7 Temmuz 2022 Perşembe

Bir katresi olarak yaratıldığımız ummanı mı arıyoruz?

Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 Haziran 1901’de İstanbul Şehzadebaşı’nda dünyaya gelmiştir. Babası Antalya kadılığından emekli Hüseyin Fikri Efendi'dir. Annesi Trabzonlu Kansızzâdeler’den deniz yüzbaşısı Ahmed Bey’in kızı Nesibe Bahriye Hanım’dır. Çocukluğu Ergani, Sinop, Siirt, Kerkük ve Antalya’da geçmiştir. Bugünkü (İstanbul Üniversitesi) Darülfünun-ı Osmâni’nin Edebiyat Fakültesinden 1923’te mezun olmuş, Erzurum, Konya ve Ankara’daki liselerde öğretmenlik yapmıştır. 1939’da ise İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde yeni kurulan Türk Edebiyatı Kürsüsü profesörlüğüne getirilmiştir. Siyasi hayatından sonra Milli Eğitim Müfettişliği yapmıştır. 1949’ da ise İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne geri dönmüş ancak görev hâlinde iken 24 Ocak 1962’de İstanbul’da yaşamını yitirmiştir. İlk romanı Mahur Beste’den sonra kendi hayatından izler taşıyan Huzur romanı basılmıştır. Kitap iç monolog ve bilinç akışı tekniği ile yazılmıştır. Ayrıca bu esere edebiyatımızda “İstanbul romanı” da denilmiştir. Toplamda ise dört bölümden oluşur. Birinci bölüm İhsan, ikinci bölüm Nuran, üçüncü bölüm Suat ve son bölüm olarak Mümtaz yer almaktadır.

Roman çocuk yaşta annesini ve babasını kaybeden Mümtaz ile başlar. Mümtaz içine kapanık, kitapları, musikiyi ve en çok da İstanbul’u seven biridir. Hayalinde Şeyh Galip üzerine roman yazmak vardır ve bunun içinde çalışmaktadır. Fakat amcasının oğlu İhsan’ın hastalanmasıyla ilgisini ona yöneltmiştir. Zira Mümtaz, baba gibi bildiği İhsan’ı ve anne gibi bildiği Macide’yi çok sever, onlara hürmetle davranır. Bir gün Nuran ile ada vapurunda karşılaşır ve onu görür görmez âşık olur. Zaman içinde ise Nuran’da bu hislere mukabele eder ve ikisinin de sönmüş umut kandilleri yıldızlar gibi yeniden parıldamaya başlar...

Nuran ise toplumun baskısında kalmış, dedikoduların altında ezilmiş, çevresindeki birçok erkeğin kalbini kazanmış bir çocuklu güzel bir kadındır. O da tıpkı Mümtaz gibi kendi dünyasında yaşayan kitapları, musikiyi ve İstanbul’u çok seven biridir. Bu yönden şaşırtacak kadar sevdiği adamla benzerlikleri vardır. İkisi adeta birbirini tamamlayan parçalar gibidir.

Özellikle İstanbul’da yaz akşamları Boğaz’da gezmeleri, kayığa binmeleri, tarihi yerlerde ve türbelerde dolaşmaları eskiye dair kapsamlı bilgi vermektedir. Ayrıca yapılan betimlemeler duyguları resmedecek kadar harikulade. Nitekim denizin serin sularından gökyüzündeki yıldızlara kadar tabiattaki her şey titizlikle yazılmış. En küçük şeyler dahi unutulmamış. Eserin bu yönden okuyucusuna estetik bir görüş kazandırdığını söyleyebilirim.

Fakat romanın en başında olduğu gibi semtler arasında da sürekli bir karşılaştırma mevcut. Örneğin; Üsküdar, Fatih çevresi Osmanlı’nın kültür ve medeniyet penceresinden aktarılırken Beyoğlu, Taksim civarı Batılılaşmanın öteki yarısını sembolize ettiğini söyleyebilirim. Sonralarında ise dönemin hem tarihi hem siyasi karşılaştırmaları İhsan karakteri ile ön plana çıkmaktadır. Zira İhsan, ideolojisi, davası, dünyaya ve insanlara karşı birçok fikre sahip olan okumuş bir adamdır. Bu yönüyle kitaptaki diğer karakterlerden bir adım öndedir.

Ancak bunların yanı sıra musiki de çok geniş bir çerçevede ele alınmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar bilhassa önemle üzerinde durmuştur. Gerek sanatçıların gerek eserlerin hakkında bilgiler vermiştir. Aslında Mümtaz ve Nuran’ın aşkları da musikinin etrafında çevrelenmiştir. Nitekim gece vakti iki âşık İstanbul’un kadim sokaklarında yürürken Ferahfezâ Peşrevini dinlerler. Gittikleri başka mekânlar da ise farklı musikiler onlara eşlik eder. Fakat aralarında ayrı tuttukları özel buldukları bir beste vardır ki o da Mahur Bestedir. Mümtaz Nuran’dan ne zaman bu besteyi dinleyecek olsa artık başka bir Mümtaz olur. Ayrıca Seyit Nuh’un da Nühüft bestesi vardır ki diyaloglar arasında Mümtaz, “bizim şarkımızın en kendisi olan tarafıydı.” der...

Ve son olarak Suat. Romanın kötü karakterlerinden biridir. Nihilist kimliği vardır. Tıpkı divan şiirinde yer alan Rakip gibi Mümtaz ve Nuran’ın arasında sinsice dolaşır. Onların huzurunu, mutluluğunu bozmak için kötü davranışlarda, sözlerde bulunur. Bir gün Nuran ve Mümtaz’ın evleneceği sırada onlara hiç unutamayacağı bir plan yapar. Kendini asarak öldürür. Bu olaydan sonra Nuran, “Ne yapalım Mümtaz; kader istemiyor! Aramızda bir ölü var. Bundan sonra beni bekleme artık! Her şey bitmiştir.” diyerek Bursa’ya gider. Mümtaz ise günlerini çaresizlik içinde geçirir. Her ne kadar İhsan ona öğütler verse de bunu umursamaz, kendini kalabalık sokaklara atarak insan gölgeleri arasında yaşadıklarını unutmaya çalışır.

Fakat bir yıl kadar İhsan’ın hastalığı giderek ağırlaşır ve zatürreye yakalanır. Mümtaz, bunun üzerine doktor aramaya başlar fakat bir türlü doktor bulamaz. Son çare olarak bir polisten adresi alıp hiç tanımadığı bir doktorun kapısını çalar ve uzun bir yürüyüşten sonra İhsan’ın yanına gelirler. Mümtaz yazılan ilaçları almak için tekrar yola koyulur. Ancak dönüş yolunda fenalaşır. Zira Suat’ın hayalini görür. Onunla acınacak bir hâlde mücadeleye girer ve sonunda ilaç şişeleri parçalanarak elini keser.

Eve döndüğünde yüzü kan içindedir fakat doktor, İhsan’ın durumunun düzeldiğini söyler. Bunun üzerine yukarı çıkmak ister ancak ilk basamakta oturup kalır. Ellerini başının arasına alarak düşüncelere dalıp giderken radyodan savaşın başladığı haberini alır...

Akıllarda ise tek bir soru kalır: Suat ölümüyle düşman bildiği adamdan en büyük intikamını almışken, Nuran bir şekilde eski eşine dönüp kızıyla hayatına devam etmişken, bu üçlü aşk cephesinde kaybeden tek kendisi mi olmuştu? Ve aşk tüm bu yaşananlara gerçekten değer miydi?

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Bir taşa otursun, denizi seyretsin, geceyi büyük ve siyah bir gül gibi koklasın."

"Niçin ruhi hayatımızın büyük bir kısmını bu hasret yapar? Bir katresi olarak yaratıldığımız ummanı mı arıyoruz?"

"Kim bilir? Bazı kapıların bize kapalı görünmesi, önünde değil, arkasında bulunduğumuz içindir."

"Yaşamak, başkaları tarafından muhasara altına alınmak, yavaş yavaş boğulmaktı. Yaşamak..."

"Vücutlarımız, birbirimize en kolay vereceğimiz şeydir, asıl mesele, hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmaktır!"

"Bin türlü güzel şeylerle doldurduğumuz saatler vardı. Uyumak ve uyanmak vardı; rüyalar vardı, hayaller vardı."

"Elbisem çok eski olsun... Fakat bahçemde en iyi güller yetişsin."

"Hayır, insan sade ölürken ayrılmıyor, arkada bırakmıyordu. Belki bütün ömrünce her an birçok şeyler onu arkada bırakıyordu."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

1 yorum:

  1. Biraz erken okuyup o zamanlar tam idrak edemedigim bir eser. Guzel ozetlemissuniz. Muzik ve Istanbul basrolde.

    YanıtlaSil