değerlendirilebilir. Tıpkı Dede Korkut'un hikâyeleri ile Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ı gibi.

Hikâye Peşinde Koşan Padişah” ya da “Hâtem-i Tâî Hikâyeleri” 13. yüzyılda cömertliğiyle nam salmış Basra padişahının kendinden daha cömert bir kız padişahın hikâyesini öğrenebilmek için uzak diyarlara yaptığı yolculukta başına gelenleri anlatıyor. Bu öyle bir yolculuk ki esrarı için yanıp tutuştuğunuz, çöller arşınladığınız hikâye sizi başka diyarlara sürüklüyor. Üç ay sürmesi planlanan yolculuk üç yıldan daha uzun bir zamana yayılan serüvene dönüşüyor. Zira cevaplar birbirine gebe, hikâyeler uyutmayacak seviyede sırlanmış vaziyette.

Yolculuğa çıkmadan evvel büyük bir ziyafet veren Hatem-i Tâi misafirlerine hediyeler verdiği vakit çölde gezmeye çıkıyor. Bakıyor ki ihtiyar ve fakir bir adam çölde sırtında dikenli bir çalıyı taşımaya çalışıyor, taşırken de etine dikenler batıp onu kanatıyor. Cömert padişah dayanamıyor ve aralarında şöyle bir diyalog geçiyor:

“- Hatem-i Tai, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.
- Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım; Hatem-i Tâi’nin minnetini almam."

Sonra Hatem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmert, aziz kimi bulmuşsun?
Demiş: “İşte o sahrada rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.

Kendisinden daha cömert bir padişahın varlığını öğrenen Hâtem bu kız padişahın diyarına gidip meseleyi yerinde görmek ister. Söylenenlerin doğruluğunu gözleriyle gören kahramanımız meselenin aslını öğrenmek için kız padişahın huzura varır ancak cevabı öğrenebilmesi için bu kız padişahın içini kemiren başka bir hikâyenin cevabını ona getirmesi gerekir. Hikâyeyi dinleyen Hâtem de meraktan beri duramaz ve yola revan olur. Bir yan da bir başına koyup gittiği halkı öbür yan da sırrını öğrenmek için yanıp tutuştuğu hikâyeler.

Alıştığımız batı formu türlerin çok uzağında tamamen doğuya ait dil ve üslup ile karşılaşıyorsunuz. Bu da sizde efsunlu bir etki bırakıyor. Bunda eseri günümüz Türkçesi ile yayına hazırlayan Ahmet Özalp’ın da payı olsa gerek. Oldukça zahmetli bir çalışma olduğunu tahmin edebiliyorum. Hikâyeler böylece sizi içine çekerek yolculuğa dâhil edip Hâtem’e yoldaşlık ettiriyor. Bu yoldaşlıkta divan edebiyatından şiirler de size eşlik ediyor. Şiirlerin günümüz Türkçesine çevrilmiş formlarının da sunulması divan şiirine uzak okuyucular için bir avantaja dönüştürülmüş.

Birbirine geçmiş bu hikâyeler tam da doğuya yaraşır biçimde bolca hikmet de barındırıyor. Daha çok zevk ve sefa içinde tüm varını heba etmiş, darlığa düşmüş insanların hikâyesi konu ediniliyor. Darlığa düşünce aldıkları ahval ise merakımızın merkez noktası. Mesela bir adamın tam da çarşının ortasında kendi parasıyla ensesine tokat attırıp “müstahakkımı buldum” demesi gibi ilginç hadiselerle karşılaşıyorsunuz.

Kibrine yenik düşüp yollara düşen padişahın macerası son bulup Basra diyarına, kendi topraklarına vardığında anlıyoruz ki almış olduğu yol onu bambaşka biri haline getirmiştir. Yolculuk onu pişirmiş ve zahmeti boşa gitmemiştir. Varılacak yerden ziyade gidilen yoldur hayat. Kişinin kendine yaptığı yolculuk ise keşiflerin en kıymetlisidir demeğe getiriyor bize hikâyeler.

Masalsı bir yanı da olan hikâyeleri okurken aklınıza ister istemez “Binbir Gece Masalları” geliyor. Nice hikâyenin etrafında dolaşırken şaşkınlığınızı gizleyemeyip hayret makamında gezinip duruyorsunuz.

Doğunun tılsımlı havası sayfalara öylesine sirayet etmiş olmalı ki kitap size kim olduğunuzu da fısıldıyor.

Hint sinemasına da defalarca konu olmuş kitaptaki hikâyeler özenli bir çeviri ile Kapı Yayınları’ndan çıktı.

Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf

11 Ocak 2017 Çarşamba

Bütün klasik aşk hikâyeleri üç ciltte bir arada

Hikâyeler, inandığımız değerleri, gelenekleri, âdetleri, kahramanlıkları, acıları, mertlikleri ve aşkları bünyesinde ihtiva eden bir tür olarak sosyolojik bir vesikadır. Anadolu insanı, hikâyeyle anlatmış, hikâyeyle inanmış, hikâyeyle sevinmiş ve hikâyeyle üzülmüştür. Yüzü daima doğduğu topraklara dönük olan, yaşadığı toprağın hakkını vermek için elinden geleni yapan Anadolu insanı, derdini, tasasını doğrudan söylemek yerine hikâye etmeyi tercih etmiştir. Anadolu insanının elinde biriken çizgiler de yüzünde biriken çizgiler de hikâyenin izleridir. Her bir çizgi, doğrudan dile getirilemeyen bir derdin, mahcubiyetin, utangaçlığın hikâyesini anlatır. Anadolu insanı, insana ulaşmak, insana yakın olmak, düşmanlıkları bitirmek, sevdiğine kavuşmak için hikâyeye başvurmuş. İnsanlar, bir hikmeti olduğuna inandıkları olayları hikâye etmişler, kıssadan hisse alınmasını ummuşlar.

Günümüzde hikâye anlatıcıları olmasa da bu toprakların mahsulü olarak yine bu toprakların bağrında tütsüleniyor hikâyelerimiz. Çünkü hâlâ başkasının başına gelen acı bir olaydan ötürü hüzünlenen, “Onun derdine acıştım.” diyen, sevdiğinin oyalı mendilini saklayan, düşmana karşı mertçe direnen, başkasının malına, namusuna göz dikmeyi arsızlık sayan, komşusunun hâlini hatırını soran, nimetin kadrini bilen nice insanlarımız var. Hikâyelerimizi hatırlatan nice yüzler var. Hâlâ bir hikâyeyle sohbeti başlatan ya da bir hikâyeyle sohbetini hitama erdiren büyüklerimiz var. N. Ahmet Özalp, bu hikaye evrenine güzel bir katkıda bulunarak Aşk Gölünde Yüzen Canlar başlığıyla Türk insanının zihnine ve kalbine işleyen aşk hikâyelerini üç ciltte toplamış.

Aşk Gölünde Yüzen Canlar, geleneksel anlatılarda olduğu gibi hikâyelere bir döşemeyle giriş yapmış. Döşeme, Dede Korkut ile Yunus, Karacaoğlan ve Köroğlu’nun birer şiiri harmanlanarak yapılmış. Özalp, sunuş kısmında üç ciltlik kitabın hazırlanış aşamalarını anlatmış. Ortaya konan eser, en doğru, en yalın, çelişkilerden arındırılarak en anlaşılır biçimde okuyucuya sunulmuş. Kitaba alınan aşk hikâyelerinin değişik varyantlarının olması, üzerinde çalışılan eserin ne denli geniş ve meşakkatli bir yapıda olduğunu anlatmaya yetiyor. Çalışma aşamasında en geniş nüshadan en dar nüshaya kadar hiçbir nüsha es geçilmemiş. Eksiklikler ve fazlalıklar kontrol edilmiş. Parçadan bütüne, bütünden parçaya gidilerek hikâyelerin okuyucuya en sağlam şekilde ulaştırılması hedeflenmiş. Özalp, hazırladığı külliyata Yunus Emre’nin mısraından esinlenerek “Aşk Gölünde Yüzen Canlar” ismini vermiş. Kitabın alt başlığı ise, kitabın içeriğiyle mündemiç olarak “Klasik Aşk Hikâyeleri Külliyatı” şeklinde tercih edilmiş. Özalp, aşk hikâyeleri külliyatı için şu değerlendirmeyi yapıyor: “Yüzlerce yıldır Türk halkının ‘gönül dünyasını dile getiren ölmez hikâyeler’in tümünü içeriyor.

Hikâyelerde anlatılan aşk, uğruna ölünebilecek, candan geçilebilecek, varını variyetini feda edebilecek aşkın bir duygu olarak işlenir. Âşık baktığı her yerde maşukunu görür. Gittiği her yere sevdiğini de götürür. Ucunda ölüm varsa âşık seve seve o ölüme yürür. Bu uğurda yapılacak hiçbir şeyden gocunmaz ve yerinmez. Helalliğe, rızaya önem verilir. Sevenin sevdiğine hissettiği duygular masumdur, şehvetperestçe değildir. Anlatılan aşk hikâyelerinde mutlaka bir iyi taraf bir de kötü taraf vardır. İyi taraf sevenleri kavuşturmak için çabalarken, kötü taraf sevenleri ayırmak için her türlü hileyi ve namussuzluğu dener. Sonunda galip gelen hep iyilerdir. Bu bakımdan hikâyeler, o kadim hikâyeyi hatırlatır hep, kötülükle anılan Kâbil ile iyilikle anılan Hâbil’i.

Aşk hikâyelerinin sonu genelde mutlu sonla biter. Mutsuz bir şekilde sonlanan hikâyeler de aslında mutlu bitmiştir. Çünkü sevenler, ebedî yurtta kavuşmuşlar, vuslata ermişlerdir.

Aşk Gölünde Yüzen Canlar, aşk hikâyelerini anlatsa da dostluklarımızı, aile ilişkilerimizi, hayat anlayışımızı, yaşantımızı, türlü aşklarımızı sorgulatıyor. Dünya da insan içindir ahiret yurdu da. İnsan dünyada sevdiklerini ne uğurda seviyor, bu uğurda neleri göze alabiliyor? Aşk Gölünde Yüzen Canlar, bu uğurda neler yaptığımızı, niyetimizi, ne alıp ne verdiğimizi, ne kazanıp ne kaybettiğimizi sorgulatıyor. Nasıl bir gelenekten, nasıl bir kültürden beslendiğimizin vesikası olan hikâyelerimiz, eğrilikten yana değil doğruluktan yana olanın kurtuluşa ereceğini söylüyor. Hikâyelerde gençlerin bir işe, uğraşa, sanata sevk edildiklerini görüyoruz. Bu da bizim beslendiğimiz ve yaslandığımız kültürün, gençlerini önemsediği savını destekliyor. Hikâyelerimiz, hiçbir ferdin bu dünyaya boşu boşuna gelmediğini, her insana düşen bir sorumluluğun olduğunu hatırlatıyor. Kula istemenin yaraştığını, Allah’ın gönülden isteyene icabet ettiğini, hikâyedeki samimi karakterler aracılığıyla bir kez daha anlıyoruz. İnsan malıyla ve aşkıyla zillete düşebileceği gibi varsıllığı ve yoksulluğuyla, sevdasıyla izzet ve ikrama erebilir. Hikâyelerdeki ana karakterler, bu durumun en somut örneği olarak karşımıza çıkıyor. Nazım ve nesrin iç içe geçtiği hikâyeler, zihni yormuyor. Zihnimizdeki ve kalbimizdeki bulanıklığı gideriyor, tıkanıklığı açıyor. Bir nehir alanı oluşuyor içimizde kendi yaşamımıza dair.

Hikâyelerdeki kahramanlar, birbirileriyle özdeşleşmiş karakterlerdir. Ferhat deyince Şirin, Aslı deyince Kerem aklımıza geliveriyor. Hafızalarımıza, aşkları uğruna sarf ettikleriyle kazınan bu karakterlerin isimlerini, bebeklerimize en güzel isimler olarak verdik. En güzel aşk şarkıları/türküleri, ilhamını bu hikâyelerdeki karakterlerden aldı. Uzun uzun anlatılan hikâyeler, az sözle çok şey anlatabilme kabiliyetimizi geliştirdi. Mazmunlar keşfedildi hikâyelerimiz sayesinde. Anlatılagelen halk hikâyeleri deyimlerimizi, atasözlerimizi, manilerimizi, özdeyişlerimizi üretmemize vesile oldu. Bugün hâlâ hikâyelerimizin meyvesini yiyoruz. Hikâyelerimize yüz veren, onu okuyan, dinleyen azınlıkta bir kesim var. Bu kesimin ürettikleri ile hikâyelerimizden beslenmeyen, ona sırtını dönen, hatta yeri geldikçe küçümseyen zihniyetin ürettikleri arasında müthiş bir fark var. Yerli düşüncenin, yerli edebiyatın en önemli kaynağı olan hikâyelerimiz, tarihimizin, medeniyetimizin ve kültürümüzün mihenk taşıdır.

Aşk Gölünde Yüzen Canlar, bütün klasik aşk hikâyelerini okura topluca sunmak suretiyle yayımcılık tarihimizde bir ilki gerçekleştirmiş. Özalp, hazırladığı külliyatın hem okur hem de aydınlar tarafından ilgi göreceğine inanıyor, biz de öyle umut ediyoruz.

Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/haticebrarakblt
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.