1983 yılında yazılmış ve otuz seneyi aşkın bir zamandır basılan, okunan bir kitaptan bahsedeceğim. 1983'ten 1988'e kadar Adam Yayınevi'nden, 1988'den 2003'e kadar Remzi Kitabevi'nden, 2003'ten günümüze kadar da Metis Yayınları'ndan neşredilen bir kitap: İnsan Olmak.
Kapak resmi olarak René Magritte'in The Glass Key (1959) isimli tablosu kullanılmış. Söz buraya gelmişken, ressamın en sevdiğim eserinin Sixteenth of September (1956) olduğunu da söylemek isterim. Bu seçim -yazarın seçimi mi bilmiyorum- içerikten biraz bahsetmiş oluyor aslında. Kitabın hemen başında "Yirmi Yılın Ardından" 26. basım için önsözünde Engin Geçtan, anlatıyor hikâyeyi. Bu kitabın nasıl ortaya çıktığını. Kısa ve hassas: "Kalıpları kırmanın ürkütücü de olsa insana hayatiyet katan bir yanı vardır, bilirsiniz."
Kesinlikle tumturaklı bir duygusallık, alengirli çözümlemeler ve içine romantizm işlemiş metinler yok İnsan Olmak'ta. Çünkü insan olmak hayatın tam içinden bir şeyse, ondan bahseden de bir psikiyatrsa meseleleri alevlendirmeden tüm gerçekçiliğiyle sunmalı okura. Üstelik bu tip eserlerin okur çevresi bir hayli geniş olabilir; bir psikoloji öğrencisi de okuyabilir, taze bir anne de, uzun yılların yetimi de, kendini kendince ifade etmeye çalışan öylesine bir sokak müzisyeni de. Sanırım Geçtan'ın büyük maharetlerinden biri de bu; uzmanlık alanı içinden de olsa dışından da olsa metinlerini kapsayıcı, birleştirici ve elbette sarsıcı bir şekilde kaleme alması. 180 sayfalık bu kitap, içindeki birçok konuyla yeniden okunmayı, daha fazla okunmayı hak ediyor. Aslında İnsan Olmak'ın farklı bir özelliği bu. İlle de baştan sona bir okuma yapmak gerekmiyor. Konu başlığına göre de okunabilir, herhangi bir sayfasında göz de gezdirilebilir. Peki nedir konular? Şöyledir: Birey ve toplum, ana-baba ve çocuk, insanlardan korkmak, öfke ve düşmanlık, değersizlik duygusu, kaygı, sorumluluktan kaçış, yalnızlık, ortakyaşam ilişkisi, nevrotik kısırdöngü, yaşam ve ölüm, kendini yaşamak ve kitabın tüm nağmelerini yumuşatıp yerinde bir sonla susturan epilog.
Önce insanı 'ortaya koyan' anneler ve babalar üzerine çok kritik bir alıntıyla başlayalım: "İyi anne ya da baba, kendisini yaşayabilen kişidir. Yaşamın içinde olan ve kendisini yaşayabilen kişi, diğer insanların da yaşamına saygılıdır. Anne ya da baba, çocuğunu kendine özgü dünyası olan bir varlık olarak algılar ve haklarına saygı gösterir. Üstelik çocuğa gerekli olan modeli de sağlamış olur. Çünkü yaşamak iniş ve çıkışları içerir. Ana-babasının bu dalgalanmaları yüreklice göğüsleyebildiğini gözlemleyen çocuk da ilerki yaşamındaki inişleri dünyanın sonu gelmişcesine algılamaz. Noksan yönleriyle yüzleşebilen bir ana-baba modeli gördüğünden, kendisi de kendine karşı dürüst olmayı öğrenebilir." [sf. 44-45]
Engin Geçtan, aile kurumuna çok haklı bir önem veriyor. İnsanın biricik oluşundan mülhem; kendi haklarını, sorumluluklarını tüm günahlarıyla ve sevaplarıyla yaşayabilir olması gerektiğini vurguluyor. Bir insanın yetişmesinde, insan olmak'lığında bu kendiliğin kritik bir yeri var. Çünkü birçok psikolojik hastalığın kökeni çocuklukta yatıyor. Hiç tahmin edilmeyen yetişkinlik ya da ihtiyarlık hastalıklarının derininde, en derininde çocukken yaşanılan hadiselerin büyük bir rolü var. O zamanlarda tedavi görmemiş bir yara, kabul bağlayıp ortadan kaybolmuyor. Yeniden ve yeniden nüksedebiliyor... İnsan yorulur. Bu yorgunluğu da genellikle geç yaşlarına rastlar. Geç yaştayken yaralar kolay tedavi olamıyor. Anne-baba için çocuk mevzusu bir hayatı tek başına yüklenmek kadar güç ve bir o kadar da erdemli. Kıymetini bilmeli, o kıymeti vermeli ve nihayet kıymet görmeli.
Yine Geçtan'ın fikir dünyasında 'mutlu insan' gibi bir klişe yok. 'Kendiyle uyumlu olabilen insan' var. Bu uyumluluk aile hayatından kişinin tek başınalığına kadar çok hassas bir yerde duruyor. Keza kendi vaktine ve alanına son derece düşkün biri olarak bu konudaki paragrafları okurken aklıma Epiktetos'un "Sana ait olanı iyice koru ve başkasına ait olana tamah etme; böyle hareket edersen, hiçbir aksilik saadetine engel olamaz." sözü gelmişti. Buradaki ait olanı en çok da "zaman" olarak görüyorum. Mesela İlber Ortaylı hocanın evlilik kurumuna dair söylediği çok kıymetli sözler var. "Bizde insanlar neyi paylaşacaklarını ve neyi ayırmayı bileceklerini bilmezler. 24 saat kimse oturamaz insanla. Bunun bilinmesi lâzım. Bizim kadınlar ve erkekler mekânı paylaşmayı, hayatı paylaşmayı bilmiyorlar. İngilizcedeki privacy, "özel hayat" demek değildir. Ne özel hayatı? Zaten onu birlikte götürüyorlar. Privacy "kendi zamanı" demektir. İnsanın en kıymetli şeyi zamandır, para değildir. Telafi edilemez, yerine konamaz." der hoca. Geçtan ise insanın bir 'zaman tüketicisi' olduğunu vurgularken zamanın aynı zamanda insanı kısıtlayan bir şey olduğunu da söyler. Şimdi yapacağını ileride de yapabileceğini zanneden insan, elindeki zamanı sınırsızca harcar ve gelecekte de büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Bu zaman yolculuğuna (sürece) dair farklı konulardan aynı kapıya çıkan ve birbirini tamamlayan üç paragraf:
"İnsan hem yapan, hem bozan, hem seven, hem kıran bir varlıktır. Bu çelişki onun, kendisini ve diğer insanları anlayabilmesini güçleştiren en önemli etmenlerden biri olmuştur." [sf. 19]
"Kendisiyle uyum hâlinde olan bir insan, başkalarına dostça yaklaşır, ama gereğinde onlara karşı çıkar ve haklarını savunmak için savaşır, bazen ise yalnız kalmayı yeğler." [sf. 57]
"Bazı insanlar, kendimizi dürüstçe yaşadığımız zaman, diğerlerinin bu "açık"tan yararlanarak bizi devirmeye çalışacakları görüşünü savunurlar. Oysa bir insan ancak kendi içinde devrikse başkaları tarafından devrilebilir." [sf. 83]
Kapitalizmin vahşiliği, insanın yeryüzündeki hakikatten uzaklaşmasını da beraberinde getirdi. Anlam kaybıyla birlikte depresyon, panikatak, melankoli, aşırı hüzün, bezginlik, kronik yorgunluk ve daha birçok hastalık normalleşti. Yine de insanız ve insanlığımız bu hastalıkları 'mahrem' kılıyor. Acılarımızı, sıkıntılarımızı, ruhumuzun derininde saklı kalan ve gittikçe yaralanan ve kanayan dertlerimizi hastalıkla bağdaştıramıyoruz. Korkuyoruz, ümidimizi dinç tutamıyoruz. Ayakta kalabilmek için samimi ve gerçekçi çözümlere kulak vermek istiyoruz. Engin Geçtan, bu nevrotik kısırdöngü içinde kusurlu ana-baba, çalışma hastası birey, güvensizlik, çaresizlik, kaygı gibi meselelere odaklanarak okuyucuya birçok şifa sunuyor. "Eğer insan yalnızca "sahip olduğu" şeylerden ibaretse, onları yitirdiğinde, kendini de yitirecek, kim olduğunu bilemeyecektir. Mal ve mülke sahip olmak, daha çok kazanmak gibi ihtiraslarla dolu oldukları sürece, insanların barış içinde yaşayabilme düşüncesi bir hayaldir." der Eric Fromm, Sahip Olmak Ya Da Olmak adlı nefis kitabında. Geçtan ise şöyle yorumluyor:
"Eşya, para ya da iktidar sahibi olma isteği tutku düzeyine ulaştığında, para, eşya ve iktidar insana sahip olmaya ve onu yönetmeye başlar. Bu, uyuşturucu madde ya da kumar tutkuları gibi engellenmesi güç bir dürtüdür. İnsanın varoluşuna bir anlam katamamış olmasının, boşluğunun, kendini değersiz bulmasının ve yalnızlığının anlatımıdır. Bir insanın kendisini yalnız hissettiği zamanlarda kendisine bir şey almak istemesi olağan bir davranış sayılabilir... Kendilerini kabul edememiş olmanın acısıyla yüzleşmeyi göze alamadıkları için boşluklarını içki ya da eşya ile doldurmaya çalışır, ama daha büyük bir boşluğa düşerler. Tarih, iktidar tutkusuna kapıldığı ve nerede duracağını bilemediği için kendisini ve çevresini yok etmiş insan örnekleriyle doludur." [sf. 158]
Etrafımızda ne çok 'bu tip' insan var öyle değil mi? Hayatındaki en büyük gayesi lüks bir evde oturmak, en iyi arabaya binmek, pahalı aksesuarlar kullanmak ve daima cüzdanı/bakiyesi/limiti kabarık gezmek olan acayip acayip insanlar, modernleşme krizinin bireyleri, hep daha fazlasını isteyen son model bağımlısı beyinler... Okuyalım ve 'bunların' nasıl bir tehlike olduğunu görelim: "Kendi gerçekleriyle yüzleşmeyi göze alamayan insanlar abartılmış üstünlük çabalarına uygun bir mantık geliştirirler. Bu insanların mantığı, korkularına ve yetersizliklerine karşı geliştirilmiş bir savunma sistemi olmaktan öte bir anlam taşımaz. Çünkü bu tür bir mantık, bizim için neyin en iyi olduğuna göre değil, nasıl olmamız gerektiğine göre düzenlenmiş, biçimsel ve içsel dünyamızdan kopuk bir mantıktır. İnsanın söyledikleriyle yaptıklarının farklılaşmasına neden olur." [sf. 167]
Başta söylediğimi sonda yinelemek isterim. İnsan Olmak, otuz küsur yıldır okunuyor. Şüphesiz bunun altında da insan olmak'lığının kadrini kıymetini bilmek isteyenlerin yaşama tutkusu, anlam tutkusu ve nihayet bir tutkuya sahip olması yatıyor. Tutkun varsa varsın, insan olmak yolundasın...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf