Şaban Teoman Duralı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şaban Teoman Duralı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ocak 2021 Cuma

Bir hakikat yolcusunun hikâyesi

"Bilgimin yüzde yetmişi tecrübe, yüzde otuzu okumağa dayanır. Hayatta hiçbir şeyin tesâdüf olmadığı kanısına vardım. Hepsi baştan hazırlanmış, ben de bunlarda bir oyuncuyum, başka bir şey değilim."

1947’de Zonguldak-Kozluda’da dünyaya gelen Şaban Teoman Duralı, fikir ve yazın dünyamızda kalıcı bir yer edinmiş, yakın siyasi ve medeniyet tarihimize doğrudan ışık tutacak nitelikteki kültürel hafıza değerlerimizden biridir. Kozmopolit bir soyun tüm renklerine ve farklılıkların harmonisine sahip genleriyle Osmanlı İmparatorluğu’ndan genç Cumhuriyet’e geçiş evrelerinin tümüne hem şâhitlik etmiş hem de aktif katılım sağlamıştır. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamladıktan sonra İstanbul’a felsefe ve biyoloji eğitimi için gelmiş fakat elbette bununla kalmayarak çok çeşitli akademik disiplinlerde aktif vazifeler almıştır. Öğrenim gördüğü üniversitede önce asistan, sonra felsefe doktoru ve doçenti, son olarak da 1988 yılında profesörlük unvanı alarak felsefe tarihinin en çok içerik üreten hocalarından biri olarak akademik camiada yer bulmuştur. Kendisi, muhtelif dillerde yayınlanmış pek çok makale ve kitabın müellifi olmakla birlikte asıl meselesi; zamana en doğru şekilde şâhitlikle ânı idrak etmektir.

Gazeteci Ali Değermenci’nin kişisel hayranlığının bir röportaj vesilesiyle bizzat tanışıklığa varması sonucu kesişen yolları, sonrasında ciddi bir bağlılıkla ve nihayet bu sıra dışı hayatın her yönüyle yazılı bir esere dönüştürülmesiyle taçlanır. Turkuvaz Kitap’tan biyografi türüyle yayınlanan Öyle Geçer Ki Zaman'da; milyonda bir insana nasip olacak bir hayatı, nehir söyleşi dizisiyle kaleme alan Ali Değermenci, bir madenci gibi çok değerli bir cevher bulmanın sevincini yaşadığını ifade eder. Çocukluğundan gençliğine, başını alıp gitmelerinden vicdan muhasebelerine, aşkla tutuştuğu akademiye ve araştırmalarına kadar Hoca’nın anlattığı birçok konunun kendisini ölesiye heyecanlandırdığını ve tüm kitaplarını okumuş olmanın altyapısıyla felsefeye var olan ilgisini, bir tutkuya dönüştürdüğünü anlatır. Hoca’nın; dersleri, katıldığı programlar, yazdığı kitaplar, Osmanlı İmparatorluğu’na uzanan ailesinin hikâyesiyle birlikte dedelerinden devraldığı kültürel mirasın izdüşümlerini anlatırken birebir yaşadığı hatıraları, soru-cevap şeklinde kitapta yerini alır. Müellifinin başka bir açıdan vurguladığı şey; bir dönem okuması ve tarihsel tanıklıktan öte bu eserin bir hakikat yolcusunun hikâyesi olduğudur. Mevcut kültürel arka planı, gezip gördükleri ve bitmek-tükenmek bilmeyen araştırma/okuma merakıyla birleştirerek nev-i şahsına münhasır bir üslupla ifade eden Duralı’nın, günümüzde olup bitenlerle alâkalı görüşleri ve felsefi analizleri de ciddi bir kıymete haiz görünmektedir. Kendisi, Aristoteles’te Bilim ve Canlılar Sorunu, Çağdaş Küresel Medeniyet, Biyoloji Felsefesi gibi eserleri ve yetiştirdiği öğrencilerle Türk felsefe kültürüne ve düşünce hayatına önemli katkılar sağlamış biri olarak zihnimizi açmakla kalmaz, aynı zamanda kim olduğumuz ve neden yaratıldığımız noktasında bize farklı bir ufuk tayin eder.

Dayısıyla yaptıkları özel muhabbetleri, ailenin; insan hayatındaki sarsılmaz temel değerine atıfta bulunarak özlemle anarken, hiçbir zaman sevemediği okul yıllarından elinde kalanın; dil merakı olduğunun özellikle altını çizer. Her hayat yolculuğunda olduğu kendi hikâyesinin iniş çıkışlarını, gelgitlerini ve çelişkilerini samimi bir şekilde ifade ederken Norveç’te kaptanlık hayaline kapılmasından, Kapalıçarşı’daki esnaflık tecrübesine varıncaya kadar oldukça zengin bir tecrübe membaından haberdar oluruz. Duralı’nın yakın siyasi tarihteki her dönüm noktasına bizzat şâhitlik etmesi ve hatta Türk siyasetine damgasını vurmuş olan siyasetçilerle birebir tanışıklığı ve onların üzerindeki etkisi de kayda değer detaylar olarak göze çarpmaktadır.

Kitaba adını veren; Öyle Geçer ki Zaman'ın, Teoman Duralı’nın 23 Mart 2015’te kaleme aldığı bir şiir menşeili olduğunu öğrendiğimizde ise hem şaşırıyor hem de heyecan duyuyoruz. Dizelerden derdest edilecek anlamın, hemen her insanın ünsiyet kurup kendisinden bir parça bulabileceği ihtivası, okuyanı doğrudan içine çekiyor ve hikmetli bir yolculuğa çıkarıyor:

Öyle geçer ki zaman,
Seni unutmak ne mümkün.
Gençlik günlerimizde ömür dediğin
Haklıymışcasına sonsuza uzayagiden…
Meğer bir göz açıp kapama kadarmış,
Öte âlemde ne zaman, ne mekân varmış.
Mezcolmuşcasına dumanlaşırız,
Kenetlenmiş hâlde Tengri’ye ağarız.
Yitirilmedik ne kaldı bana,
Varlığımdan başka
Varoluşum sudur etmiş Varlık’tan,
Domuzdur, aslını inkâr eden.
Yeni bir hayat arıyorum kendime,
Dünya dar gelir oldu artık bendenize.
Kalmadı keşfedilmedik ufuk ötesi,
Merak eder olduk ahireti.
Bu kere hayata kulaç atarsın,
Buz kesen pınar suyuyla.
Almışım âbıdestimi, son ânımda,
Çakmışım vedamı zamanlı-mekânlı evrene.
Kelimeyişehâdet yeliyle yelken açıyorum, zamansız-mekânsız âleme
Heyhât öyle geçer ki zaman,
Seni unutmağa var mı imkân.


Hacer Yeğin
twitter.com/YeginHacer

5 Haziran 2014 Perşembe

Omurgasızlaştırılma ve Türklük

Sisifos'u gördüm” diyordu Homeros ve anlatıyordu onun hikâyesini. Tanrılar tarafından cezalandırılan Sisifos, korkunç işkenceler içerisinde, kocaman bir kayayı habire tepeye doğru itiyordu. Kaya tam tepeye vardı varacak, bir güç itiyordu onu gerisin geri, aşağıya doğru yuvarlanıyordu baş belası kaya. Sisifos yeniden tepeye çıkarmaya çalışıyordu kayayı ve hep böyle devam ediyordu. Prof. Dr. Şaban Teoman Duralı, Omurgasızlaştırılmış Türklük (Dergâh Yay., İst., 2010) adlı eserinde "bilim" der "tam 1900lerin başında edinildi edinilecekti ki, bir takım esrârengiz eller, 1930lardan sonraki Türk nesilleri ile geçmişlerinin tamamı arasında geçit vermez dört duvar örüp onları tekmil tarihî müktesebâtından yoksun kılmışlardır. İslâm medeniyeti çerçevesinde kimliğini kazanmış olan Türk kültürünün bundan böyle kimliğini yeni baştan inşâa etmesi, Türklüğün yaşamağa devamı için elzemdir. Başka bir biçimde söylersek: Tekrar kalkış noktasındayız. Türklüğün Makûs talihi, efsane kahramanı Sisifos’unkine ne de benziyor!" ( Duralı… s. 100).

… "Dörtnala gelip uzak asya'dan akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan" Türkler, 'dışevlilik' yapmış ve yakın kan bağı ile evliliği yasaklamışlardı. Aile, ataerkil ve çoğunlukla tekeşli olup atasoyuna göre yürürdü. İnanç düzenleri bakımından 'içevlilik' kuralına bağlı olan topluluklardan farklı olarak Türkler'in milliyetleri kavmi tabana oturmaz. Böylece kan bağına tazammun etmeyen imparatorluk devletleri kurabilmişler ve 'ülkü' (Müslüman olunmadan önce içeriği müphemdi) edinebilmişlerdir. Ülkü, karşı konulamaz cinsten bir çağrının açık bir biçime bürünmüş hâlidir. Çağrının ete kemiğe bürünmesi tabi ki de bir anda olacak iş değildir. Bunun için yüzyıllar geçmiş, tabiri caiz ise Sisifos yaz kış demeden kayayı tepeye çıkarıp durmuştur. Türkler, İpek yolunu ele geçirmek ve onun getirilerinden pay almayı amaçladıklarından, anayurtlarından kopmuş ve batıya doğru yönelmişlerdir. İran'ı devre dışı bırakan Türkler Çin ile ilkin Doğu-Roma, ardından da Bizans arasındaki ticaretin aracısı olmuşlardır. Avrasya medeniyet ekseni üzerindeki iki aşırı uç arasındaki bahsi geçen ticaret, gelişi güzel olmamakla birlikte, mal, tavır, hüner, zanaat, fikir ile zihniyet değiş tokuşudur. Türkler, tarihleri boyunca sürekli yeni yurtlar edinmişler ve her seferinde yeni bir kültür belirlenimine tabî olmuşlardır. Mamafih, kimi temel özelliklerini yitirmemişlerdir. "Bu değişmez özelliklerin dördü, dil, devlet şeklinde teşkilâtlanabilme, ordu yürütme yetisi ile soy sop saplantısından berî olmadır." (Duralı… s. 32).

Türkler, tarihi seyir göz önüne alındığında, gerek klasik İslam gerekse Avrupalı düşünürler tarafından anlaşılamamıştır. Braudel'in deyimi ile "uzun süre"[2] dilimleri içerisinde ve "büyük alanlarda" konumlanması gereği Türklerin kültür belirlenimleri sürekli olarak değişmiş ve bu nedenle özgün düşünce düzen şebekeleri inşâa edilememiştir. Türkistan olarak anılan Çin, Hint, İran ile Hıristiyan Bizans'ın yollarının kesiştiği havzada, Türkler 'Burkancılığı, Mazdacılığı, Maniciliği ve Hıristiyanlığın bir kolu olup da İstanbul piskoposu Nestorios'a izafeten Nasturîliği benimsemişler ve kendi Göktanrıcı, konar-göçer-avcı ve çobanlık-hayvancılık, maden işletmeciliği, ordu ile devlet teşkilâtlanmacılığı kültür değerleriyle mezcetmişlerdir (Duralı… s. 33).

Güçlü bir devletin çatısı altında birleşerek barışa, esenlik ile gönence ulaşmak arzu ve amacıyla kurulan ilk Türk devleti olan Göktürklerden bugüne amaç ve hedefler hep aynı olmuştur: Hoşgörü, sevgi ve adâlet. Sevil Nuriyeva, "Kayıp Tarih- Enver Paşa" adlı belgesel filminde ‘dünya Türklerin sayesinde selâmete kavuşacaktır ve ben buna inanıyorum’ derken, aslında binyıllık ülküyü dile getiriyordu. Orhon kitâbelerine bakarsak, "Emniyeti ve adâleti sağlamayı amaç bilen, kuvvetli ve hâkimiyete itaat ve inkıyât eden teşkilâtlanmış müstâkil bir camia"dan[3] bahsedilir yani Türk'ün ülküsünden. İslamiyet öncesi tarihsel ve kültürel birikimiyle Türklük adeta İslam'a beden olmaya hazırlanmıştır. Sömürü ile zulme karşı ve ihlâs ile ilim, hak ile adâlet uğruna savaşta ifadesini bulan ve cihât denilen ulu ülkü ete kemiğe bürünmüştür. "M.Ö. Dördüncü yüzyıldan beri Avrasya denilen anakaranın bütün belli başlı inanç câmialarına… girip çıkmış Türklüğün, hayata ve insana karşı vazgeçilmez ülküsü, yâni tarihî ödevi, İslamın yüce çağrısına içkindir, mündemiçtir (...)Türklerin, imparatorluk devleti kurmak uğruna savaşma iradesi, Müslümanlaşmalarıyla manâsını kazanmıştır." (Duralı… s. 59).

Talas Savaşı sonrasında Türk boyları Müslümanlaşmış, Dârülİslamda, çoğunlukla yerleşik düzene geçmişlerdir. Müslümanlaşmayanlar ise zamanla Moğollaşarak veya Çinlileşerek Türklüklerini yitirmişlerdir. Müslümanlaşmakla yetinmeyen Türkler, İslam dininin taşıyıcısı, dünya çapında öncüsü ve savunucusu da olmuşlardır (Duralı… s. 62). "Divân-ı Hikmet"lerin yazılmaya başlandığı bu dönemde, güçlü ve süreklilik arz eden devlet teşkilatlanmaları kuvvetlendirilmeye çalışılıyor ve ülkü hayat buluyordu. "Türklük tarih boyunca bir medeniyetten diğerine geçmekle kalmayıp medeniyetler câmiasının dahi birinden öbürüne geçmiştir. Türklük İslamdan önceki kısmen Göktürk ve nihâyet Uygur devirlerinde Doğu medeniyetleri câmiasına mensûpken Müslümanlaşmakla Batı medeniyetleri câmiasının üyesi olmuştur. Ne var ki, olağanüstü biçim değişikliğine rağmen, kimliğini yitirmemiştir" (Duralı… s. 78). Gelenek, medeniyet câmiaları değişse de, hikmet ehli kişilerce devam ettirilmiş, İslam öncesi ve dışında kalan medeniyet dairelerinde 'kam', 'bilge', 'goşt'; İslami devirde 'veliler'e, 'erenler'e uzanan kesintisiz bir hat mevcudiyetinde korunmuştur. Yine aynı şekilde, askerlik ve savaşçılık alanında İslam medeniyetinde gâzilik, önceki medeniyet ortamında 'alp' olarak belirmiştir. Bu kesintisiz süreç, "Devletiebedmüddet" yani Osmanlı Devleti ile doruk noktasına ulaşmıştır. Halil İnalcık, Osmanlı Devleti yönetiminin tarihsel kökenleri konusunda şu yargıda bulunur: "Hint-İran kaynaklı bu devlet ve idare kavramı, İslam öncesi dönemde gelişmiş, İranlı ve Hıristiyan kâtiplerin istihdamı yoluyla da Abbasî Halifeliğine geçmişti. 11. ve 13. yüzyıllar arasında Orta Asya Türk-Moğol gelenekleriyle değişmiş haliyle de Osmanlılara geçmiştir."[4]

Anlaşılacağı üzere, kesintisizce süreç devam etmekte ve Türklük bulunduğu bütün medeniyetlerin izleriyle ülküsünü beslemekteydi; ta ki 19. yüzyılda kara bulutlar İslam dünyasının üzerine çökene değin. Wallerstein'in deyimi ile "modern-dünya sistem" imparatorluklara son vermekte ve dünyayı yeniden şekillendirmekte idi. 15. yüzyılda İspanya ve Portekiz'in dünya ticareti üzerinde pay sahibi olmak, daha doğrusu bu ticaretin belirleyicisi olabilmek için başlattığı "coğrafi keşifler" neticesinde, sermaye merkezleri "doğu"dan "batı"ya doğru kaymakta ve A. G. Frank'ın belirttiği üzere yüklü bir şekilde dolaşıma sokulan altın ve gümüş ise imparatorluk sistemlerinin ekonomilerini sarsmaktaydı.[5] Ekonomi alanında baş gösteren bu süreç daha sonrasında Batı merkezli hegemonyanın sağlamlaştırılması amacıyla düşünsel-bilimsel alanlarda da kendini gösterecekti. R. Bacon ve Ockham'lı William'dan başlayan deneyci görüşler, İngiltere'nin dünya çapındaki fetihleri ile yaygınlık kazanacaktı. Mekanikçi nedensel yöntem ile deneyi esas alan görüşler fizik dünyasında Newton'un Yeniçağ fiziğine vücut vermişlerdir. Zamanla Avrupa'ya mâl edilen akılcı-deneyci felsefe-bilim sistemleri özü itibari ile İngiliz dünya görüşünün esasıdır. Böylece Avrupa bir yandan gerek reel gerekse de düşünsel-bilimsel anlamda yeni bir dünyaya açılırken öte yandan da önüne çıkan kuvvetleri saf dışı etmeyi amaçlamış oluyordu.

… Hannibal' a, tarihteki en büyük üç generalin adı sorulduğunda "Büyük İskender, Pyrrhos ve ben" demişti. Epir Kralı Pyrrhos, Romalılara karşı büyük bir zafer kazandıysa da, bu zafer çok pahalıya mal olmuştu. Büyük kayıplar pahasına kazanılan zafer anlamına gelen "Pyrrhos Zaferi" deyişi buradan çıkmaktaydı. Milli Mücadeleden tükenmiş halde çıkışımızı Pyrrhos' un zaferine benzetebiliriz. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Sérves’de bedenimize el konulmuştu. Milli Mücadele zaferimiz neticesinde Lozan'da "Bedeninizi geri vereceğiz, buna karşılık ruhunuzu bize teslim edeceksiniz!" takası teklif edilmişti (Duralı, s. 133). İsmet Özel konu ile ilgili "Devlette Devamlılık, Millette Kesinti" adlı makalesinde; "Devamlılık İslam'a Dünya Sistemi karşısında İslam'a mahsus bir alanın tecavüzden masun kılınmasına ilişkindi. Beri yandan kopuşun ilişkin olduğu husus idare tarzından başka bir şey değildi. Ne yapıldıysa zaruretten yapıldı."[6] der. Amaç belli idi: Türk'ün İslamsızlaştırılması, bu yolla Türk'ün "omurgasızlaştırılması" yani dünyanın Türksüzleştirilmesi. Bedenin kurtarılmasına karşın, ruhun esaret altına alınması ile yüzyılların birikimi tam meyvelerini vereceği anda, süreç kesintiye uğratılmıştı ve özellikle 1930larda esrârengiz eller tarafından Türk nesilleri ile geçmişi arasına geçit vermez duvarlar örülmüştü. Kültürün oluşturulmasını öyle basit sanan, bir nevi ‘toplum mühendisliği’ edâsıyla hareket edenler, poturuyla dağdan henüz yeni inenlerdi. Ne yazık ki, kaderimize ve kısmetimize hâkim olan onlardır (Duralı, s. 101).

sonuç
Toplumun maddi-manevi yapılanmasının şartlara uyarlanması, bir başka topluma katılması anlamına gelmez. Tonyukuk ve Bilge Han arasındaki ayrılığın konusu da Türkler için hep bu nokta olmuştur. Çevresine ayak uyduramayan canlı türünün yok olacağı gibi, değişen koşullara ayak uyduramayan ve tabiri caizse mutasyona uğrayan Türkler de, Türklüklerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Göktürklerden, Safevilere ‘taklît ve neticesinde teslim olma’, giderek yok olma gibi sonuçlar doğurmuştur. Göktürkler, Burkancılık yoluyla Çin potasında erirken, Safeviler de Farslılaşmışlardır. Bugün ise, Türk milletinin karşısında iki yol vardır ya müslümanlığı hatırlatılacak, kendine dönecek ya da aydınlanmacı-sermayeci, Protestan-Anglikan medeniyetinin esaretinde "omurgasızlaştırılacaktır". İki bin yıldır Türk'ün halledemediği meselenin özü de, aynen Tonyukuk ile Bilge Hanın arasındaki görüş ayrılığıdır. Tonyukuk'un yanında yer alan ve yüzyıllarca bıkmadan usanmadan kayayı doruklara taşıyan Sisifos'un yani bizlerin yapması gereken, milli-toplumsal hafızanın kurtarılıp diriltilmesinden başka bir şey olmasa gerek.

[1] İlkin José Ortega y Gasset (1883–1955), ‘Omurga’ kavramını, İspanyolların durumunu tasvir etmek amacıyla kaleme aldığı "Espana Invertebrada" ("Omurgasızlaştırılmış İspanya") eserinde kullanmıştır. Şaban Teoman Duralı, Türkler için aynı kavramı kullanmakta beis görmemiştir.
[2] Braudel'e göre uygarlıklar uzun süreli gerçekliklerdir, hareketleri yavaş ve bulunduğu coğrafyaya sımsıkı bağlıdırlar. Braudel, İskender'in "Yakın Doğu'yu" fethinden Hz. Muhammed'in zaferine kadar olan bin yıllık süreci değerlendirirken, her şeyin bir anda başa döndüğünü, bin yıllık süre zarfının sanki bölgede hiç yaşanmadığını ve Yunan dili ile düşüncesinin toz duman oluşunu gözlemler. Braudel'in anlatmak istediği "uzun süre" zarfı içerisinde siyaset, ekonomi ve kültür birlikteliklerinin de olduğudur. Fernand Braudel, Akdeniz: Mekân ve Tarih, Metis Yayınları (Çev: Necati Erkurt), İstanbul 2007, s.97–116.
[3] Sadri Maksudi Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, s.267.
[4] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300–1600) (Çev: Ruşen Sezer), YKY., İst., s.71.
[5] A. G. Frank, Yeniden Doğu: Asya Çağında Küresel Ekonomi (Çev: K. Kurtul), İmge Kit., Ank., 2010, s.98–108.
[6] İsmet Özel, Cuma Mektupları 7, Şûle Yay., İst., 2002, s.18.


Haydar Barış Aybakır
haydarbrs@gmail.com
* Bu yazının tamamı Dergâh dergisinin 264. sayısında yayımlanmıştır.