"Der-sîne kesî ki derd-i pinhâneş nîst
Çun zinde nemâyed û, dil u câneş nîst"- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
Dünyada tüm zamanlar boyunca en çok okunan eserlere baktığımızda orada bize yakın, hatta bize bizden de yakın olan bir eser görürüz: Mesnevî. Hakk'a olan aşkıyla yanan ve yandığı kadar talip olan gönülleri de yakan bir ulu sultanın, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Hüsâmeddin Çelebi’ye irticâlen yazdırdığı bu harikulade esere olan ilgi bize sanki bir şey fısıldıyor. İnsanlar kendi kalplerinin derdine düştüklerinde, ruhlarının dünya tarafından işgal altına alındığını fark ettiklerinde, hayatın yatay (sahip olma, satın alma) bir düzlemde değil dikey (olma, kemâlât, sülûk) bir biçimde hareketlendiğinde anlamlı olduğunu kavradıklarında bir eteğe tutunma ihtiyacı hissediyorlar. Böylece "vebtegû ileyhil vesîlete [Mâide, 35]" tecelli ediyor. Bu ne büyük lütuftur.
Esasında her şey lütuftur da biz bazen o lütuflar içinden nefsimize ağır gelenlerine kahır diyoruz, ne büyük yanılgı. Batılı mistiklerin eserlerini okuduğumuzda onların dayandığı acılar, çileler, ıstıraplar hep ilham verici gibi görünüyor. Peki ya kendimiz neden dayanamıyoruz? "Hepimiz çile doldurmaktayız, çile çekmeyen insan var mıdır?" diye sormuş Mesnevî'yi anlamaya ve anlatmaya adanmış bir ömrün son büyük temsilcilerinden Şefik Can Dede. Bu cümlede büyük bir hakikat gizli: "İnandık" demekle imtihan edilmeden bırakılacağımızı düşünmek [Ankebût, 2] evvela ruhumuzu zedeler. Binek, ceset, vasıta; ne derseniz deyin, bedenimiz ruhumuza galebe çaldığında dünya tarafından ele geçiriliyoruz. Bizim tam da burada başka bir ele ihtiyacımız var. O el ki bizi düşmek üzere olduğumuz kuyunun kenarından alsın, bize yol göstersin, o yolda yürürken kuvvet versin. Kimdir o ellerin sahipleri? Nasıl ulaşılır onlara? Bizi kabul ederler mi? Peki o ulaşılacak olan el, nereye varır? Son soru hariç hepsi güzeldi. Şâh-ı Nakşibend'e "Efendim sizin silsileniz nereye varır?" diye sormuşlar. "Evlatlarım" demiş, "silsileyle hiçbir yere varılmaz."
"Büyük bir hırs ile bineğini gökyüzüne doğru sürüyorsun. Yıldızlara dair bilgiler elde ediyorsun, yıldızların mesafelerini ölçüyor, yeni yıldızlar keşfediyorsun. Ama ne yazıktır ki hâlâ kendini keşfedemedin, kendini bilemedin.". Sekiz yüz sene önce söylenmiş bu sözler. Mesnevî'den... Esmadan müsemmaya, kabuktan içe, şekilden öze geçmekte zorlanıyoruz. Bu meseleyi tek başına bir insanın aşması, ilerlemesi, kuvvetlenmesi mümkün değil. Bir rehber gerek. Çünkü o rehberin de bir rehberi vardı, o rehberin daha başka bir rehberi vardı. El ele, el Hakk'a uzandı. Ancak böyle haberdar olundu hakikatten, marifet sırlarına böyle kavuşuldu. İşte Mevlânâ, işte onun Mesnevî'si, Dîvân-ı Kebîr'i, Fîhi mâ fîh'i... Aşkla yanan gönülleri söndürüp söndürüp yine yakan bir ulu sultan. Oğlu Sultan Veled ile sistemleşmiş olan Mevlevîyye'nin neden Türk tasavvuf tarihinde ve kainatın her bir köşesinde önemli olduğunu yine Şefik Can Dede buyursun bizlere: "Mevlânâ güzellerin güzelini, önce kendinde hissetti, sonra her şeyde, her zerrede O’nu buldu."
Dört yanında tasavvufun yaşandığı bir ailenin evladı olarak yetişen ve dolayısıyla çocukluğu sufi yaşantısıyla biçimlenen Hayat Nur Artıran Hanımefendi, Sertârik Mesnevîhân Şefik Can Dede'nin rahle-i tedrisinden geçmiş bir insan güzeli. Mürşidinin hayattayken birçok kez tekrarladığı vazifesini, yani Mesnevî sohbetlerini, yalnız ülkemizde değil dünyanın farklı coğrafyalarında da gerçekleştiriyor. Mevlânâ sultan, acizane yazdığımız bu yazının epigrafı olarak seçtiğimiz beytinde "Kimin gönlünde gizli bir derdi yoksa, yaşıyormuş gibi görünse de gönlü ve canı yoktur. Git, dert ara, çünkü dertsizlik, hiçbir şekilde dermanı olmayan bir derttir." diye buyuruyor. Hayat Nur Hanımefendi'nin kitaplarını (Aşk Bir Davaya Benzer: 2011, Aşk Terk Etmez: 2014) okuyanlar, katıldığı konferansları takip edenler, sohbetlerine kulak verenler hemen fark edebilirler ki o bu sözü şerh edercesine dertli gönülleri arıyor, buluyor ve onlarla hemhal, hemdert oluyor. Zira ibadetin, sevginin ve paylaşmanın sonu yok. İnsana hizmet; en güzel ibadet. İlahi aşk; en büyük sevgi. Tebessüm; en kıymetli paylaşım. O, yetiştiği iklimin ve mürşidinden aldığı manevi terbiyenin tecrübesiyle Mesnevî'nin içindeki incilerle kalbini parlatmaya talip olanları bir araya getiriyor. Tahûrâ, bu bir araya gelişlerin meyvelerinden biri.
Birbirinden kıymetli fikirlerin, tariflerin ve yorumların iç içe geçtiği Tahûrâ, evvela er kişi olmanın sırlarını fısıldayan bir kitap. Dolayısıyla irfanın ve ilmin sadece tek bir cinsiyete mahsus gibi görülüyor olmasının da gayet haklı biçimde karşısında duran bir kitap. Çalışma barizdir ki bu niyetle Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin muhterem valideleri Mümine Hatun’a, hazretin türbe-i şerifini yaptırma şerefine erişen Gürcü Hatun’a, XVII. Yüzyılın Kütahya Mevlevîhânesi Mesnevîhanlarından Kâmile Hanım ve Fâtıma Hanım’a, Afyonkarahisar Mevlevîhanesi postnişinlerinden Destinâ Hatun ve Güneş Hatun’a, kadın diye Galata Mevlevîhânesi’ne alınmadığı için kapıda gözyaşı döken Şair Leyla Hanım’a, İslâmiyet’i ve Mevlevîliğin Avrupa ve tüm dünyada daha yakından bilinmesine vesile olan Annemarie Schimmel ve Eva de Vitray-Meyerovitch’e, “Hakk’ın sonsuz kudret ve kuvvetini idrâk ederek O büyük ilâhi aşkın önünde kendi hiçliğini kabul edip, bu ledünni bilinç içinde yaşayan” Seniha Bedri Göknil’e ve Mevlevî yolunun tüm kadın hâdimeleriyle beraber Hayat Nur hocamızın muhterem validelerine ithaf edilmiş. Bu ithaf, diğer yüzlerce, binlerce kitapta gördüğümüz ithaf sayfalarının aksine bize çok şey anlatmalı. Neşet Baba, “Analar insan, biz insanoğlu” diyor. Hayat Nur hocamız irfan yolunda kadınların önemine şöyle işaret ediyor: “Dünyanın yarısı kadındır, diğer bir yarısını da kadınlar doğurmuştur. Gerçek olan şu ki; kadın ve aile toplumun merkezi konumundadır. Dolayısıyla aile ve sosyal hayattaki rolü oldukça büyüktür. Kadının yaratılışındaki en büyük sır olan yüksek ruhanî boyutunu hiçe sayan aile ve toplumların; dengeli, huzurlu ve mutlu bir yaşam içinde olmaları beklenemez. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ‘kadının anne olması nedeniyle erkekten daha fazla sevgi, şefkat ve merhamet duyguları taşıdığını’ söyler. Çünkü yüce yaratıcı kulunun sevgi, şefkat ve merhamet içinde gelişmesini, büyütülmesini ister.”
Başkalarına merhem olmak, merhametli olmakla mümkündür. Hatta bunu, kendimize ve kendi değerlerimize gösterdiğimiz hassasiyet boyutunda da düşünmemiz lâzım. Bugün, psikoloji ilminin ‘öz saygı’, ‘öz şefkat’ olarak adlandırdığı kavramların tabiatında merhamet vardır. O merhamet de manevi terbiyenin özüdür. Bu öze ulaşmak için kabuktan sıyrılmak, tabiri caizse o kabuğu söküp atmak gerekir. Yine hocamızdan dinleyelim: “Mânâ, maddenin zıddı olup herhangi bir şeyin dış ve görsel olan somut tarafını değil, görünmeyen içsel anlamını, özünü, hakikatini ciddiye almak; tüm benliğimizle oraya doğru yönelmektir. Dünyayı değil dünyanın yaratıcısını, ölümlü bedeni değil onu ayakta tutan ruhu ciddiye almak, özellikle de dünya ile ukba arasında bir denge kurmaya çalışmaktır. Her türlü ibadetin dış, görünen, bilinen boyutu madde sayılır; mânâ ise o ibadetin bize kazandırdığı iyi ve güzel olan içsel, ruhî, kalbî bir değişimdir. Ankebût Sûresi 45’te: ‘Muhakkak ki, namaz, sizi hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar’ denilmiştir. Yer yüzünde milyonlarca namaz kılan insan var, kaç kişinin hâli âyete uygundur acaba?”
Fusûsu’l-hikem ve Mesnevî gibi birçok kıymeti ebedi olan eser şerh etmiş olan mutasavvıf, mûsikişinas ve bestekâr Ahmed Avni Konuk, “Hakk yolunun sâliklerine lazım olan şey hiçbir ferde nazar-ı hakaretle bakmamaktır.” der. Günümüzde dinin yaşanış biçiminde görülen sıkıntılardan belki de en büyüğünün başkalarını hor görmek olduğunu söyleyebiliriz. İbadetler ve kılık kıyafet, üstünlük duygusu oluşturuyor ve üstelik başkaları üzerinde hegemonya kurduruyor. Bu durum dinin derûnî boyutundan çok uzaklaşmış olduğumuzu gösteriyor. “Göğsünün içindekini gerçek gönül sanan kimse Hakk yolunda iki üç adım attı da her şey oldu bitti sandı. Aslında tesbih, seccade, tevbe, sofuluk, günahtan sakınma; bunların hepsi yolun başıdır. Hakk yolcusu aldandı da bunları varacağı yer sandı." diyor Mevlânâ sultan bir rubâîsinde. Kâlden hâle geçilmediği sürece gösteriş, hayatımızı dört bir yandan kuşatıyor. Bir tasavvuf yolunun saliki olanlarda bile başkalarını küçük gören davranışlara rastlıyoruz. “Edeble gelen lütufla gider” öğüdü, mezar girişlerinde sade bir levha değildir. Edeb, tasavvufun atardamarıdır. O damar kesildiği vakit gönülden Hakk’a giden yol zedelendiği gibi Hakk’tan gönüllere gelecek güzellikler de insanın nefsine uymasıyla paslanıyor, tozlanıyor, nihayet görünmez bir hâl alıyor. Yine bir rubâîsinde, “Ey gönül! Lafla dedikoduyla seni, bu aşk yoluna düşürmezler. Yokluk kapısından geçmeden sevgiliye kavuşamazsın. O'nun kuşlarının uçtuğu gökte kanat çırpmadan sana kol kanat vermezler." diyor Mevlânâ hazret. Hayat Nur hoca; kin, öfke, hırs, haset, gurur, kibir, şehvet gibi duyguların insan ruhunu bedbin, yorgun, hasta ve esir ettiğini söylüyor. Devamında insanın nedenlerle, niçinlerle, keşkelerle, eğerlerle geçen bir ömrü takip ederek manadan uzak, maddeye bağımlı bir hâle geçeceğine işaret ediyor. Günümüzde yoğun biçimde görülen depresyonun sebepleri arasında yer alan mutsuzluk, umutsuzluk ve tatminsizlik, kişilerden toplumlara sirayet ediyor. Hayat Nur hoca şöyle diyor: “Bunların tümü zikir, fikir, şükür, tevekkül ve kanaat eksiliğinden meydana gelir. Ruhun bu dünya ile ilgisi olmadığı için onu en iyi korumanın yolu kendi dünyasına ait bir yaşam tarzını tercih etmektir. Yani maneviyatı öncelemektir. Balığın su dışında yaşama şansı olmadığı gibi, ruh da kendi dünyasının dışına çıkarıldığı takdirde balık gibi çırpınır durur. Bu durum insana mutsuzluk, umutsuzluk, çaresizlik, kimsesizlik duygusu verir. İnsan mutlu olmak için her türlü maddi imkanlara sahiptir ama yine de aradığı huzur ve mutluluğa erişemez, çünkü arayışı bitmez. Sonu gelmez arzular, istekler içinde kaybolup gider.”
Tahûrâ’daki suallere verilen her cevapta Mesnevî’den, Dîvân-ı Kebîr’den ve nice ariften, bilgeden, veliden izler görüyoruz. Böylece bir kitap okurken kırk kitap okumuş kadar lezzet alıyor, bazı sayfalarda yerimizde duramıyor, başkalarıyla paylaşmak için notlar yazıyoruz. Tevhit ırmağının suyunu bütünüyle içmemize imkân yok, bu yüzden okuyoruz. Zira Tahûrâ gibi kitaplar, büyüklerin bizlere bıraktığı yadigarlar, susuzluğumuzu gidermek ve bize yol göstermek için bekliyor. Bunca okumanın önemli sebeplerinden biri de şudur: yakıt sağlamak. Dünya zordur, varlık ağırdır, insan ziyandadır. Ziyanın neresinden dönülse kârdır. İnsanın yeryüzündeki asli vazifesini hatırlaması noktasında okumanın yeri büyüktür. Sadece okumayla yol yürünmez, ama okumadan hiç yürünmez. Eğer öyle olsaydı bunca erler evliyalar bize eserlerini bırakmazlardı. Rızık yalnız içtiğimiz çorba, böldüğümüz ekmek, kazancımız, evimiz, arsamız, vasıtamız değildir. Bir rızk-ı manevi vardır ki ona doyulmaz. Horasanlı sûfiler bu hâli “Men lem yezuk, lem ya'rif” (Tadan bilir, tatmayan bilmez) sözüyle anlatmışlar. İstanbul sûfileri ise şöyle demişler: "Men lem yezuk, bilmez yazık."
Kusurları bize ait olan bu yazıyı, sevgili Hayat Nur hocamın şu enfes, bize bir ömür yakıt olmasını niyaz ettiğim şu sözleriyle bitirmek isterim: “Bütün yollar kapansa âşıkların yolu kapanmaz. O nurlu yollar hiçbir zaman karanlıkta kalmaz.”
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Söğüt dergisinin 11. sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder