Türk edebiyatında “seyahatname” olarak adlandırılan gezi yazıları, Fars edebiyatında “sefer-nâme” adıyla Arap edebiyatında ise “rihle” ile ifade edilirken; Meydan Larousse Ansiklopedisi'nde seyahatname sözcüğü, Arapça seyahat, Farsça nâme sözcüklerinin bileşimiyle oluşmuş. Seyahatname kuşkusuz, kültür tarihi, sosyal tarih ve tarihi coğrafya açısından önemli kaynaktır. Fakat ben bunun tek bununla sınırlı kalmadığını aynı zamanda istihbarat konusunda da önemli bir kaynak olduğunu düşünmekteyim.
Tarihin babası olarak tanınan Herodotos dokuz kitaptan oluşan Historiai adlı yapıtında M.Ö. 49-479 yılları arasında yaşanan Pers-Yunan savaşları konusunu işlemekle birlikte gezip gördüğü ülkelerdeki topluluklar ve bunların gelenekleri, yönetim biçimleri ile ilgili olarak bilgilere yer verir. Historiai kitabı, belki de seyahatname türünün ilk örneği olduğu söylenebilir. 21. yüzyıla geldiğimizde ise seyyah ve seyahatname ile ilgili Houari Touati’nin “Artık seyyahlar yok; bu soy tükendi. Geriye sadece turistler kaldı; üstelik bunlar da tur operatörlerinin turistleri” (Ortaçağ’da İslam ve Seyahat, sf. 225) sözünü tekrar tekrar okumakta fayda var.
İsveç Kralı X. Karl Gustav’ın elçisi sıfatıyla Osmanlı Sultanı IV. Mehmed’in yanına gönderilen Claes Ralamb'ın kaleme aldığı ve Kitap Yayınevi tarafından neşredilen İstanbul'a Bir Yolculuk: 1657-1658 adlı günlüğü o dönemde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yaşamı anlatan en ilginç belgeleri oluşturmaktadır.
İsveç’ten Osmanlı Sarayına gönderilen ilk resmi temsilci olan Ralamb, Osmanlı İmparatorluğu’na olan dostluk duygularını bildirecek ve ortak düşmanları Rusya karşısında ortak çıkarlarına dikkat çekmeye çalışırken günlüğüne şu notları düşer, “17 Mayıs günü, Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa’nın huzuruna çıktım… Zatı şahanelerinin (X. Karl Gustav) gönderdikleri mektubun Türkçe çevirisiyle birlikte sundum. Yazılı olarak sunmamın nedenleri şunlardı: 1. Türklerin zihni dağınıktır ve salt sözel olanı tam algılamazlar. 2. Uzun bir konuşmayı dinlemeye sabırları yoktur, onlarla konuşurken sözü uzatmamalı. 3. Türkler yazıyla iş görmeye alışıktırlar.” (sf. 40)
Osmanlı İmparatorluğu’nda geçirdiği aylar boyunca edindiği deyimlerden yanı sıra İmparatorluğun sosyal yaşamına da yaklaştırır. “28 Nisan tarihinde, Türkiye’ye adım atmış oldum. Silistre Paşası Melek Ahmed Paşa çağırdı.. Neden sakal uzatmadığımı sordu, kahve ısmarladı ve onu ağzımı yakmadan nasıl içeceğimi gösterdi.” (sf. 34)
Melek Ahmed Paşa'nın yanında kaldığı süre boyunca yenilen yemekten, sofra düzenine, yemek çeşitlerinden ayrıntıyla bahseden Ralamb, “Yemeklerin bazıları çok lezzetliydi ama bunların yanında bala banmış ve yenmesi hoş olmayan bir sürü kızartma ve sütlü yiyecek de vardı. Et suyu ve erimiş yağla pişirilen pirinç sunulunca, herkesin önüne bir de sütlü lapa sürdüler. Bunu pirinçle karıştırır ve öyle yerler. Pirinci Türkler çok sevdikleri için en seçkin yiyecekleri pilav dedikleri bu yemektir.” (sf. 36) diye bahsetmektedir.
İstanbul’daki öteki diplomatlarla ilişkilerini, sultan ile sadrazamın huzuruna çıkışını ve şehrin günlük yaşamını anlatırken, günlüğünün sonuna eklediği ve Müslüman dini uygulamalarını anlattığı metin özellikle ilgi çekicidir. Madde madde anlattığı metin şöyledir; “1. Sorulduğu zaman Allah’a, meleklere, kitaplara peygamberlere, mahşer gününe… iyi yada kötü her olayın Allah’ın emri olduğuna inanıyorum derler. 2. Duaları iki türlüdür… Farz ve sünnet. Günde beş kere minarelerden duaya çağırırlar. 3. Merhamete o kadar yatkındırlar ki dilenciye rastlanmaz. 4. Bir ay boyunca Oruç tutarlar o süre içinde ağızlarına bir şey sürmezler. 5. Olgunluk yaşına gelmiş aklı başında olan herkes ya şahsen ya da kendi yerine bir vekil göndererek Mekke’ye hac ziyaretinde bulunurlar.” (sf. 89-90)
Ralamb’ın günlükleri günümüz okurunu hem 17. yüzyıl Avrupası’na hem de İstanbul’un günlük yaşamına yaklaştırır. Kendisiyle birlikte dönemin İstanbul sokaklarında dolaşır, Marmara adalarına uzanır, Eyüp’ü ziyaret edersiniz.
Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan