Jung'a göre çocukluk dönemine ait olan saflık ve bilinçsizlik, yetişkinlik dönemine oranla insanın kişiliğine ve benliğine dair kuvvetli bir resim verir. Bu sebeple yetişkin bir insan, özellikle belirli bir olgunluk seviyesine erişmiş ve kendinin farkında biriyse, bir çocuk ya da ilkel bir insan gördüğünde içinde türlü özlemler uyanır. "Bu özlemler, resmin, kişiliğin tatmin edilmemiş istek ve gereksinmelerini içeren parçalarıdır" der Jung. Olur ya, sokakta yürürken bir çocuğun yüzüne bakarız ve bir anda gözlerimiz dolar. Belki orada durmak gerekir, bu çocuk bizim neremize dokundu da gözlerimiz doldu? Hatta bazen, bir kitap okurken, onlarca karakteri bir kenara koyup, belki de romanın en sessiz karakteri olan çocuğa yöneliriz. Onun susuşunda, gülüşünde, bağırışında bir şeyler buluruz. Belki onu şımarık, isyankâr bulabilir, hatta hiç anlamayabiliriz ama bir süre sonra, belki bilinçdışı gelişen bir tutum olarak, onu koruyup kollamaya çalıştığımızı fark ederiz. Çocuk böyle bir şeydir. İçi sürprizlerle dolu bir kitap gibidir ve okunacak en iyi kitaptır çocuk.
İstasyon, uzun bir hikâye. Ortalarına doğru, yazarın çok yorucu bir yazma süreci geçirdiğini düşündüm. Metnin ritmi hiç değişmiyor. Bu değişmezlik okuyucuyu hiçbir şekilde rahatsız etmiyor, düşürmüyor. Bazen bir günlük okur gibi seyrediyor, bazen de deneme. Kaygıyı ve umudu taşıyan bu ses, hikâyenin insanlarına da yansımış. Mekânlar hem tekin değil, hem de güvenli. Bu çatışık durumdan, herkesin yapmak istediklerini yapmaya çalışan biri çıkıyor: Deniz. Yalnız kalamamaktan da yalnız olmaktan da korkuyor. "Kaldı ki yalnızken zaten cennetteydim" demekten "Bazen bir şeyin dışarıda dinmesi gerekir. Bazen bir şey dışarıda diner. Bazen bir şey ancak dışarıda dinebilir." dediği bir bölgeye geliyor. Bu bölgeye tek başına gelmiyor, ona eşlik eden iki canlı var. Biri köpek, Arkadaş. Diğeri küçük bir kız çocuğu, Elif.
Deniz, eski arkadaşı Nihan'ın daveti üzerine “Olur, gelirim" diyor ve yazarın başkent dediği bir adada bulunan 'istasyon ev'e gidiyor. Bu eve genellikle kaçan, saklanan ve yerinden edilen kimseler geliyor, yani mahrumiyeti tercih edenler. Evin uzun yürüyüşlere, uzun düşüncelere, hayatta kalma çabalarına, daha evvel denenmemiş şeyleri denemeye, cesarete, hayal kırıklığına ve daha birçok şeye kapı aralamasının sebebi de bu: mahrumiyetin 'derin' malzemeleri. Yoksa kimse 'içsel bir yolculuk' amacıyla uğramıyor eve. Dayanmak için, sabretmek için ve belki de tanımak, tanışmak, tanık olmak için. Deniz, üniversitedeki kadronun değiştirilmesinden nasibini alıyor, sözleşmesi yenilenmiyor. Bir isyanı yok, gayet sakin. Kurtulduğunu bile düşünüyor. İhtiyacı olan şey biraz uzaklaşmak, biraz da kendisini etkileyen bir kitaba dair yazmak. Yer değiştirmek belki de. Duygusal değil ama hissiz de değil. Gidiyor ama bir şey ummadan. Evet evet, yer değiştiriyor. Çünkü değiştirmezse, 'fazla huzur' onu boğacak. Seçilmiş bir boşluğa gitmek, bilinmez bir boşluğa düşmekten çok daha iyi.
Deniz'in adadaki yürüyüşlerine Arkadaş eşlik ediyor. Bugüne kadar hiçbir insanla yaşayamadığı o hissi, bir köpek vesilesiyle öğreniyor: İnsan, başkalarıyla beraberken de yalnız kalabilir. Herhangi bir alışveriş olmadan, zorunluluk duymadan, borçlanmadan, yük olmadan, özgürlüğü hırpalanmadan da kalabilir kendiyle.
"Bir zehrin etkisinden kurtulmak istiyorsan, onu son damlasına kadar içeceksin" diyor Jung. "Bir süre sonra ağrı her şeyin çaresine baktı ve sakinleştim" diyor Deniz. Bu sakinliği, küçük bir kız bozmaya mı yelteniyor istasyon eve geldiğinde? Çünkü geliyor, konuşmuyor, hayata karışmıyor, sessiz, tekinsiz, tuhaf bir tip. Zamanla açılır mı? Neden buraya geldi? Bir sırrı mı taşıyor yahut bir sahnenin şahidi mi? Yoksa o da gelmek zorunda değildi ama bir anda zorunluluğa mı dönüştü gelişi? Bu kız ona bir şey mi hatırlatacaktı yoksa? Elbette öyle olacaktı. Az değil, otuz yıl öncesini hem de. 11 yaşındayken annesiyle bağ evinde yaşadıkları ansızın geliverecekti aklına. Oradaki yalnız bırakılmışlığıyla beraber yalnızlık da anlam kazanmaya başlamıştı Deniz için. Belki de bu yüzden yalnızlığa müptelaydı. Arkadaş ve Elif, hiç farkında olmadan Deniz'i yalnızlığıyla yüzleştirmişti. Bazen bir kamuflaj, bazen de sığınak olan yalnızlığıyla. İki kadının huzurunda Leylâ restoranda sarhoş oldu önce, eczacı Feride'yle diyalog kurdu, adaya giderken aklında olan ders notlarını kitaplaştırma fikrini önemsememeye başladı. Çok büyük değişiklikler yaşamadı belki Deniz ama tek başınalığın ne olduğunu sezgisel biçimde kavramaya başladı. Zaten sezgileriyle geçmişten beri ilişkisi kuvvetliydi: "Yetişkinlerin öngörülemez dünyasında hayatta kalmaya çalışan her çocuk gibi benim de sezgilerim güçlüydü."
Birgül Oğuz, "Yazının ortadan kaybolan şeyleri geri getirebileceğine inanırım. Yazının varlığından dahi bihaber olduğum şeyleri açığa çıkarabileceğine de inanırım. Bana yüce, aşılmaz gelen acıların geçici ve sıradan olduğunu genelde ancak onlar hakkında yazdığımda gerçek anlamda idrak ederim. Geçicilik ve sıradanlığın felaketim değil imkânım, çıkış yolum ve hazinem olduğunu da…" demişti bir yazısında. Bu cümleler hem İstasyon'u hem de Deniz'i anlatıyor aslında. Bazen kaybolan hisler, üstü örtülen anılar, yiten keşif ve merak duygusu geçmekle, kaybolmakla, yani fani olmayı hatırlamakla yerini buluyor. Bunu da en önce, başkalarıyla kurulan ilişki sağlıyor. Çünkü ilişki kurmak, sağaltıcıdır. Kopkoyu bir yalnızlık, aşırı huzur, insanı kendi içine çekebilir. Fazla çekilmek, gömülmek gibidir.
"Bir uğraş, bir istikamet ve anlamla düzenli temas; güvence altına alınması gereken bu" demişti hikâyenin kahramanı Deniz. Oysa İstasyon'un sonunda, hiçbir şey güvence altına alınmadığında bile hayata katılmanın mümkün olduğunu görüyoruz. Bir köpek gelir, sonra bir çocuk gelir, size özsaygıyı hatırlatır. Önce özsaygı ve daima özsaygı. Gerisi, yaşamla kavga etmek yerine yaşama katılmak...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf