İki Âşinâ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İki Âşinâ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2024 Perşembe

İstanbul penceresinden Türk milletine ait güzellikler

Türk edebiyatında İstanbul yazarları diye özel bir sınıftan bahsetmek mümkün. Bu sınıfın yazarları İstanbul sevgilerini çoğu zaman nostaljik bir havayla işlemiştir. Bazı yazarlar da değişen zamanı ve insanı göz önünde bulundurarak, kalemin eleştiri ucunu sivrileştirerek çalışmışlardır çok sevdikleri şehri.

Mesela Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hem Huzur’da hem de Beş Şehir’de işlediği İstanbul’da nostalji yüksek dozdadır. Mümtaz’ı, yani Tanpınar’ı çoğu zaman geçmişte yaşayan, geçmişte kalmak isteyen biri olarak görürüz. Oysa Tanpınar’ın kalem emeği geçmişi bugüne taşımak değil, geçmişin izlerini unutmadan ve o izlerden beslenerek bir gelecek, yenilik inşa etmektir. Çeşmeleriyle, bahçeleriyle, müziğiyle, esnafıyla bir İstanbul vardır, ona dönmek mümkün değildir, fakat o gerçeği bilerek geçmişe yürümek mümkündür. Abdülhak Şinasi Hisar’a baktığımızda daha farklı İstanbul resimleri görürüz. Boğaziçi Yalıları, Geçmiş Zaman Köşkleri ve Boğaziçi Mehtapları gibi denemelerinde İstanbul’daki değişime sık sık işaret eder Hisar. Zaten bu eserleri “bir zamanlar böyle bir İstanbul vardı” dedirtmek için, o İstanbul’u hissettirmek ve hiç değilse anıları geleceğe taşımak için yazdığını da söylemiştir.

İstanbul yazarları arasında Sâmiha Ayverdi ismi de kendine mahsus bir yerde durur. Bu yer, bir Türk münevverinin geçmişe ve geleceğe nasıl bakması gerektiğine dair her an ışıldayan ipuçları verir. Ayverdi, memleketin geçmiş sayfalarını didiklerken İstanbul’u da baş köşeye koyar. Çünkü İstanbul; edebiyatıyla, tarihiyle, sanatıyla, folkloruyla kıyamete dek yaşayacak bir kaynak suyudur. Bu suyu, çıkış yeri itibariyle pir ü paktır. Giderek dünya kokmayı marifet zanneden insanların elinde su, ulaşması gereken yerlere bu temizlikte ulaşamamıştır. Giderek suyun kaynağı da unutulmuş, yolunu o kaynağa doğru ilerletmeye, genişletmeye çalışan kalemler de etraftan çekilmiştir. Oysa İstanbul hakkında konuşmak, memleket hakkında konuşmaktır. Bir insan İstanbul üzerine düşündüğünde; memleketin eğitim, ticaret, spor, siyaset, mimari ve akla gelebilecek diğer her meselesine dair de düşünüyor demektir. Sâmiha Ayverdi okurları, onun olağanüstü hafızasına ve dillere destan üslubuna hem romanlarında hem de hatıra kitaplarında defalarca şahit olmuştur. Bir de İstanbul kitapları vardır ki asla bir defa okunmayla yetinilmeyecek, bilhassa ‘İstanbul hastalığı’na tutulanlar nezdinde çok özel bir yerde duracaktır daima. Söz buraya gelmişken, bu hastalığın ne olduğunu merhum Ahmed Yüksel Özemre’den okuyalım: “İstanbul, ehlini meczup kılan bir ‘maraz’dır. Bu marazın kendisinden başka devâsı yoktur. Her hasta ‘plasebo’ ilaçla aldatılıp teskin edilebilir de İstanbul ‘hasta’sını sadece İstanbul teskin eder. İstanbul divânesi olan herkes İstanbul'u yaşamaya mahkûmdur.

1952’de neşredilen İstanbul Geceleri ve 1966’da neşredilen Boğaziçi’nde Tarih; Ayverdi’nin defalarca okunan İstanbul kitaplarıdır. İlkinde “İstanbul medeniyetini kimler vücuda getirdi?” sorusuna teferruatları ve lezzetli cevaplar bulan okur, ikincisinde “İstanbul ağacının ince bir kolu, narin bir sürgünü olan Boğaziçi dalının beş asırdır eteğimize düşen tarihi”ni enine boyuna keşfetme imkânı yakalar. Ayverdi’nin İstanbul kitaplarından bir üçleme çıkarılacaksa şayet, bu iki şaheserin gölgesinde kalan demek ne kadar doğru olur bilmiyorum ama keşfedilmemiş üçüncüsü de İki Âşinâ’dır. Ayverdi’nin vefatından sonra, 2003’te neşredilen kitap, onun Çamlıca’da geçen günlerinden ağaç sevgisine, İstanbul folklorunun mazide kalan âdetlerinden artık görülme ihtimali giderek azalan ehl-i irfan insan portrelerine uzanıyor. Yekpare düşünüldüğünde, Nihad Sami Banarlı’nın "Türk evlâtları ne zaman Süleymâniye'nin önünden onu gören gözlerle geçer, millî romantizmini, idrak edecek olurlarsa işte o zaman Türkiye kurtuluş ve selâmet çağının idrakinin şuûrunda olur" cümlesindeki millî romantizm kavramının ne olduğunu açığa çıkaran bir çalışmadır. Sâmiha Hanım bu kavramı kendince şöyle izah eder: “Türk milletine âit bütün güzellikleri, değer ve hasletleri bir aşk ve şevk hâlinde tâ yüreğinde hissetmek, fikir milliyetçiliğinde kalmayıp gömül milliyetçisi olmak ve nesilleri bu heyecan ile yetiştirmektedir.

Eserlerinde Rabbiyle ve mürşidiyle konuşmalarına defalarca şahit olduğumuz Ayverdi, İki Âşinâ’da tabiatla konuşur, pergelin bir ayağını geçip giden zamana uzatırken diğer ayağını memleket gerçeğine daldırır. Oradan bizlere İstanbul beyefendilerini ve hanımefendilerini anlatır. Sokak satıcılarının seslerinden maarif meselelerine geçişler yapar. Türk müziğinden Türk şiirine halatlar atar, edebi ve ebedi mirasımızın köklerine uzanır. Buradan Türk mimarisinin, Sinan’ın eserlerinin bizlere neler anlattığını ve bu anlatılanlarla aramızdaki mesafeyi sorgular. Elbette ağabeyi Ekrem Hakkı Ayverdi’yle aralarındaki hatıralardan da bize hafıza kayıtları düşmeyi ihmal etmez. Hemen bir misal verelim. Ekrem Hakkı Ayverdi bir vakit Süleymaniye'ye uzun uzun baktıktan sonra kardeşi Sâmiha Ayverdi'ye şöyle der: "Bak, gerçi Süleymaniye bir câmi, bir mâbettir, ama onun yanından değil, denizden görülmesi istenmiş ve şehrin bu noktası seçilerek inşâ edilmiştir. İstediğin kadar yanına git, içine gir, sedefçinin, hattatın, dökümcünün, mermercinin, müzehhibin hünerlerini seyret, burada ifrâta varmamış tezyînat ne kadar sâde ve sâdeliğinde de ihtişâma sahip olmakla beraber binâ Osmanlıya hışımla ve düşmanca bakan milletlere gözdağı verircesine, göğsünü Haliç'e germiş bir heybet ve haşmetle meydan okumuşluğun, Jüstinyen'in süslere boğulmuşluğuna karşı, sâdeliğin ve tevâzuun ta kendisidir."

Yazımızı bitirirken, onun şu sözlerinin tıpkı kendi gibi ne kadar hayatta olduğunu inkar etmek mümkün mü diye soralım ve okuyalım: “Evet, hurma ağacı gibi biz de buraların yabancısıyız. Bir zamanlar ilmin, hünerin, san'atın, zarâfetin, refah, adâlet ve medeniyetin çiçeklendiği bu topraklarda biz şu anda belki o hurma ağacından daha da garibiz. Zira İslâm dünyası mahzun ve yaralıdır. Bu dağınık, bu zedelenmiş muazzam vücut, sağlığına kastetmiş menfi güçlerin hâlen zebunudur. İstikbali ve akıbeti hakkında dostları değil düşmanları karar vermekte, onu dertli hasta zayıf görmekte menfaati olan kuvvetler idare etmektedir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf