Şair ve Patron etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şair ve Patron etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Kasım 2021 Pazar

Osmanlı devrinde patronaj sistemi

Günümüzde bir işe girdiğimizde, patron bize bedavaya maaş vermez, önce bizden iş yapmamızı, işine yaramamızı ister. Kariyerimiz ilerledikçe de yakınında durduğumuz makamlar değişir, hangi makama yakın durduğumuza göre de bizim makamımız ve çalıştığımız alandaki kıymetimiz belirlenir biraz. İçinde bulunduğumuz çevre, temasta olduğumuz insanlar, yaşadığımız şehir gibi dış etkenler de çoğu zaman hayatta ulaşacağımız noktaları belirler. Bugün üniversite tercihleri yapılırken bütün hocalar öğrencilerine “İstanbul,” telkininde bulunur örneğin. Kültürün başkenti İstanbul’dur çünkü. Hayatın hemen her alanında böyle bir sistem kurulmuştur, hep vardığı noktanın daha ilerisine çıkmak ister insan. Yaptığı iş ne olursa olsun, mühendis, doktor, hatta şair ise bile.

Asıl meseleye geçmeden önce şu hususa değinmenin yerinde olacağını düşünüyorum: Divan şiiri geleneğinde “mürettep divan,” denilen bir kavram vardır. Divan tertibi. Bu düzenlemeye göre bir divan oluşturacak kadar şiir yazmış-bu şiirler kaside, gazel başta olmak üzere terkib-bend, terci-bend, rubai, şarkı gibi klasik edebiyat içindeki pek çok türü kapsar-şair, divanını, baştan sona türler arasındaki şu sıralama ile tertib etmek zorundadır: Münacâtlar en başta, naatler münacâtların ardında, dört halifeye, ashab-ı kirama övgüler içeren şiirler mevcut ise bunlar naatlerin ardında, ve bunların ardında da şairin maişetini sağlaması için en mühim şiirler olan kasideler gelir. En sona bırakılan bölüm ise, kanımca şairin asıl sanatının ve poetik duruşunun görüldüğü “gazeliyat” bölümüdür. Bu tertibâtın en başında münâcât ve naatlerin gelmesi Osmanlı Devleti içindeki şer’î ve İslâmî düşünce sistemiyle açıklanabilir. Ancak bundan sonra derhal padişaha yazılmış mübalağalı övgülerle dolu kasidelerin gelmesinin altında hem padişahın, hem şairin, hem de şairin hamisinin/patronunun geleceğini belirleyen pek çok unsur vardır. Bu unsurlar nelerdir, neden vardır ve neleri sağlar? İşte bu soruların hepsine Şair ve Patron’da yanıt buluyoruz.

Osmanlı devrinde her halk tabakasından şairler olup, bendenizin gördüğü kadarıyla ulema tabakada bulunan şairler daha çok patron mevkiine geçmiş. Bazen patron padişah olmuş, bazen vezir-i azam, bazen paşalar, ve bazen ulema ve vükeladan yüksek mevkideki şiirden anlayan şahıslar. Padişahın ya da patron mevkîsindeki bir kimsenin iltifatına nail olan şaire şöyle ödüller verilirmiş: vakıf memuriyeti, maaş, kâtiplik vs. Ayrıca herhangi bir patrona ulaşan şair patronun yanında önemli sanat merkezlerine giderek, şair olarak kıymetini daha da artırabileceği fırsatlar yakalaması da cabası. Bulduğu patronun mevkiine göre de şairin mevkii de belirleniyor tabi. Bu durum şöyle örneklenebilir:

Patronun padişah olduğu durumlarda şair padişahtan hiç ayrılmaz, şairin bulunduğu makama ise “musahib” denilirmiş:

En büyük iltifat, padişahın musâhibi olmaktı. Musâhib, başka bir deyişle nedîm, karîn, hükümdarın arkadaşı gibi daima yanında bulundurduğu, özel yaşamına ortak yaptığı,danışmanı ve sırdaşıdır.

O dönemin koşullarına göre düşünecek olursak, padişaha bu kadar yakın olunup da bir hatada bulunmanın ne kadar kötü sonuçlar doğuracağı da akla gelir:

Fatih Sultan Mehmed ile musiki ilminde sivrilmiş Mevlana Abdülkâdir arasındaki ilişki bu bakımdan ilginçtir. O, Vezirâzam Mahmud Paşa’nın kıskançlığını çekecek kadar Sultan ile yakınlık peydâ etmişti. İran’da ilm-i beyânda ve özellikle musikide üstâd olan Nahifî , Fatih’in yanından ayırmadığı bir musahibi olduğu halde bir yanlış hareketi üzerine saraydan atılmış, Bursa’da uzlete çekilmiş, geçimini sağlamak için büyüklere Arapça, Farsça ve Türkçe kasideler göndermeye başlamıştır.

Bütün bu işler, kitapta ulema, vezirler ve padişahlardan bunca sık bahsedilişine bakılırsa, elbette merkezde, payitahtta ya da merkeze yakın noktalarda ikamet şansı olan şairler için mümkündü. Bazen farklı sebeplerden ötürü şairler patronaj sistemine bir türlü dahil olamayıp, şiirlerinde bu şikayetlerini üstüne basa basa dile getiriyorlardı.

Feth-i kişver kılmağa eyler müheyyâ leşkeri
Yüz fesâd u fitne tahrikiyle bir kişver alır
Ol dahi âsâr-i emn ü istikametten berî

Eyleyüb nâ-dâna ‘arz-i fazl u izhâr-i hüner
Şermsâr etmek atâ ummak nedür zulm-i sarih


Mesihî gökten insen sana yok yer
Yürü var gel Arab’dan ya Acem’den


Şikayetname denince aklımıza hemen ilk gelen şair olan Fuzûlî dahi, payitahta ve devlet merkezine uzak olduğu için hami bulmak ve padişah ile kurbiyet kuramamasını şiirlerine yansıtıyordu:

Sâkin-i gûşe-i kanaat iken
Başıma düştü câh sevdâsı
Zevk-i ehl-i tama’ temennâsı
İstedimkim uluvv-i kadr bulam
Mazhar-i lutf-i padişah olam
Bilmedim kim şikeste-hâl olurum
Hased ehline pâymâl olurum


Şair ve Patron’dan çıkarılacak önemli sonuçlardan biri de, Osmanlı devrinde şiire ve sanatçıya gerçekten kıymet verildiği lakin, patronaj sistemine kendini dahil edememiş şairlerin (Fuzûlî gibi) geçim sıkıntısı çektiğidir. En bilindik şairlerden Bâkî’nin dahi, padişahın iltifatına nail olana kadar geçim sıkıntısı içerisinde olduğunu yazıyor Halil İnalcık Şair ve Patron’da. Bizim anladıklarımız, kendisine hâmi bulamamış bir şairin halinin pek iç açıcı olmadığı yönünde. Patrimonyal sistem, hem olmazsa olmaz denebilecek, hem de bu yüksek mevkiler elde edildiğinde sorumluluğu fazla olan bir sistem. Nitekim şu küçücük kitapta geçen hususiyetlerinin tamamını buraya aktarmak bile pek mümkün değil.

Bazı kitaplar insanın hayatına renk ve keyif katarken, bazıları da rikkat ve dikkat katar, Şair ve Patron’da ikinci başlıkta değerlendirilebilecek kitaplardandı diye düşünüyorum. Okumak isteyen herkese dikkatli ve feyizli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

16 Eylül 2014 Salı

Para için şiir yazmak yahut patronaj

"Kim bilirdi şuarâ olmasa ger sâbıkda
Dehre devletle gelip yine giden sultânı."

- Nef''î

"Anılmaz idi Feridûn u Cem'le Keyhüsrev
Cihâna gelmese ger şairân-ı şehd-mekâ."

- Hayâlî

7 Eylül'de 98. yaşı kutlandı Halil İnalcık'ın. Gerek yaşı gerek eserleri vesilesiyle yaşayan en büyük tarihçimiz olduğu konusunda herkes hemfikir. Kutlama gününden fotoğrafları ve şu sıralar edebiyatımızdaki "teşvik" konusunu yan yana koyunca aklıma İnalcık'ın "Şair ve Patron" kitabı geldi. Hakkında bir şeyler yazmayı arzu ettim. Zira 2003 yılında çıkmış ve edebiyatımıza sosyolojik pencereden attığı bakışla çığır açmış bir kitapçık idi. 6 ay içinde yeni baskısını yapmış ve uzun süre edebi tartışmalara yol açmıştı ki incecik bir kitap için onur verici olsa gerek. Elbette yazar Halil İnalcık olunca o inceliğin içinde ne kalın belgeler bulunuyor, söylemeye gerek yok.


Kitap için çok fazla eleştiri, inceleme ve öneri yazıları kaleme alınmıştı. Çıkış döneminde "O ne demekmiş canım? Para için şiir yazılır mı?" diyenler, günümüzde konuya farklı bakmaya başladılar. Herhalde dünya şartları olsa gerek bu dönüşümün sebebi. Konu divan edebiyatı olunca mangalda kül bırakmayan şairler, yazarlar ve araştırmacılar, mevzu modern Türk şiirine gelince divanlarına uzanır oldular. Halbuki para her zaman para idi, peki şiir her zaman şiir miydi? Paranın olduğu yerde şiir, şiirin olduğu yerde para geçer miydi, geçerli miydi? Galiba uzun bir zaman daha sürecek bu tartışma. Biz kitaba dönelim.

Max Weber'in "patrimonyal devlet yapısı" tanımlamasından yola çıkan İnalcık'ın bu kitapla hedefi "divan şairlerinin sanatlarını değerlendirmek ve bir maîşet sağlamak için daima bir “hâmî” (patron) aramak zorunda kaldıklarını belirtmeye çalışmak, kendi dillerinden kanıtlar vermek" olmuştur. Yani İnalcık'ın derdi "Şiirden para kazanılması" falan değil, olmuş olanları yazmak. İnalcık'a bu kitabı yazdıran neler ve kimler olmuştur mesela? Klasik şairlerimiz arasında daima bir hâmî arayan ve dokuz akça maaş alamayınca Nişancı Celâlzâde’ye o müthiş “Şikâyetnamesi”ni yazmış Fuzulî, geçinmek için yüzlerce kâside yazıp satan Zatî, İskender Çelebi'nin himayesinde önce Belgrad'da sonra başka yerlerde kâtiplik elde etme peşinde koşan Latîfî, İslâm dünyasının Voltaire'i olarak gösterilen ve Fatih Sultan Mehmed'in 5000 altın göndererek İstanbul'a davet ettiği Abdurrahman Câmî... Bu isimler sadece birkaçı. Ancak Fuzulî ile ilgili olan bölüm son derece önemli. Gerek Kanunî'yi gerekse Şehzâde Bayezid'i kendine hâmi yapmak için çok dil dökmüştür Fuzulî. "Leyla ile Mecnun"da patronajın ne kadar gerekli olduğunu da bazı yerlerde şöyle vurgular:

"Tutsan elini ben fakîrin
Hak ola hemîşe destgîrin."
...
"Her birine hâs oldu bir şah

Zevk-i suhândan oldu agâh
Türk ü Arab u Acem'de eyyâm
Her şâ'ire vermiş idi bir kâm."
...
"Sarf eyle rı'âyetimde eltâf
Tenhâlığımı gör eyle insâf."
...
"Var ümmdim kim hemîşe irtifâ'-i kadr ile
Ola ihsânun neşât-engîz-i her kalb-i hazîn."

Öte yandan Osmanlı sultanını göklere çıkarmak, onun hilâfetini ve imâmetini belirtmek de Fuzulî'nin özen gösterdiği durumlardır. 1534'den önce İran Şahı için kullandığı kıymetli sözleri Sultan Süleyman'a da Hadîkatu's-Su'adâ adlı dîbâcesinde ve hâtimesinde dile getirmiştir. Hakkında yazılan eserlerde özellikle İranlı Hüseyin Vâ'iz'den bir tercümesi olan Hadîkatu's-Su'adâ eserinde, Vâ'iz'in eserini belâgat ve fesâhatte kat kat geçtiği belirtilir. Şehzade Bayezid'e gönderdiği mektubunda görmek istediği "hidmet-i şerîfe" olarak münşî-kâtiplik hizmeti söylenir. Bunca çabası ve istediği ayrıcalıklarla hayli sıkıntı veren Fuzulî'nin nesir eserleri dersaadet tarafında da seviliyor olacak ki Musul sancakbeyi Ahmed Bey'e gönderdiği cevabnâmenin başına koyduğu 3-6 beyitleri, İran'a kaçan Şehzâde Bayezid için Sultan Süleyman'ın İran Şahına gönderdiği nâmeye de alınmıştır.

Patrimonyal Devlet ve Sanat, Osmanlı Saray Kültürünün Gelişmesi ve Osmanlı Divan Şu’arâsı, Patron ve Klasik Şiirde Sanat Anlayışı, Şu’arâ Tezkirelerinde Şâir ve Patron, Fuzûlî ve Patronaj gibi bölümleri olan kitabın en dikkat çeken bölümü şu: İn’âm Defterlerinde H. 909-917 Yıllarında Bağış Alan Şâirlerin Menşei ve Mesleği. Burada birçok divan şairinin aldığı bayramlık, armağan, inam ve sadakaların listesini görüyoruz ki yine bir Halil İnalcık ilki olarak tarihe geçmiştir.

Yazının hemen başına aldığım Nef'î'nin ve Hayâlî'nin sözlerine bakarsak, hükümdarı övmekten başka bir şey yapmayan şairin kim olduğunun, değerinin ve geleceğinin ne olacağının cevabını bulmuş oluruz. Zira şairler olmasaydı hükümdarları kim bilebilirdi? Bunlarla beraber eğer bir şairin temel özelliği kaside yazıp abartmalı övgüler dizerek hükümdardan para koparmak olsaydı, Bâkî ve Nef'î; birer şair olan Kanûnî Sultan Süleyman'ın ve IV. Murad'ın karşısına dikilip "Sen mülkün sultanıysa ben de sözün sultanıyım” diyemezlerdi.

Halil İnalcık'ın tarihçiliğindeki temel kaygısı; olmuş olanı, dönemin toplumsal ve iktisadi çerçevesi içinde de açıklamaktır şüphe yok ki. "Şair ve Patron" için de "Sanat sosyal bir olgudur. Bugün tarihçi bir sanat üslûbunu açıklamak için, sanatkârın bireysel psikolojisi ve deneyimleri kadar yaşadığı toplumdaki genel koşulları, hitab ettiği kitleyi anlamaya çalışmaktadır." açıklamasını yapmıştır. Bu kitabında András J. E. Bodrogligeti ve M. E. Subtelny gibi Orta Asya tarihçilerinin çalışmalarını da örnek göstererek Timur devri sanat çevresi ve Osmanlı sanat çevresi arasındaki yakınlığa dikkat çekmiştir. Sadece başsağlığı için mersiye yazıp para kazanan şairler de vardır geçmişimizde. Kitap üzerinde eleştirilere yine aynı yıl içinde cevap veren İnalcık şöyle demiştir: "Sanatta patronaj, belli toplum koşulları altında kaçınılmaz bir zaruretti. O zamanlar şâir için kitap bastırıp geçimini sağlama imkânı yoktu (Gerçi bu durum bizde bugün için de değişmemiştir). Aslında patronaj, iki doğrultuda işleyen bir yoldu. Patron, nasıl sarayının ihtişamı “hadem ve haşemiyle” ve de devrin büyük sanatkârlarının “hâmisi” olmakla öğünürse, sanatkâr da haşmetli bir hâmînin iltifatıyla akrânı arasında sivrilmenin, sultanu’ş–şu’arâ olmanın peşinde idi."

İrfan Karakoç'un kitap hakkındaki yazısından öğrendiğime göre, "Şair ve Patron"un yayımlanmasından kısa bir süre sonra Hilmi Yavuz beş, Mehmet Tekin iki, Kemal Kahramanoğlu, İlber Ortaylı ve İskender Pala birer yazı yazdılar. Orhan Bilgin, Muhammet Nur Doğan ve Atillâ Şentürk ise 4 Haziran 2003 tarihli Zaman gazetesinde yayımlanan “Divan Şairleri Para Kazanmak İçin mi Şiir Yazıyordu?” başlıklı haberde görüşlerini belirttiler. Halil İnalcık ise on gün sonra, yani 14 Haziran 2003 tarihli Zaman gazetesinde tüm bu yazılara çok kısa bir cevap verdi. Yazısının sonuna eklediği dizeler ise son derece ironikti:

"Biz bekler iken bir nice takrîz üdebâdan
Gelmiş bize bir darbe-i ta’rîz Palalardan."


Kitap, patronajın ne kadar sakat bir anlayış olduğunu aslında açık gözlere anlatıyor. Günümüzde sanat ile iktidar yakınlığının nelere sebebiyet verdiğini öyle veya böyle görebiliyoruz. Bu konuda daha ciddi araştırmalar yapılmasını, kitaplar yayımlanmasını bekliyoruz. Bu minvalde, Tûbâ Işınsu Durmuş'un 2009 yılında yayımlanan "Tutsan Elini Ben Fâkirin - Osmanlı Edebiyatında Hamilik Geleneği" adlı kitabı da mühim. Yazım biterken naçizane, 26 Nisan 2013 tarihinde İsmet Özel'in Zonguldak'ta "Türk Milleti’nin Üstünlüğü, Şiirle Doğmuş Olmasıyla Alakalıdır" başlıklı konuşmasından bir alıntı aktarmak isterim:

"Eğer parayla şiiri aynı kafese koyarsanız biri diğerini yer, yok eder. Bugün hangi şartlarda bulunduğumuzu, Türk şiirinin hangi şartlarda bulunduğunu anlayarak, o yüksek anlayış bölgesinde tespit edebiliriz. O yüksek anlayış bölgesinden mahrum isek bizi kolaylıkla günübirlik menfaatlerimiz uğruna birileri kullanabilir. Ama biz şiirden bir yüksek anlayış bölgesi kapabildiysek o bizim bazı şeylere tenezzül etmeme üstünlüğümüz olarak yer tutar."

Özellikle her fırsatta "İsmet Özelci"(?) olduğunu beyan edenlerin, yaşayan son büyük Türk şairinin bu sözleri için ne düşündüklerini de çok merak ederim. "Şair ve Patron" yoruma açık, tüm belgeleriyle gerçek, büyük bir eser. Geçmiş için belki bir ibret, gelecek için de belki bir imkân. Aşırı belki...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf