“İnsan sadece mantıkla tatmin olmaz, duygu arar. Duygununsa İslam’daki karşılığı muhabbettir.”
- Sadettin Ökten
Kalpten kalbe bir yol var demişti Neşet Ertaş o kendine has şivesiyle. Gönle dokunan türkülerinde bir muhabbet havasının yüceliği ve aynı zamanda mütevazılığı göze çarpıyordu. Geçmişimizde muhabbet ve gönül ehli birçok mütefekkirimiz oldu, birçok şairimiz, yazarımız ve daha birçok büyüğümüz. Tıpkı Neşet Ertaş gibi muhabbete, gönle dokunan sözleriyle yer ettiler bizde. Bize muhabbetin ve gönlün önemini söylemeden hissettirdiler bazen.
İnsan konuşacak bir dost bulduğunda varlığının büyük kısmını tamamlar. Bu dost illaki bizimle aynı sosyal statüde, yakın yaşlarda veya benzer mertebede olmak zorunda değildir. Arada muhabbet ve gönül bağı kurulduğunda her şey hallolur ve ondan sonra muhabbetin lezzetinden söz edilir sadece (Gerçi artık sohbetler ‘politik olarak aynı bakış’a indirgendi). Hangi konudan konuşulursa konuşulsun, en dünyevi konudan bahis açılsa bile dostla konuşulan konu farklı hissettirir insana. Çünkü insanın ruhu bir muhabbet arar. Bu en münzevi yaşayanda da böyledir. O da kendiyle muhabbet eder dost olmadığında. Gerçek diyebileceğimiz dostu bulduğunda ise ona yönelir.
Sadettin Ökten’i de Kemal Sayar’ı da okuryazarlıkla biraz hemhal olan herkes bilir. İkisi de muhabbet ehli kimselerdir. Gönle dokunan yazıları, kitapları vardır. İkisi de aslında muhabbet kavramına uzak mesleklere sahiptir. Sadettin Ökten inşaat mühendisi, Kemal Sayar ise psikiyatristtir. Elbette psikiyatri konuşarak ifa edilen bir meslektir ancak bu konuşmalar bir dostla edilen muhabbet gibi değildir. Ve bu iki değerli insan da gönül ehli oluşlarını mesleklerine yansıtmışlar ve mesleklerine yeni bir tanım getirmişlerdir.
Erkam Radyo’da Gönül Sadası programıyla hatırladığımız bu iki değerli insanın o programda yaptıkları konuşmalar Turkuvaz Kitap'tan neşredildi ve çok kısa sürede üst üste yeni baskılar yaptı. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Dünyaya Geldim Gitmeye dizesiyle üst başlığı oluşturulan kitap Gönül Sadası’ndan Akisler alt başlığına sahip ve tıpkı alt başlığına uygun bir konuşma metniyle açılıyor. Gönül, mânâ, güzel bakmak gibi kavramlar etrafında dönen konuşma zaman zaman modern hayatın yıkıcılığıyla ilgili tespitler ve eleştiriler de içeriyor. Bu konuşmadan ise bir sonuç çıkarıyoruz: İnsan dünyada garip ve yalnızdır. Fakat burada Kemal Sayar’ın henüz ilk cümlesi dikkat çekiyor. İki güzel kelimemiz var: gönül ve sada. Bunlar bize mahsus kelimeler. Batı dillerinde tam manasıyla karşılığı yok. Bu cümleyi kuran bir psikiyatr olunca benim daha da dikkatimi çekti. Çünkü günümüzde her şey gibi ruh bilimiyle ilgili meslekler de mekanikleşmeye başladı. Bu mekanikleşmeye direnen bir görüntüsü var Kemal Sayar’ın ve bu tespiti de çekinmeden yapması bir okur ve ruh sağlığıyla ilgili bir alanda çalışan biri olarak hoşuma gitti. İlk söyleşiden sonra kalan otuz söyleşinin de gidişatı ya da en azından ne gibi konulara değinileceği ve hangi bakış açısıyla konuşulacağı anlaşılıyor. Kemal Sayar konuşmaya sık sık ruh hekimi kimliğini de katmış ve bu konuşmaya farklı bir bakış sağlamış. Sadettin Ökten Hoca ise hep aynı bildiğimiz gibi: Derin, bilgili ve nahif.
Sohbetlerdeki sıcak ve samimi hitap hem okuru kitaba daha da çekiyor hem de bir seviyeyi koruyor. Ancak bundan, sohbetlerin günlük rutin konuşmalardan oluştuğu anlamı çıkmasın. Evet spontane gelişen sohbetler bunlar. Herhangi bir metne bağlı değil ancak sıkı konular konuşuluyor. Örneğin henüz ikinci konuşmada Sadettin Ökten’in sağlam bir determinizm eleştirisi yapması, ‘ben ve ‘biz’ kavramları etrafında batının ve İslam’ın bakış açılarının karşılaştırılıp incelenmesi, Sadettin Ökten’in kendi kitaplarında sık sık yaptığı gibi şehircilikle ilgili tespit, eleştiri ve önerileri bunlardan sadece bazıları. Estetik değerlerin göz ardı edilmeden ve İslam dairesinden çıkmadan yapılan istisnasız her konuşma (31 tane) okura mutlaka farklı bir kapı açıyor. Mesela, daha önceki kitaplarının birinde şehir bir ahlâk meselesidir diyen Ökten Hoca’nın bu kitapta da “şehir sadece akılla kurulan bir yapı değildir, şehirde maneviyat vardır. Bir gotik kilisede de kendine özgü maneviyat vardır. Kendi şehrimizi biz imar edeceğiz, dolayısıyla koruyacağız, dönüştüreceğiz” demesi gibi. Şehircilik konusu açılınca bilge mimar Turgut Cansever’i de anmamak olmaz ki zaten Sadettin Ökten hocanın da birçok düşüncesi Cansever’le örtüşüyor. Çünkü benzer yerlerden bakıyorlar dünyaya.
Büyük şehirlerdeki insanlar için artık iş kavramı tamamen mekanik bir hâle dönmüş durumda. Sabah kalk-araca bin-işe git-yemek ye-mesaiyi bitir ve eve gel. Hatta eve geldikten sonra yapılan şeyler bile sanki bir makineymişiz de onun gereğini yapıyormuşuz gibi hareketlerden oluşuyor. Bununla ilgili son zamanlarda çıkan bir kitap vardı: 6.27 Treni. Kitabın asıl konusu insanın mekanikleşmesi olmasa da arka planda eleştirilen bir hâldi bu. Oysaki kadim medeniyetimizde böyle bir şey yoktur, olsa da büyük çoğunluğu kapsamaz. Elbette klişe bir şekilde geçmiş övgüsü yapmayacağım. Şu anda yaşıyoruz ve geçmiş bazı yönleriyle her zaman daha cazip gelebilir birçok dezavantajları da olmasına rağmen. Fakat şu andaki hayatımızdan atamayacağımız birçok şeyi de barındırmaz. Ancak iş hayatı söz konusu olduğunda şimdiki mekanikleşmeyi kaç kişi o zamanki iş/meslek/uğraş durumlarına tercih edebilir? Kim gününün çok fazla bir kısmını para kazandığı işe harcamak ister? Kaç kişi işten arta kalan zamanlarda bir sanatla, hobiyle, ailesiyle, doğayla ilgilenebiliyor? Bu açıdan geriye gittiğimiz kesin. Modern hatta postmodern zamanlarda yaşıyoruz ve bunun gereği de ‘ölümüne çalışmak’. Koreli filozof Byung-Chul Han da buna benzer şekilde, modernite döneminde hedefin hep ileride olduğunu, bu yüzden insanın daima hızlandığını çünkü anlamı orada bulduğunu, belirtir. Sadettin Ökten ise iş hayatının bu olumsuzluklarını karaktere ve ruhun hazzına bağlar:
“İş hayatının, hayatın bütününü inhisar etmesi, maalesef karakter erozyonunu beraberinde getiriyor.”
“Ruh haz alırsa o çizgiye tekrar dönmez. Gönül o hazzı tadarsa biçime bakar, belki imrenir, sonra ‘Bırak benim yolum doğrudur,’ der. Mühim olan gönüldür, kalptir, onun haz almasıdır, o da bir lütf-i ilahidir.”
Tabii bunları bu şekilde düşünebilmek için ‘isteme’ denilen kapitalizmin en büyük silahının tahakkümü altına girmemek gerekir. İsteme, daha fazla isteme, elde edince ise bir kenara fırlatıp ya da harcayıp yeniden isteme. İnsanı çürüten bir döngüdür bu. Cioran, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine adlı kitabında “İstemeye başlar başlamaz Şeytan’ın hükmü altına gireriz” demişti. Kemal Sayar ise “Yeter! diyebilmek en büyük zenginliktir” diyor ve mesleki bir sebep getiriyor buna: “Kâfi diyemediğimiz için içimizdeki boşluğu daha fazla şeyle doldurabileceğimizi zannediyoruz.”
Hem Sadettin Ökten’in hem de Kemal Sayar’ın bütün sohbetlerin içinde konuyla ilgi anılarından bahsetmeleri, özellikle Kemal Sayar’ın mesleğindeki bazı olayları konuyla bağdaştırıp örnek vermesi okuru bir üçüncü kişi olarak konuşmaya katması açısından çok isabetli olmuş. Sadettin Ökten ise konuya uygun öneriler de getiriyor anılarının yanında. Hayatın içinde bir mola verip bir an için tefekküre dalma, doğayı izleme, gökyüzüne bakma önerilerini ve halihazırda uyguladığı davranışları söyleşi boyunca tekrarlıyor. Tabii Kemal Sayar da bu önerilere katılıyor ve kendi önerilerini söylüyor. Bu iki değerli insanın da dediği şeyler şimdiki hayatın akışı içinde belki de çok ütopik görünebilir; ancak uygulanabildiği takdirde insana bir nefes sağlayacak önerilerdir. Çünkü sadece bedene ve akla sahip değiliz, bir ruhumuz ve bir de gönlümüz var. Onları da beslemek gerekir. O zaman Sadettin Ökten’in ‘içe dönmek’ ile ilgili şu önerisini de verip yazıyı bitirelim:
“…kendinize zaman ayırın. İnsanlarla çok ülfet etmeyin. Kendinize diri zaman ayırın, yorgun zaman değil; zihnin ve bedenin diri zamanlarını ayırın ve yalnız kalmasını öğrenin. Yorgun oluyorsunuz, zihin de gönül de yorgun oluyor, oradan bir şey çıkmaz, çıkmıyor.”
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder