Bir ağaç kadar bile bu dünyaya ait değiliz. Ağaç durur, insan yürür. Ağaç göğe doğru, insan yere doğru büyür. Ağaç büyüdükçe olgunlaşır, bilgeleşir; insan büyüdükçe yaşlanır, küçülür ve yokluğa doğru yaklaşır. Bir ağaçtan alacağımız şeyler sadece meyvesi ya da gölgesi değil elbet, ağacın öğüdünü de iyi dinleyip iyi almak icap eder. Ağacın dilini en iyi çözüp öğüdünü en iyi alan elbette ki şairlerdir. Ağaçla konuştukları zaman Pir Sultan Abdal gibi konuşurlar:
“Öt benim sarı tamburam/ Senin aslın ağaçtandır/ Ağaç dersem gönüllenme/ Kırmızı gül ağaçtandır.” “Ağaçtır Kâbe eşiği/ Cihanı tuttu ışığı/ Hasan Hüseyin Beşiği/ O da yine ağaçtandır.”
Şairin ağaçta gördüğünü ağaç da şairde görüyordur zahir. Ne vakit ormanlarda dolaşsam ağacın balta yemiş bir tarafından gözler açıldığına görüp susarım. O ağaçta o gözü benim tahayyül ve tasavvurumun nazik fırçası açmış olamaz. Çünkü ne vakit gitsem o göz orada kapanmaksızın durmaktadır. Hayalin göz kapakları kapanır, fakat bir ağacınki kapanmaz. İsmail Karakurt ağacın göğe doğru uzanan izini süren şairlerden. Birçok kere ağaçlarla arasındaki sohbete kulak kesilmişimdir. “Cağaloğlu’nda Tek Mimoza” şiirinin doğuşu böyledir. Bu mimoza ağacını kim kesmişse kesmiş tekliğine halel getirmişti. Kaç kez nöbetini tutmuştu kim bilir İsmail bu ağacın. Sonunda dayanamayıp şöyle demişti:
“eski yokuşta söze durmuş bir Karacaoğlan düşü/ ağzımızdan yutuyorken biz sevinçlerin geçmişini/çiçek açmışsın yine hazdan kıyamet cengi/ herkes uçarak gidiyor ölüme yanı başından.”
İsmail Karakurt şiiri kenardan seyredilerek anlaşılabilecek bir şiir değil. Kapalılığı ona yaklaşma biçimine göre değişiyor. Pek çok dizede kendine özgü somutlamalara rastlamamız hiç şaşırtıcı değil. Aceleci okur onun şiirini soyut ve kapalı zanneder. Hâlbuki soyut olanı somuta tahvil ederken meydana gelen ışıltıyı farklı yorumlamaktan kaynaklı bir yaklaşımdır bu. Mesela “koskoca yılları çözmüşsün rüzgâra” derken de “sevgilim/sarı öğlenim” diye sevgi sözcüklerini fısıldarken de hep görünmeyeni görünür, dokunulmayanı dokunulur kılmaktır maksudu. “Sarı Öğlen” de şairin zaman ayarıyla ilgili bir imgedir. Aynı şiirsel dokunuşu şairin Mustafa Ruhi Şirin Bey’e ithaf ettiği “Zeytin Ağaçlarının Şarkısı” şiirinde de görüyoruz. Hacıosman Atatürk Kent Ormanı’nda İspanya’dan Türkiye’ye sanki yürüyerek gelmiş gibi yorgun ama vakur, ziyaretçilerini ayakta karşılayan bin yıllık zeytin ağacıdır bu. Birçok şair gibi İsmail Karakurt da bu zeytin ağacının altında şiirler okumuştur. Bu ağacın köklerinde okunan şiirin ölümsüzlük suyu varmış gibidir. Bakın şair bin yıllık zeytin ağacının gölgesine yaslanıp ne söylüyor?
“pencerenin evvelindeyken/konuşuyor benimle/ gökyüzünün yeşiliyle/tanrı.”
Çoğumuz pastoral şiiri ya Faruk Nafiz Çamlıbel ile ya da Kemalettin Kamu ile tanımışızdır. Sosyal gerçeklik denilen cereyan edebiyatı tesir altına almadan evvel çiçeğin de böceğin de bir edebiyatının olabilmesi kadar doğal bir şey yoktu. Doğa ne kadar doğalsa o da o kadar doğaldı. Necip Fazıl bile pastoral olanın hecesinden geçse de doğasını yok saymamıştır. Takvimdeki Deniz, Şehirlerin Dışından gibi şiirlerde bunu yakından görmek mümkündür. Faruk Nafiz Çamlıbel “Çoban Çeşmesi”, “Han Duvarları” gibi şiirleriyle pastoral şiiri taşra eksenli, kır kökenli anlatmakta son derece başarılı olmuştur. Necip Fazıl bu pastoral edayı hem muhteva hem de şekil olarak kentleştirmiştir. Ahmet Muhip Dıranas, Kar ve Ağrı şiirleriyle daha birçok şiirinde bu şekil ve forma uygun değişime eşlik etmiştir. İsmail Karakurt’un tabiat eksenli yazdığı şiir pastoral şiirdeki şekil ve öz değişiminin son evresi sayılabilir. Modern Pastoral diye bir tabir bunu karşılamaya yeter mi bilmiyorum. Şu dizelerden cesaret alarak moderni pastoralin üstüne yasladığımı söylemeliyim:
“belki de en çok kadındır yazlar/ sigarasını içen bir adamı dumanından ölürken/ öpendir/ kaplan zambağı toplar gibi öper öyle kadınlar/erkekleri.” (Yazlar Boyunca Sen-s. 51-52)
Bir de şu dizeler var altını incitmeden çizdiğim: “gün ışığı artık çiçeği çuhadan/ pili bitmiş radyolar cızırdıyor/ toprağın yüzü çizik yollarda” (Güzleri Eğiriyorum-s. 68) “her şey demirle başladı/demirle bitiyor” (Ben Sessiz Olacağım-s. 71)
Bu şiirler tabiattan kopuk ağaçlar arasına gizlenmiş insanlık hallerine dair çok şeyler anlatıyor. Bu anlatış kadim bir anlatının devamı gibi. Farkında olmadan geçip giden yıllar, ömürler değil sadece ağaçlar, çiçekler ve dallara konan kuşlar da öyle. Bunu çok sonra fark ediyor insan. Eşya ve nesnelerin hakimiyet ve tahakkümünden kurtulduktan sonra anlıyor. İsmail Karakurt gibi nesneyle savaşıp onu yorduktan sonra tabiatın asli yüzü kendini gösteriyor. Demek ki çok şey varmış yaşarken yaşamadığımız, yürürken yürümediğimiz ve anlarken anlamadığımız. Öyleyse bırakalım konuşsun şair:
“demek Üsküdar deniz kokuyor
martılar zambak taklası atıyor havada
demek sokağın kedileri şen
serçelerin ne işi var dallarda
demek oğlanların kalbi lodosa yakalanmış
demek babasız kızlar çirkin
affın ve pişmanlığın içinden
eve geç gelenlerin adı lili”
(Demek Koşuğu-s. 76)
Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder