İbn Arabî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İbn Arabî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2023 Pazartesi

İbn Arabî'ye göre ilâhî aşk

İbn Arabî’ye göre ilahi sevgi, Allah’ın bizi, hem Kendisi hem de bizim için sevmesidir. O, bunu açıklarken Maide suresinin 54. ayetine işaret eder: “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.”. Allah yaratılmışlarda, Kendinden başkasını sevmez. Demek ki her âşığın, sevenin gözü içinde, her sevgide, her sevgilide O zahir olmaktadır. Bu da varoluş içinde tek bir seven olduğu sonucunu çıkarır; âlem hem sevendir, hem de sevilen.

Allah’ın bizim hiçbir amelimize, ibadetimize ihtiyacı yoktur. Bizi Kendisi için, bilinmek istediği için yaratmıştır. Bu da bize bilmeden sevmeye doğru giden bir yol olduğunu gösterir. İnsan bilerek, bilmeye çalışarak aynı zamanda muhabbetini, sevgisini artırır. Kitaplar ve sohbetler de bu anlamda önemlidir. İbn Arabî, özellikle “mürşid kitapların” ve Hakk dostlarının sohbetlerindeki nazarın, saliklerin nezdindeki önemine işaret eder.

İbn Arabî, Nûr suresinin 41. Ayetinde ise ilahi sevginin başka bir yönüne işaret eder. “Göklerde ve yeryüzünde bulunan kimselerle, saf saf uçan kuşların Allah’ı tespih ettiğini görmez misin? Her biri duasını ve tesbihini kesin olarak bilmektedir.” Burada “görmez misin?” sorusuna kadar olan bölüm tüm mahlukat için geçerlidir ancak “görmez misin?” sorusu doğrudan Hz. Peygamber’edir. O görmüştür. Biz ise bu bilgiye iman etmişizdir. Bu bilgiye iman edişimiz bizi bir sevgiye götürmekte ve çekmektedir.

İlahi sevgi bağlamında İbn Arabî, Hakk’ın bize pek çok kanıtlar sunduğunu gösteriyor. Rızıklar, nimetler, kazalar, belalar ve Kur’an-ı Kerim’de dünya ile ahiret için bize yarar sağlayan bilgiler vardır. Her birinde Hakk’ın sevgisi aşikardır. Allah bize daima kendisini hatırlatmaktadır. İnsanoğlunun aklı, Hakk’a şükretmekten ve yaşadıklarına sabretmekten aciz kalırken, Hakk daima sabredenlerle ve şükredenlerle beraber olduğunu söylemiştir. Bu durum mutasavvıfların “Görenedir görene, köre nedir köre ne?” sualini aklımıza getirir. Hayattaki bazı işaretleri ve bize sunulan bilgileri bir araya getirdiğimizde, “Hakk’tan ayan bir nesne yok, gözsüzlere pinhan imiş” gerçeğiyle karşılaşmamız çok doğaldır.

İbn Arabî, “Bilinmeyi istedim” buyruğunun her an tecelli ettiğini belirtiyor. Sevgi her an işliyor. Ona göre Kur’an bize uyarı mahiyetinde buyrulan ayetlerin sonunda ya da başında Hakk’ın Rahman ve Rahim olduğunun hatırlatılması dahi sevginin bir ispatı, işareti anlamına geliyor. “Allah bizim için neyi sakladığını göstermektedir” diyor İbn Arabî. O saklanan ise O’nun sonsuz rahmeti, merhameti.

Allah bütün acıları var edendir ve bütün acıları ortadan kaldırandır” diyor İbn Arabî. Acıların verilmesinin de acıların ortadan kaldırılması da, derdin ve dermanın sahibi olan Allah’ın sevgisinin bir tecellisi. Burada kullardan beklenen şikayet etmemek, sabretmek. İsyan etmemek, şükretmek. İbn Arabî, arınmış bir nefsin Rabbini razı edecek işlerin peşinde koşması gerektiğini hatırlatır. Zira Allah’tan başka bir ilah yoktur ve bu gayretle beraber kişiyle hakikat arasındaki perdeler yırtılır, hakikat giderek ışıldar.

Bizim Hakk’ı sevmemizin ilkesi görmek değil, duymaktır. İbn Arabî burada “Kün” emrine işaret eder. Biz önce o sesi duymuşuzdur ve bu dünyada da o sesi aramaktayız. İbn Arabî’nin “Âlem Hakk’ın nefesinden meydana gelmiştir. Biz Hakk’ın tükenmeyen kelimeleriyiz” sözünden de bu anlaşılmaktadır. Kün tecellisi her an yaşanmaktadır, dolayısıyla O’nun bilinmeyi, yani sevilmeyi ve dolayısıyla insanın sevmesi de her an çalışmakta, işlemektedir.

İbn Arabî’ye göre ilahi sevginin son basamağı, bu sevginin mahiyetini öğrenmektir. O da sürekli kavuşmak arzusuyla sevenin Sevilene doğru çekilmesidir. Burada çekim denilense muhabbetin şiddetli hâli olan aşktır. Gaye, bu şiddetli muhabbettir. Aşk, vuslat yolunda bir vesiledir. Vuslatta ise artık sen-ben yoktur. Vuslat, ilahi aşkta sevenin, Sevilende yok olmasıdır. Buradaki yokluk, kaybolma veya bitme manasında değildir. Fani olanın Baki olanla kavuşması, dolayısıyla sonsuzluğa ulaşmasıdır.

İbn Arabî, “Arzun sahih olsaydı sana çareler gösterilirdi” diyerek ilahi aşk yolcularını uyarır. Bu sevginin en önemli özelliği nefsani değil ruhani olmasıdır. Bir haz ya da geçici zevkler değil, daimi bir şevk ve iştiyak bu sevginin niteliğidir. İbn Arabî burada ilk dönemin büyük sufilerinden Zünnûn el-Mısrî’nin anlatımına atıfta bulunur: “Allah’ın kalplerini muhabbetinin saflığıyla doldurduğu kulları vardır. Onların ruhlarını Kendisini görmenin özlemiyle açmıştır. İlahi! Sen onlara Kendinden anlamanın tadını tattırdın. Bu, onların hayatlarındaki en güzel tattır. Onların kalplerine melekutunda dolaşma imkânı, hatta sevenlerin muhabbetinin unutturduğu şeyleri verdin. Özlem duyanların özlemi Sana bağlandı. Kalpleri yalnız Sana döndü. Sadıklar Seninle ünsiyet buldu. Korkanların korkusu Sana yöneldi. Rahatlık, onların bıkmasından umudunu kesti. Yorgunluk ve uykusuzluktan bıkmadılar.

İbn Arabî, ilahi aşka sahip insanların vasıflarını da açıklar: Hüzün, şevk ve özlem onların temel özelliğidir. Sık sık kendilerinden geçip vecd halini yaşarlar. Sık sık dünyadan uzaklaşma isteğiyle yalnız kalmak, uzlete çekilmek isterler. Ciddi kara sevdayla bazen neşe bazen kederle akıllarını devre dışı bırakır, sekr halini yaşarlar. Zaman zaman ağlayıp sızlayarak, of çekerek, inleyerek yanıp kavrulurlar. Tüm bu hallerin özünde ise Hz. Peygamber sevgisi ve O’nun sünnetine riayet vardır. Bu şekilde ilahi sevgileri daha da şiddetlenir. İbn Arabî ilahi aşka sahip insanların özelliklerini açıklarken daha da detaylandırır: “Onlar, üzerlerine hüzün bulutları yağanlardır. Korku ve üzüntüyü her an taşıyanlardır. Hakikat (ölüm ve yakîn) kadehlerinden içenlerdir. Bollukta, darlıkta, açıklıkta, gizlilikte, uykuda, uyanıklıkta daima Allah’la olanlardır. Tefekkürden ayrılmayanlardır. Eşyanın hakikatini kavrayıp onlardan ibret alanlardır. Gecenin bir bölümünü uyanık geçirip gözlerinden yaşlar akıtanlardır. Zayıf, nazik bedenleriyle, çatlamış dudaklarıyla, kurumuş gözyaşlarıyla, öldürücü derin iç çekişleriyle, Kur’an’ın gerçek dostlarıdır onlar. Hakk’ın özlemini duyanlar için gayelerin gayesidir Kur’an.

İbn Arabî, Kur’an’da Allah’ın hangi kulları sevdiğini özellikle vurgular. Bu aynı zamanda ilahi aşka talip kullar için rehber niteliğindedir. Bu özelliklerden birkaçı şöyledir: Allah, tövbe edenlere özel bir sevgi duyar. Allah et-Tevvab’dır. Kendi ismini ve niteliğini çok sever. Kulunda bunu gördüğünde sevgisi daha da artar. Burada İbn Arabî, “Hakk, kendisini O’ndan uzaklaştıran bütün hallerinde kuluna döner. Kul tövbe ederse ‘Her nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir’ hakikati tecelli eder.” hatırlatmasını yapar. Yine burada mutasavvıfların kötülüğe iyilikle mukabele tavsiyesi de önemli bir çizgidir. Nefsi terbiye eden en önemli eylem, kötü bir davranışa maruz kalındığında tam tersi yönde hareket edilmesidir. Tüm bunlar, ilahi sevgi dairesinde işlenen hakikatlerdir.

İlahi aşk, yani Hakk’ın sevgisini, sevmesini kuvvetlendiren her nitelik ancak Hz. Peygamber’e uymakla mümkündür. Emirlere ve yasaklara dikkat etmek, güzel ahlak sahibi olmak, sünneti yaşatmak ve tüm bunları bir hayat nizamı haline getirmek, ilahi aşkın kaidelerindendir. Bu konuda son sözü yine Şeyhü’l-Ekber İbn Arabî’nin kendisine bırakmayı uygun buluyoruz: “Bil ki, sevgi makamı çok şerefli bir makâmdır. Gene bil ki, sevgi varoluşun aslıdır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

19 Haziran 2018 Salı

"Gençliğini nerede harcadın?" sorusuna cevaben, gençliği tanımlayan kitabı okumak

İbn Arabî, İslam tarihinde mühim bir yere sahip olan, bana kalırsa okunması -misal Gazali’ye göre- zor olan kıymetli bir mutasavvıf. Fütüvvet kavramını ve çevresinde Fütûhat-ı Mekkiye'yi yazmadan önce, Arabî’yi tanıyarak başlayabiliriz.

Kitapta yer alan bilgilere göre, tam adıyla Ebû Bekir Muhammed b. Ali olan ve İbn Arabî ismiyle tanınan İslam alîmi, Endülüs’ün (İspanya) güneydoğusundaki Mürsiye şehrinde 1165 senesinde doğmuştur. Bazı üyeleri sufi olan, tanınmış ve soylu bir aileden gelmiştir. Dini öğrenimlerini önce Lizbon’da daha sonra Endülüs’teki en büyük tasavvuf merkezlerinden olan İşbiliyye’de tamamlamıştır. Burayı yurt edinmesine rağmen, bilginleri ziyaret etmek ve seyahatte bulunmak için sık sık yolculuk yapmıştır. Kurtuba’ya gittiği vakitlerden birinde o dönem şehrin kadısı olan filozof İbn Rüşd ile karşılaşmıştır. 1201’de ise Endülüs’ten ayrılarak hac görevi için Doğu’ya gitmiş ve geri dönmemiştir. Mısır, Kudüs, Hicaz, Mekke, Bağdat, Malatya ve Konya gibi şehirlerde bulunmuştur. Fütûhat-ı Mekkiye’yi de bu bölgelerde yazmıştır. Daha sonra Şam’a yerleşerek vefat edene kadar orada yaşamıştır. 1240 yılında ise vefat etmiş ve Kasiyun dağına defnedilmiştir.

Ekrem Demirli’nin aktardığı bilgiler doğrultusunda ilerleyerek Arabî’yi tanımaya devam edebiliriz. Kıymetli tasavvufçu, başka alîmlere kıyasla felsefe, kelam yahut herhangi bir bilim dalına sert bir eleştirel tavırla bakmamıştır. Aksine Arabî için hakikat gizli değildir, muhakkak kendisini gösterir. İnsanlık da bundan bihaber değildir. Tasavvufa bu bakış açısıyla eğildiği için de kendisine geniş bir hareket serbestliği sağlanmış olur. Önyargısızdır ve kaynaklarla ilişki kurar. Yine Arabî’nin en mühim katkıları arasında, bağlantısı olmayan farklı konuların fikirlerini bir araya getirmeyi becerebilmesi yer alır.

Ekrem Demirli’nin üzerinde durduğu bir konu da Fütûhat-ı Mekkiyye’yi ulaşılabilir ve güncel tutmaktır. Çünkü, “Pek çok kişi Futûhat-ı Mekkiyye’yi okumadan İslam düşüncesi alanında bir görüş beyan edilemeyeceğini kabul eder.

Tercümesi ve yayınlanması için 2006 yılında çalışmaya başlanmıştır ve altı yıl süren çalışma sonucunda bitmiştir. 2015 yılında ise Litera Yayıncılık tarafından yayımlanmıştır. Daha anlaşılır olmasını sağlamak adına ve buna da müsait olmasına elverişli olduğu için bölümlere ayrılarak yayımlanmıştır.

Kitap “Takdim”, “Gece Ehlinin Blinmesi”, “Fütüvvet (Gençlik) ve Gençlerin (Fetâların) Bilinmesi”, “Kuşkulu Şeylerden Sakınanların Kutuplarından Bir Grubun Bilinmesi”, “Behlüller (Akıllı Deliler) ve Onların İmamlarının Bilinmesi”, “Erdikten Sonra Geri Dönenin ve Kimin Döndürdüğünün Bilinmesi”, “Az İlmin ve Onu Salihlerden Kimin Elde Ettiğinin Bilinmesi”, “Süfli Menzillerin ve Makamlarının Niteliğinin Sırlarının Bilinmesi”, “’Bu Ancak Şunun İçin Oldu’ İfadesinin Bilinmesi” başlıklı bölümlerden oluşmuştur.

Takdim kısmında kitap için, “Fütuhat-ı Mekkiye’yi bir cümleyle nitelemek isteseydik onu mebde ve mead (başlangıç ve son) arasında insanın serüveni olarak niteleyebilirdik.” cümlesi geçiyor. Buradan da anlaşıldığı üzere Fütüvvet Ehli ve Meczuplar, fütüvvetin nasıl olması gerektiğinin üzerinde yoğun durmak yerine en başından sonuna değin büyük bir İslam çizgisini anlatıyor. Yine aktarıldığı üzere: İbnü’l-Arabî kitabıyla ilişkisini izah ederken bir yerde şöyle der: "Seyr süluk’a bu veya başka bir kitap için girmedik, lakin seyr ü süluk’un bereketi olarak ortaya çıktı kitap!"

İbnü’l-Arabî’nin okunması zor bir mutasavvıf olduğunu tekrarlamak isterim. Tasavvufun yanı sıra kelam, hadis, fıkıh, tefsir, dil bilimleri gibi alanlarla da ilgilenmiştir. Arabî’nin temel amacı açık ve anlaşılır olma çerçevesi içinde vahdet-i vücûd (varlığın birliği) öğretisini anlatmaktır.

Arabî’yi kısaca tanıdıktan sonra fütüvvet kavramının üzerinde durabiliriz. Sözlük anlamı “gençlik, yiğitlik” olan ve feta kelimesinden türeyen fütüvvet, kendinden önce başkalarını düşünme, cömert davranma gibi diğerkgamlık ve başkalarına yük olmamak gibi melamilik kavramları ile de bağdaşır. Fütüvvet, kendi nefsinden önce başkalarını düşünerek onlara hizmeti temel alır. Melamet ise başkalarının kanaatlerine önem vermeden doğru yolda olmayı esas alır. Bu iki kavram birbirinden bağımsız gibi görünse de ortak amaçları; başkalarını kendi nefsinden önce önemseyip fakat onların önyargılarına kulak asmadan, hatta kendini gizleyerek Hak yolunda ilerlemektir. Amaç, insanlığa hizmet ki bunu da Hak için Hakk’ı gözeterek yapmaktır.

Gerek inandığımız dinin buyruğu olarak karşımıza çıkan gerek büyüklerimiz tarafından öğütlenen yiğit ve cömert olmayı, erdem olarak benimsememiz mühimdir. Ekrem Demirli Fütûhat-ı Mekkiyye’ye dair açıklamalarda bulunduğu bölümde, Peygamber efendimizin (s.a.v) bir hadis-i şerifini aktararak bu konunun üstünde durmuştur: “Yiğit Ali’dir kılıç Zülfikar’dır (La Feta illa Ali vela-seyfe illa Zülfikar)” hadis-i şerifinde de belirtildiği gibi örnek alınması gereken kişi Hz. Ali’dir.

Fütüvvet, yani yiğitlik, en üstün erdemdir ve bu erdem canını Hz. Peygamber için verebilen ve savaş esnasında bile öfkelendiğinde kendisini zapt edebilen Hz. Ali’de hakiki anlamını kazanmıştır.

Tasavvufla ilgilenen, dahası İslam’ın buyurduğu şekle ciddi manada dikkat kesilerek, emirlerini yaşamlarına aksettirmek isteyen her insanın okuması gereken bir eser. Kitaptan bazı alıntıları aktararak aklınızın güzel bir köşesinde kalmasını dilerim.

Ey kardeşim! Şunu öğrenmiş olmalısın: Genç, yaratıklara muamele ederken, imkanı ve kudreti ölüçüsünde gücünü Hakkı razı edecek şekilde harcayan kimsedir.

"Fütüvvet (gençlik, yiğitlik), çocukluk ve yaşlılık arasındaki bir dönemdir. Bu dönem, insanın yetişkinlik çağından kırk yaşına ulaştığı ömrüdür. Allah bu makam hakkında şöyle der: ‘Sizi zayıflıktan yaratıp zayıflıktan sonra güç yaratan Allah’tır.’ İşte bu, fütüvvet halidir ve kişi bu halde Genç (feta, yiğit) diye isimlendirilir. Allah ona herhangi bir zayıflık izafe etmedi. Ardından şöyle buyurur: ‘Güçten sonra zayıflık ve yaşlılık yarattı.’ Buradaki zayıflık, ömrün sonuna kadar olan yaşlılık zayıflığı, yaşlılık ise vakar, yani hareketteki zayıflıktan meydana gelen durağanlık ve ağır başlılıktır. Çünkü vakar, ağırlık anlamına gelen vıkr kelimesinden türetilmiştir. Böylece Allah bu ikinci zayıflık ile vakardan ibaret olan yaşlılığı birleştirdi. Çünkü çocuk, zayıf olsa bile son derece hareketlidir. Ayrıca çocuğun hareketinde görüş ayrılığı vardır: Acaba hareket doğadan mı yoksa ruhtan mıdır?"

En zayıf kimseye karşı fütüvvetin gereğiyle muamele eden kimse, ziyafet veren birine benzer. Söz konusu kişiye şeyhi sofrayı konuklara yaklaştırmasını emreder. O da sofrada bulunan karınca nedeniyle konuklara sofrayı getirmede ağırdan alır. Fütüvveti gereği, karıncaları sofradan uygun görmez. Fütüvvetin bir gereği de onu hayvanlarda uygulamaktır. Öylece karınca sofradan kendiliğinden ve bu şahsın zorlayıcı bir davranışı olmaksızın çıkıncaya kadar bekler. Çünkü fütüvvet ehli metanetlidir. Onların zorlaması, ancak kendi nefislerine yönelik olabilir. Binaenaleyh gücü olmayan kimsenin fütüvvetinden söz edilemeyeceği gibi kudreti olmayanın bağışlaması da söz konusu olamaz. Ağırdan alınca şeyhi kendisine şöyle der: ‘Kuşkusuz iyice tetkik ettin.’

Rüya Bağ
ruyabag@gmail.com