"Bosna Savaşı romantizmi konusunda ülkemiz dünyada açık ara önde" demişti K24'teki yazısında Mehmet Fatih Uslu. Elbet haklıydı. Dediği gibiydi çünkü bizdeki Saraybosna meselesi: Tercüme, düşünce ve araştırma bolluğu yok, onun yerine sadece belirli günlerde bol miktarda ağlama, sızlama var. Gayret etmeden şikayet etmek, romantizmin bir gereğidir. Sorulduğu zaman Balkan edebiyatını çok seviyoruz ama Ivo Andriç'in Drina Köprüsü ve Meşa Selimoviç'in Derviş ve Ölüm'ünden başka ne okuduk, ne biliyoruz?
Savaşa dair bildiklerimiz, senenin bazı günlerinde ekranlara konan ve sosyal medyada dönen görsellerden, belgesellerden, alıntılardan ibaret. Uslu'nun gayet yerinde hatırlattığı gibi, Faruk Sehic'in Una'sını memleketimizde çevirecek Boşnakça bilen biri yok mu? Hadi bunu geçtik, bu kadar Boşnak vatandaşımızla birlikte yaşıyoruz, içlerinde hiç mi edebiyata meraklı, tercümeye hevesli biri yok? Savaşın gerçekleri sempozyumlarda tekrarlananalardan ibaret olarak mı kalmalı? Uslu, şu soruları sormakla, daha doğrusu hatırlatmakla çok iyi ediyor: "Ne kadar gerçekten merak ediyor, anlamak istiyoruz Bosna’yı? Yoksa esas sevdiğimiz kendi düşük maliyetli romantizmimiz mi?"
Milenko Yergoviç imzalı Saraybosna Marlborosu neden çok önemli bir kitap? Buradan başlayalım. Yergoviç bir şair. Bosna Savaşı döneminde bir yerlere gitmek yerine Müslümanlarla beraber olmak istemiş. Dolayısıyla savaşı her yönüyle görmüş, yaşamış. Sonra bu yaşadıklarını yeniden gözden geçirmiş ve iyi okumuş olacak ki ortaya çok kıymetli bir öykü kitabı çıkarmış. Türkiye'de ilk defa Beliz Coşar çevirisiyle 2001 yılında İletişim Yayınları neşretmişti Saraybosna Marlborosu'nu. Aradan 18 sene geçti, nerede okuduk kitaba dair ciddi bir eleştiri yahut değerlendirme yazısı? Bir elin parmağını geçmez. İşte bu 18 sene sonunda güzel bir gelişme olarak Özge Deniz çevirisiyle Kutu Yayınları yeniden neşretti kitabı. Temmuz 2019'da raflarda yer bulan kitap kısa sürede üç baskı yaptı. İnsan bir taraftan merak etmiyor değil hani bu ilgiyi, alakayı ama bir gerçek var ki Saraybosna'da yaşananları 'satmadan' anlatan tüm metinlere kavuşma ihtiyacımız var, bu çok açık.
Yergoviç ilk öyküden son öyküye anlatımını 'sıradan' tutuyor. Zaten okuyanı da en çok etkileyen bu. Neşeden hüzne dek duyguların hiçbirini pazarlamıyor. Olanı biteni, gördüklerini, duyduklarını ve hissettiklerini en insanî noktadan aktarıyor okuyucuya. Savaşın insanlığı en zorlayan anlarında dahi bu disiplininden vazgeçmiyor. Bir yandan da okuyucuyu düşünmeye sevk ediyor, hatırlamak bir daha yaralanmak değil de nedir? Bir yıkımı hatırlamak yeniden yıkmaz mı? Şüphesiz yaralar ve yıkar. Bir şairin yeniden yaralamayı ve yıkmayı göze almasında tek bir maksat olabilir: yeniden sarmak ve yeniden ayağa kaldırmak. Çünkü: "Hayat yalnızca yaşadığını bildiğinde kıymetlenir. Ölüm seni her zaman hazırlıksız yakalar, yaşadığını bile fark etmediğin bir anda, kendine ve başkalarına iyi davranamadan."
Saraybosna Marlborosu'nda bir keskin nişancı konuşmuyor, merminin isabet ettiği kimsenin çığlığı, delinen duvarlar da anlatılmıyor. Kelime denen o hem yara açan hem de şifa veren silahı meselenin kalbine doğrultuyor, mermiyi duygular âlemine gönderiyor Yergoviç. "İnsanın kalbi, yalnızca doğru yere hafifçe vurduğunuzda yumuşarmış" derken bunu anlatıyor olsa gerek. Mekanlar, rütbeler ve suçlular aranmıyor öykülerde. Kitapların acıyla biriktirilmiş anılara dönüşecek gereksiz şeyleri biriktirdiğini kendisi de söylüyor aslında. Onun öyküleriyle yaptığı şey, travmalara sebep olan olayları içindeki insan tarafıyla anlatmak. Sadece insana odaklanmak. Nefreti, kibri, masumiyeti, hüznü herhangi bir sosa bulamadan, olabildiğince tarafsız biçimde aktarmak. Komünist adlı öyküde İvo T.'nin oğluna söyledikleri, öykülerinin özelliğini gözler önüne seriyor bir nevi:
"Evlat, bunu bize kötü insanlar yaptı. Bizim durumumuzun suçlusu ne senin ne de benim arkadaşlarım, garajının önüne park ettiğim için lastiklerimi patlatan sarhoş Avdo da değil, cemaate Katoliklerle tokalaşmamaları ve hatta öpüşmemeleri gerektiğini söyleyen hoca da değil bizim suçlumuz. Bizim durumumuzun suçlusu yalnızca kötü insanlardır. Sakın ha, birinden nefret ettiğini duymayayım, Tanrı bana başımıza gelenler yüzünden başkalarına küfrettiğini duymayı nasip etmesin. Çünkü böyle yaparsan bacaklarını kırarım. Ne olursa olsun, sana söylediklerimi hatırla. Sarf ettiğin her kötü söz sana, tıpkı bir taş gibi, en hassas olduğun anda geri döner. Benden bu kadar, iyi çalış, ne zaman fırsatın olursa haber yolla ama sakın çok harcama, sakın çok içme, geceleri geç saatte ortalıkta dolaşma ve kız arkadaşına göz kulak ol. Benden bu kadar oğlum, baban seni çok seviyor."
Boşnak Güveci adlı öyküde, ışık hızının ne olduğunu bilen ama karanlığının hızının ne olduğunu bilmeyen insanlar var bir de. Onların her biri, insanların karanlıkta değiştiğinin ve belki de değişmek zorunda olduğunun ispatı. Her çöküşün tembellikle geldiğini gösterirken, helak oldukça daha çok hayal kurulduğunu da insanı ürperten biçimde anlatıyor Yergoviç. Canlarının sağlığından başka bir şey düşünmüyordu insanlar, kısa bir zaman içinde canlarına ne olacağını bilmemelerine rağmen. Tüm bu hengamede aşk neydi? Şuydu: "Aşk; hayal etme, plan yapma, düşlere dalma hakkından kimseyi mahrum bırakmamaktı."
Saraybosna coğrafyasından bahsederken müzikten bahsetmemek mümkün mü? Bir nefesli enstrümandan mesela. Saksafondan. Onlar ne yapmışlardı savaşta? Nereye kaybolmuştu bunca müzisyen? Hani gemiyi en son onlar terk ederdi? Hani ne olursa olsun onlardan gelen sesler insanları ayakta tutardı? Yergoviç nefis özetliyor meseleyi yine en insani tarafından: "Saksafoncular tarih yazmaz, onlar müzik yapar. Telaffuz edilmemiş kelimeler narin bir sessizlik oluşturur, savaşlardan ve tartışmalardan iyisiyle kötüsüyle kurtulmuş herkes huzurla uyur."
Kütüphane, kitabın son öyküsü. İnsanın kitapla kurduğu ilişki ve savaşın bu ilişkiyi hangi ölçüde etkilediği en berrak biçimde ortaya seriliyor. "Saraybosna'da yanıp gitmiş tüm kütüphaneleri tek tek saymak, onları hatırlamak imkansızdır" diyor Yergoviç. Mesela, 'Bosna'nın hafızası' olarak bilinen ve 25 Ağustos 1992'de Sırp Çetniklerin açtığı top ateşi sonucu yok olan, belediye binasındaki kütüphane. 155 bini el yazması olmak üzere 2 milyondan fazla kitabın yok olduğu söyleniyor Viyeçnitsa Kütüphanesi'yle birlikte. Bu öyküde bile gerçeği acımasızca, hem de çok acımasızca vuruyor yüzümüze yazar: "Kitaplarını şefkatle okşa ey yabancı! Ve hatırla, onların tozdan ibaret olduklarını."
Saraybosna Marlborosu ile birlikte savaşa dair edebi metinlerle daha çok karşılaşmak ihtiyacı belirginleşecek diye düşünüyorum. En başta da Faruk Sehic'in Una'sı merakla beklenecek şüphesiz. Hâlâ merak ediyoruz, etmek zorundayız çünkü insanız. Yergoviç de öyle söylüyor zaten, "İnsanoğlunu merak hayatta tutar" diyor. Saraybosna'da yaşananları merak etmek insanlığı hayatta tutmaya yeter de artar bile...
Saraybosna Marlborosu'nda bir keskin nişancı konuşmuyor, merminin isabet ettiği kimsenin çığlığı, delinen duvarlar da anlatılmıyor. Kelime denen o hem yara açan hem de şifa veren silahı meselenin kalbine doğrultuyor, mermiyi duygular âlemine gönderiyor Yergoviç. "İnsanın kalbi, yalnızca doğru yere hafifçe vurduğunuzda yumuşarmış" derken bunu anlatıyor olsa gerek. Mekanlar, rütbeler ve suçlular aranmıyor öykülerde. Kitapların acıyla biriktirilmiş anılara dönüşecek gereksiz şeyleri biriktirdiğini kendisi de söylüyor aslında. Onun öyküleriyle yaptığı şey, travmalara sebep olan olayları içindeki insan tarafıyla anlatmak. Sadece insana odaklanmak. Nefreti, kibri, masumiyeti, hüznü herhangi bir sosa bulamadan, olabildiğince tarafsız biçimde aktarmak. Komünist adlı öyküde İvo T.'nin oğluna söyledikleri, öykülerinin özelliğini gözler önüne seriyor bir nevi:
"Evlat, bunu bize kötü insanlar yaptı. Bizim durumumuzun suçlusu ne senin ne de benim arkadaşlarım, garajının önüne park ettiğim için lastiklerimi patlatan sarhoş Avdo da değil, cemaate Katoliklerle tokalaşmamaları ve hatta öpüşmemeleri gerektiğini söyleyen hoca da değil bizim suçlumuz. Bizim durumumuzun suçlusu yalnızca kötü insanlardır. Sakın ha, birinden nefret ettiğini duymayayım, Tanrı bana başımıza gelenler yüzünden başkalarına küfrettiğini duymayı nasip etmesin. Çünkü böyle yaparsan bacaklarını kırarım. Ne olursa olsun, sana söylediklerimi hatırla. Sarf ettiğin her kötü söz sana, tıpkı bir taş gibi, en hassas olduğun anda geri döner. Benden bu kadar, iyi çalış, ne zaman fırsatın olursa haber yolla ama sakın çok harcama, sakın çok içme, geceleri geç saatte ortalıkta dolaşma ve kız arkadaşına göz kulak ol. Benden bu kadar oğlum, baban seni çok seviyor."
Boşnak Güveci adlı öyküde, ışık hızının ne olduğunu bilen ama karanlığının hızının ne olduğunu bilmeyen insanlar var bir de. Onların her biri, insanların karanlıkta değiştiğinin ve belki de değişmek zorunda olduğunun ispatı. Her çöküşün tembellikle geldiğini gösterirken, helak oldukça daha çok hayal kurulduğunu da insanı ürperten biçimde anlatıyor Yergoviç. Canlarının sağlığından başka bir şey düşünmüyordu insanlar, kısa bir zaman içinde canlarına ne olacağını bilmemelerine rağmen. Tüm bu hengamede aşk neydi? Şuydu: "Aşk; hayal etme, plan yapma, düşlere dalma hakkından kimseyi mahrum bırakmamaktı."
Saraybosna coğrafyasından bahsederken müzikten bahsetmemek mümkün mü? Bir nefesli enstrümandan mesela. Saksafondan. Onlar ne yapmışlardı savaşta? Nereye kaybolmuştu bunca müzisyen? Hani gemiyi en son onlar terk ederdi? Hani ne olursa olsun onlardan gelen sesler insanları ayakta tutardı? Yergoviç nefis özetliyor meseleyi yine en insani tarafından: "Saksafoncular tarih yazmaz, onlar müzik yapar. Telaffuz edilmemiş kelimeler narin bir sessizlik oluşturur, savaşlardan ve tartışmalardan iyisiyle kötüsüyle kurtulmuş herkes huzurla uyur."
Kütüphane, kitabın son öyküsü. İnsanın kitapla kurduğu ilişki ve savaşın bu ilişkiyi hangi ölçüde etkilediği en berrak biçimde ortaya seriliyor. "Saraybosna'da yanıp gitmiş tüm kütüphaneleri tek tek saymak, onları hatırlamak imkansızdır" diyor Yergoviç. Mesela, 'Bosna'nın hafızası' olarak bilinen ve 25 Ağustos 1992'de Sırp Çetniklerin açtığı top ateşi sonucu yok olan, belediye binasındaki kütüphane. 155 bini el yazması olmak üzere 2 milyondan fazla kitabın yok olduğu söyleniyor Viyeçnitsa Kütüphanesi'yle birlikte. Bu öyküde bile gerçeği acımasızca, hem de çok acımasızca vuruyor yüzümüze yazar: "Kitaplarını şefkatle okşa ey yabancı! Ve hatırla, onların tozdan ibaret olduklarını."
Saraybosna Marlborosu ile birlikte savaşa dair edebi metinlerle daha çok karşılaşmak ihtiyacı belirginleşecek diye düşünüyorum. En başta da Faruk Sehic'in Una'sı merakla beklenecek şüphesiz. Hâlâ merak ediyoruz, etmek zorundayız çünkü insanız. Yergoviç de öyle söylüyor zaten, "İnsanoğlunu merak hayatta tutar" diyor. Saraybosna'da yaşananları merak etmek insanlığı hayatta tutmaya yeter de artar bile...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
twitter.com/ekmekvemushaf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder